Bütün dünya birkaç ay önce beklemediği ölçüde büyük bir pandemiye yakalandı. Korona virüsü (KV) olarak adlandırılan bu pandeminin günlük yaşamımızı etkileme biçimi ancak bilimkurgusal hikâye veya filmlerde bir fantezi ürünü olarak nitelendirdiğimiz durumlardan farklı değil. Yaşadığımız ve küresel boyutta paylaşılan bu toplumsal felaketin kısa ve uzun dönem etkilerini anlayabilmek için önce KV’nin kısa dönem dinamiğini özetleyeyim.
KV’nin yarattığı paniğin iki nedeni var: (i) söz konusu virüsün bulaşma potansiyelinin yüksek olması; ve (ii) enfekte olanlar arasında özellikle yaşı yüksek ve/veya sağlık sorunları olanlarda öldürücü etkisinin olması.
KV’nin bulaşma dinamiğini inceleyen SIR (Susceptible-Infective-Recovered) adlı en basit matematiksel model virüsten etkilenen toplumu zaman içinde dönüşen üç kategoriye ayırıyor: S=enfekte olmaya açık olan nüfus; I=enfekte olan nüfus; R=enfekte olanlar arasında iyileşen ve başkalarına bulaştırmayacak biçimde bağışıklık kazanan ya da ölen nüfus. Bu modelde belirleyici iki parametre enfekte olanlar arasında iyileşenlerin + ölenlerin oranını belirleyen katsayı – ki bu katsayı tedavi olanakları ne kadar iyi olursa olsun büyük oranda doğaya, yani virüsün özelliklerine bağlı. Diğer parametre ise sosyal mesafe yani kişisel tecrit ile temizlik, maske vb. gibi alınabilecek toplumsal önlemlere bağlı. Bu modelin verdiği sonuç şöyle: enfekte olanların sayısı hızla artarak bir tepe noktasına erişiyor ve sonrasında bu enfeksiyona yakalanan nüfus belli bir zayiat (ölenler) verdikten sonra sıfırlanıyor. Burada önemli olan enfeksiyon kapmış olan nüfusun başlangıçtan tepe noktasına varma zamanı ve tepe noktasındaki enfekte nüfusun yüzdesi ki bu, toplam ölüm miktarını da belirliyor. Modelin bize gösterdiği sonuca göre tepe noktasına varma zamanı ne kadar erken olursa bu noktada enfekte olanların sayısı da o oranda yüksek oluyor. Eğer yukarda sözü edilen sosyal mesafe (tecrit) ve bulaşma karşıtı maske, temizlik vb. gibi diğer önlemler sıkı bir biçimde alınırsa tepe noktasındaki enfekte nüfus azalıyor ancak aynı önlemler enfeksiyonun tepe noktasına varma zamanını geciktiriyor. Toplam enfekte olanların miktarı ölüm oranını da belirlediği için bütün dünya bu gecikmeye rağmen[1] söz konusu önlemleri sıkı tutuyor.
Şu anda Çin örneği dışında enfeksiyondan yüksek ölçüde etkilenen ülkelerin tümünde enfeksiyon tırmanma aşamasında. Tepe noktalarına ne zaman varılacağı konusunda net bir açıklık olmamakla beraber eğer Çin –daha doğrusu Çin’de tecrit edilmiş Wuhan kenti– örnek alınırsa karamsar olmak için fazla bir neden yok. Yani Çin’den elde edilen sayılara güvenilirse birkaç ay içinde diğer ülkeler de aldıkları önlemlerin sıkılığıyla orantılı olabilecek gecikmelerle enfeksiyonun tepe noktalarına erişebilir.
Ancak tıp otoritelerinin görüş birliğine varamadığı bir başka durum var. Bu da enfeksiyon sonrası iyileşenler arasında belli bir oranın bağışıklığı kaybederek tekrar enfekte olma, yani virüs kapma ve bulaştırma konumuna gelme olasılığı. SIRS olarak bilinen bir matematiksel model ile incelenen bu durum geçerli olursa söz konusu bağışıklık kaybetme oranı düşük bile olsa enfeksiyonda varılan ilk tepe noktasından sonra sönerken onu izleyen yeni tepe noktaları oluşabiliyor. Daha da beter, eğer söz konusu oran biraz büyürse enfeksiyon sönmeden sürekli bir kalıcılığa sahip olabiliyor.[2] Tabii eğer böyle bir durum geçerliyse sorunun olumlu çözümü bir aşının geliştirilmesi veya virüsün mutasyonunun öldürücülük karşıtı bir yönde –evrim teorisinin kuşkulu bir yorumu ile öldürücü virüsler öldürdüğü insan ile beraber ölüyor ve çoğalamıyor! – yer alması ile gerçekleşebilir. Kanımca er veya geç bu felaket sonuçlanacak. Ama iyi ve kötü yönleriyle geleceğe yönelik etkileri –kısa dönemdeki öldürücü olanlardan öte– ekonomik ve dolayısı ile toplumsal boyutlarda olacak.
Foto: HÜSEYİN TÜRK
KV öncesi dünyanın ekonomik ve toplumsal durumu sorunlu bir aşamadaydı. Sözünü ettiğim sorunun kaynağı teknoloji kökenli bir işsizlik olup sorun kendini daha çok teknolojik açıdan üretken ve gelişmiş dünyada gösteriyordu. Söz konusu sorun kendisini ABD’de Trump’ı seçen beyaz işçi sınıfı, İngiltere’de Brexit ve Birleşik Krallık-içi ayrılıkçı dinamikler, Fransa’da Sarı Yelekliler hareketi, başta Almanya, Fransa, İtalya ve Avusturya olmak üzere AB içindeki yeni sağcı milliyetçi partilerin güç kazanması, İspanya’daki ve İtalya’daki ayrılıkçı hareketler ve daha benzeri çok sayıda göstergelerde belli etmekteydi. Batı dünyasında sorunu bir küreselci-ulusalcı ikilemi içinde ele alan ve bu mantıkla ekonomiyi kapatarak küreselleşme karşıtı olarak yer alan gerek sağ, gerek sol politika önerileri etkinliklerini artırdılar. Bu iki kesimin karşısında liberal bir ideolojik çerçevede dünya kapitalizminin sözcüsü konumunda olan ve bu görüşleri The Economist, Financial Times, New York Times gibi dergi ve gazetelerde yayan kesim ise özellikle ABD ve AB içinde var olan teknoloji kaynaklı işsizlik sonucu geçerliliğini ve dolayısı ile etkinliğini büyük ölçüde yitirdi.
KV öncesi ABD’de Trump’ın iş güvencesinden yoksun, çoğu kez birkaç işte kısmi zamanlı çalışma durumunda olan ve aldıkları dünyaya göre yüksek ama ABD bağlamında mütevazı ücretlerle ve böylece imalat sanayiinde Çin ve Uzak Asya ülkeleri ile ancak kapalı ekonomik koşullarda rekabet şansına sahip ve kısa ömürlü olacağı aşikâr olan emek politikaları KV salgını ile bıçak gibi kesildi ve kontrol altına alınmış gibi görünen işsizlik patladı. AB içinde ise Almanya dışında gelir düzeyleri üretkenliklerinden yüksek ve gelir eşitsizlikleri sosyal politikalar ile dengelenen toplumlarda zaten var olan teknolojik işsizlik sorunlarının bir de KV’nin yarattığı ekonomik boşluklar yer alınca aşılabilmesi oldukça zor görünüyor.
KV öncesi teknolojik işsizliğin bir gerçeklik olduğunu kabullenen kesim gitgide inandırıcılığını artırıyordu. Bu nedenle İsviçre, Finlandiya, Avusturya gibi birçok AB ülkesinde Evrensel Temel Gelir UBI (Universal Basic Income) fikri alıcı bulmaya başladı ve hatta halk oylamalarına sunuldu. ABD’de Demokrat Parti başkan adayı olan Çin asıllı Amerikalı Silikon Vadisi girişimcisi Andrew Yang önerdiği programda işi olsun olmasın her reşit olmuş ABD vatandaşına UBI olarak ayda $1000 gelir vaat etti. Bu önerilerin sözde kalması ve pratikte yaşama geçememesinde iki faktör rol oynadı. Bunlardan ilki, sanayi toplumunun ortak anlayışı oluşturan hipotetik sosyal kontratında yer alan ve “her birey geçimini emeği ile sağlamalı” ilkesi ile ifadesini bulan toplumsal ethosun aşılmasındaki zorluk ise;[3] diğeri de UBI’nin finansmanından kaynaklanan sorundur. Fikrin temelinde söz konusu finansmanın, üretkenlikleri ve bununla orantılı olarak gelirleri üst düzeyde olan birey veya şirketlerden sağlanacağı öneriliyordu. Hatta şirketler düzeyinde buna bulunan ekonomik gerekçe de şöyleydi: robot veya yazılımlar ile yaratılan teknolojik işsizlik aynı çevre kirliliği gibi negatif bir ekonomik dışsallık (economic externality) olarak algılanmalı ve söz konusu şirketler yarattıkları bu olumsuz dışsallığı (işsizliği) ek vergilerle karşılamalı.
Kanımca sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçerken yaşadığımız, emeğin var olan koşullarda ticari değer yaratmakta zorlanmasından kaynaklanan ve çözümü kolay olmayan teknolojik iş(lev)sizlik[4] sorunu KV krizi ile yeni boyutlar aldı.
Bu boyutlardan ilki, yaşadığımız KV krizinin teknolojiyi, özellikle de yapay zekâ ve benzeri otomasyon olanaklarını kamçılayan bir niteliğe sahip olması. Bunlardan ilki üretimde ve eğitimde uzaktan kontrol teknolojilerinin sürekli kullanılması ve doğal olarak bu alandaki teknolojik aygıtların (donanım ve yazılımların) gelişmesi. Ben ilk kez olarak üniversitede verdiğim dersleri, sınavlar ve ödevler de dâhil olmak üzere, evden veriyorum. Tanıdığım ve ilişkide olduğum kişilerin çoğu da etkinliklerinin önemli bir bölümünü uzaktan uygulama teknolojileri ile yürütüyor. Bu ne demek?
Bu teknolojik işsizlik konusunda tarım, imalat ve servis sektörleri arasında sığınılabilecek en güvenli liman olarak gösterilen insan-insana servis sektörü işlerinin erimesi yönünde bir adım. İlginç bir biçimde bugün için vazgeçilmez gördüğümüz ve dört elle sarıldığımız doktorlar ve sağlık emekçilerinin gelecekteki olası konumları bugüne tezat müthiş bir paradoksu oluşturuyor. Çünkü yapay zekâ ve otomasyon konusunda söz sahibi olanlar var olan ve gelişmekte olan teknolojilerin uzaktan teşhis ve kontrol ile tıp –ve hukuk ve yüksek ücretli birçok beyaz yakalı meslek– alanında otomasyon olanaklarının ve bundan kaynaklanan üretkenliğin işsizlik yaratma potansiyelinden söz ediyorlar. Hatta öyle ki tıbbi teşhis ve tedavi konusunda doktorların teknolojik olanaklara yenik düşmemeleri için insan-insana ilişkilerini –yani doktorluğun psikiyatrik ya da psikolojik yönünü– daha da ileri götürmelerini öneriyorlar. Bugün bir KV salgını bu görüşleri bir anda sildi. Haklı olarak bu özel koşullarda doktorluk, fedakârlık isteyen en revaçta ve en riskli mesleklerden biri haline geliverdi. Bu KV durum tıp mesleğinin geleceğini belirler mi? Kanımca belirlemez ve bu kriz sona erdikten sonra yukarda yazdığım görüşler tekrar geçerliliğine kavuşur.
Yukardaki görüşlerimi özetlersem KV krizi uzaktan yönetim, üretim, eğitim ve genellikle kontrol olanaklarını zenginleştirme yönünde kamçılayarak teknolojik işsizliğe karşı son liman olan insan-insana hizmetin bazı biçimlerini teknolojinin pençelerine teslim etti, ediyor. Ancak olayın bir de olumlu yönü var.
Teknolojik iş(lev)sizlik özgürlük (yaratıcılığın ön koşulu) ve eşitlik (kardeşlik) arasındaki çok temel ve üst düzeyde bir çelişkiyi içeriyor. Çeşitli vesilelerle açıkladığım gibi ekonomide yaratılan katma değer, gitgide mal veya hizmet üretiminin çoğaltılmasında (reproduction) değil tasarımında yatmaya başladı. Mal ve hizmet üretiminin çoğaltılma gibi sıradan süreçleri teknolojinin olanakları ile sağlanabiliyor, ancak bilgi toplumunda asıl değeri yaratan tasarım süreci nitelikli emek gerektiriyor. Ücretler ile yaratılan değer arasında bir ilişki kurarsak bu durum gelir dağılımında bir eşitsizlik yaratıyor. Üretkenlikteki bu eşitsizlik sermaye ile emek arası bir eşitsizlik olmaktan çok nitelikli emek (teknoloji ile ikame edilemeyen) ve sıradan emek (teknoloji ile ikame edilebilen) arası bir eşitsizlik. Eğer bu eşitsizliği ücretlere yansıtmazsak bir süre sonra yaratıcılığın arka plana atıldığı ve ortalamaların hegemonyasında bir sistem ile karşı karşıya kalıyoruz. Sovyetler Birliği bu nedenle 1980 sonrası yer alan teknolojik sıçrama dalgasında geride kaldı ve çöktü. Çin bu duruma uyandı ve iç yapısını politik olarak biçimlendiren ve kapitalizmin dinamiğine benzer bir yöntem uyguladı. Öte yandan eşitliği ön plana alan bir dinamiği göz ardı edersek karşılaşacağımız bunalım ABD ve AB ülkelerinin karşı karşıya kaldığı ve bugün KV krizi ile iyice patlak veren işsizlik ve eşitsizlik sorunlarıdır.
Öte yandan zaman zaman tekrar gündeme getirilen Marksist bir sosyalizm veya benzeri bir sosyal demokrasi de çözüm değil. Bu bağlamda dile getirilen ve eğitim sonucu herkesi nitelikli emek haline getirelim ve üretkenlikteki eşitsizliği aşalım politikasının geçersizliği bilgi ekonomilerinin “kazanan her şeyi alır” özelliğinden kaynaklanıyor. Mesela basketbolda nasıl herkes NBA veya o düzeyde maç seyretmeye alışıyorsa, üretimde de ancak en üstün bilgi ve yaratıcılığa sahip olanlar aynı basketbol örneğinde olduğu gibi küresel talebin tümünü karşılayacak ticari bir değer yaratabiliyor.
Bu kısa özetlemeden sonra KV bunalımının yarattığı ve belki de gelecek için ışık tutabilecek bir dinamikten söz ederek yazıma devam edeyim. Yukarda ifade ettiğim görüşlerden dolayı teknolojik iş(lev)sizliğin kolay bir çözümü yok. Eğer bilgi toplumunda nitelikli, yani üst düzeyde ticari değer yaratabilen ile sıradan emek ayrımının kalıcılığını ciddiye alıyorsak bu eşitsizliği makul ölçüler içinde aşmanın yollarını bulmamız gerekir. Bu bağlamda yukarda sözünü ettiğim ve birçok ülkenin ciddiye alıp kamuoyu oylamaları yaptığı UBI (Evrensel Temel Gelir) tezini tekrar, ancak bu kez yaşadığımız KV bunalımının bize öğrettikleri ışığında, gözden geçirelim.
KV krizi yaş ve bağışıklık direnci dışında insanların üretkenlikleri, etnik aidiyetleri, ekonomik sınıfları ve birçok benzeri farklılıklarına bakmadan can alıyor. Bu nedenle sanırım hepimizde empati adını verebileceğimiz bir toplumsal duyarlılık oluştu. Her vicdanlı birey geçimini günü gününe ve ancak sağlayan insanların bu koşullar altında ne yapacağını düşünüyor. Bu düşünceler aşama aşama bir toplum psikolojisine dönerse yukarda sözünü ettiğim ve UBI önünde bir engel gibi görünen sanayi toplumunun acımasız ethosu “herkes geçimini emeği ile sağlamalıdır” ve hiçbir bireye veya ülkeye örnek olmasını dilemediğim ABD başkanı Ronald Reagan’ın “Beleş yemek yok” sloganlarını aşmamıza bu KV krizi yol açar diye umuyorum. Bu ethos eşiği aşılırsa UBI önündeki tek engel finansman sorunu olarak önümüzde duruyor.
Yukarda da açıkladığım gibi toplumdaki üst düzey bir üretkenliğe veya zenginliğe sahip birey veya şirketlerin UBI projesine verdikleri vergilerle katkıda bulunmalarının önündeki temel engel bu birey veya şirketlerin söz konusu vergileri vermemeleri için kendilerini verimli olarak kullanabilecek başka ülkelere gitmeleri olarak karşımıza çıkıyor. Bu nedenle daha önceki yazılarımda UBI projesinin finansman açısından başarılı olabilmesi için var olmayan bir küresel faktör olarak emek ve sermaye ücreti eşitliğinden söz etmiştim. Bu durumda yani ucuz emek veya kıt sermaye gibi farklılıkların yokluğunda üretken birey veya şirketlerin gidebileceği yeni cennetler oluşmuyordu. Peki, KV krizinin burada oynadığı rol ne? Şu sırada bırakın üretken birey veya şirketleri, içimizdeki belli bir azınlık hâlâ “Abi bu ülkede yaşanmaz ben filanca Batı ülkesine gideceğim” diyebiliyor mu? Hatta buna maddi olanakları olsa bile gidebiliyorlar mı?
KV krizi döneminde işsizlik sorununun en aşırı biçimlerini yaşayan ülkeler bu soruna karşı radikal tedbirler alırlarsa bu tedbirlerden en azından bir kısmının bilgi toplumuna geçerken kalıcı bir konuma gelmesi ve kanımca küçük ölçekte olsa bile de facto bir UBI uygulamasına geçilmesi her bakımdan olumlu olur diye düşünüyorum. Bu görüşü fırsatçılıkla suçlayanlar olabilir. Belki. Ama en azından vicdanlı bir fırsatçılık.
Son olarak yakın ve orta gelecekte neler olabileceği konusundaki görüşlerimi sıralayayım:
KV krizi SIR modeli geçerli ise birkaç ay içinde ilk tepe noktasını aşan ülke krizin sona ereceğinin ilk göstergesi olur. Bu süre içinde ne yazık ki tepe noktadaki zayiatın yüksek olması beklenebilir.
2- Eğer KV krizinde SIR değil de SIRS modeli geçerli ise –ki bunun bir habercisi olarak Çin’in Wuhan kentinde yeni bir enfeksiyon dalgası olabilir– enfeksiyon ve kriz daha uzun sürebilir. Burada kısaltıcı faktör bu süre içinde bir aşının geliştirilmesi veya virüsün olumlu yönde olmasını beklediğim bir mutasyon olabilir.
KV krizinin iki ucu sivri bir değnek olduğunu iyi anlamak gerek: bir ucu yaşamı sürdürebilme sorunu ise diğeri de ekonomik çöküş, işsizlik, kıtlık gibi diğer felaketler. Unutmayalım aynı harp zamanlarında olduğu gibi KV krizi de bir anda ekonomide üretilen birçok ürün ve hizmeti aynı güvenlikte olduğu gibi stratejik bir konuma getirdi. Bir ürün veya hizmetin bu anlamda stratejik konuma gelmesi onun fiyatı ile değil varlığı ya da yokluğu ile ölçülmesidir. Doğal olarak stratejik ürünlerin başında tarım ve ona bağlı gıda ürünleri geliyor.
Harp sonrası ekonomiler kapitalizm içinde nasıl büyüyorsa, KV sonrası da bilgi birikimi ve üretkenliği duraklamış olan ekonomiler aradaki boşluğu doldurmak üzere bir büyüme aşamasına geçecekler. Bu nedenle ben KV sonrası geçici bir refah dönemini olası görüyorum.
KV krizinin etkilemediği bir alan ülkelerin var olan insan gücü, bilgi birikimi, doğal kaynakları, vb. Bu nedenle herkes üç aşağı beş yukarı nerde kaldıysa oradan devam edecek. Ancak zaten can çekişmekte olan Avrupa Birliği, ABD’nin tek kutuplu hegemonyası gibi alışılmış siyasi yapılar büyük bir olasılıkla doğal sonlarına ulaşacaklar. Ama yanlış anlaşılmasın mesela ABD, KV krizi içinde hangi zayiatı verirse versin, hâlâ ekonomik, askeri ve siyasi açıdan dünyanın en önemli güçlerinden biri olmaya devam edecek. Keza AB sona erse de AB ülkeleri, mesela Almanya KV krizi sonrasında da önceki teknolojik gücüne ve gelişkin insan kaynaklarına sahip olacak.
Küreselleşme sanıldığı gibi bir azınlık komplosu değil, tersine bugünkü teknoloji tabanlı dünyanın vazgeçilmez bir dinamiği. Küreselleşmenin niteliği ve ona bağlı ekonomilerin ne yönde evrileceği ise özellikle sanayileşmiş Batı ülkelerinin ve yavaş yavaş çelişkileri artan ve demografileri işsizliğe kucak açan Çin ve Hindistan’ın bilgi toplumuna nasıl ayak uydurabileceklerine bağlı.
[1] Başta İngiltere, ABD tepe noktasına varıştaki gecikmeyi azaltarak ‘kitle bağışıklığı’ sağlamak adına hastalığın yayılmasına karşı önlemleri gevşek tuttuysa da kısa sürede toplum baskısı altında bu politikadan vazgeçtiler.
[2] Bu yazıda sözünü ettiğim SIR modeline ve tekrar enfekte olma olasılığını içeren SIRS modeline ilişkin açıkladığım sonuçları birinci elden, yani bu modeller üzerinde bizzat yaptığım sayısal incelemelerden elde ettim.
[3] Bu ilkeyi en açık bir biçimde 1980’lerde ABD başkanı Ronald Reagan havacıların grevine karşı bir bağlamda kullandığı ‘No free lunch’ yani ‘Beleş yemek yok’ ! sloganı ile dile getirmiştir.
[4] Bu konudaki görüşlerimi böyle kısa bir yazıda açıklayabilmem olanaksız. Teknolojik işsizlik ve bilgi toplumunun kendine özgü özellikleri ile ilgilenen okurlar 2012 yılında İletişim Yayınları tarafından basılan ve 2019 yılında yeni bir bölüm eklenerek ikinci baskısı yapılan Teknolojik İş(lev)sizlik adlı kitabımdan yararlanabilir. Ayrıca benim adımla Youtube üzerinden yapacakları bir arama ile birçok TV ve diğer görüntülü medya yayınlarından söz konusu kitap ve Bilgi Toplumu üzerine görüşlerime de erişebilirler.