- Bilimkurguya enikonu meraklıyken bıraktığını biliyorum gerçi, –Taçlı Yazıcıoğlu’yla söyleşinde de söyledin–, ama bir tortusu kalmıştır. Oradan başlayalım, çünkü bugünlerde çok insanın dilinde “bilimkurgu filmi gibi” lâfı var. (Edebiyatıyla o kadar ilgili olmayıp filmlerine düşkün olanlar daha büyük kitle zaten. Düşkün olmayan da muhakkak birkaç örnek izlemiştir. Boş sokaklar, “tesisler,” izolasyon kıyafetli “görevliler,” izolasyon dili, dehşet, belirsizlik… Evet, bilimkurgu sahneleri. İlk soru silsilem şöyle: Bilimkurgu edebiyatının ve sinemasının “hazırlayıcı” bir etkisi oldu mu sence? Elbette komplo teorileriyle alâkalı değil, “öngörücü tasavvur” anlamında soruyorum, “Hayat sanatı mı taklit ediyor”? Bilimkurguya benzetmek, bir “geçiştirme” arzusuna, gerçeklik hissini paranteze alma arayışına da alâmet olabilir mi?
Evet, pek az bilimkurgu okuyorum artık, belki yaşa bağlı, belki de filmler bilimkurgu romanların yerini almıştır, bilmiyorum. Az okuyorum ama yine de İstanbul dışına çıkarken yanıma aldığım beş altı kitaptan biri, Mükemmel Boşluk (Stanislaw Lem). Hem bilimkurgu sayılır hem de sayılmaz, ayrıca senin de seveceğin bir kitap: Ayrıntılı ve titiz kitap eleştirilerinden ibaret. İşin eğlenceli kısmı, ele alınan bu eserlerin hiçbir zaman yazılmamış, yazılmayacak, hatta yazılamayacak kitaplar oluşu.
Dünyanın en ünlü bilimkurgu yazarlarından biri tarafından kaleme alınsa da Mükemmel Boşluk bir bilimkurgu sayılmayabilir, uzaylıların ya da ilginç buluşların yerine var olmamış metinleri hayal etmek ilk bakışta onu bilimkurgunun dışına atmaya yetebilir, gerçek kitaplar üzerine eleştiriler de yazmış olan Lem de popüler bilimkurgu geleneği içinde çok ayrıksı bir yerde duruyor olabilir, kabul. Ama bilimkurgu dediğimiz şemsiye epeyce genişken, bugünlerde bilimkurgu deyince gözümüzün önüne gelen, dünyanın sonuna, büyük felaketlere, kıyamet günlerine dair katastrofik anlatılar. Hollywood’un felaket filmleri geleneğinin bilimkurgudaki distopyacı –hatta anti-ütopyacı– damarla harmanlanmasının sonuçları…
Yok, gerçek bilimkurgu bu değildir, demeyeceğim; neyse odur, öz icat etmektense önümüzdeki örneklerin ortak noktalarını aramak daha iyi: En harcıâlem Hollywood filmlerinden en edebi sayılan örneklerine kadar, bilimkurgu eserlerini birleştiren ortak bir payda var; olasılıklara yönelmeleri, geçmişte, gelecekte, dünyanın sonunda ya da başka bir evrende geçen hikâyeler anlatırken aslında bugünün olasılıklarını bize göstermeleri. Jameson bilimkurgunun gelecekten bugüne bakış imkânı verdiğini söyler, Darko Suvin de Brechtçi anlamda yabancılaştırıcı bir tür olduğunu… Geleceği kim bilebilir ki? Falcılar ve fütürologlar bildiklerini iddia ederler ama bildikleri yanıldıklarına yetmez. Bilimkurgu yaşadığımız dünyanın değerlendirilebilecek ya da şimdiden harcanmış olasılıklarına dairdir; daha iyi bir gelecek vaat eden olasılıklara olduğu kadar korkunç ve tehlikeli olanlarına da… Ama bilimkurgu yazarı bize geleceği anlatmaz, anlattığını da iddia etmez zaten, daha çok uyarır bizi: Ya şöyle bir dünya olsaydı, daha güzel olmaz mıydı der ya da ya şunlar şunlar başımıza gelseydi bu dünya yaşanmaya değer olur muydu yine de diye sorar. Bizlerse bilimkurgu eserinin bize sunduğu geleceğin/geçmişin aynasından bugünü görürüz – bir başka gözle. Bir anda başka türlü görmeye başlar, aydınlanırız. Ütopyacı olduğunda her zaman bir davet, bir çağrı içerir bu uyarı, distopyacı olduğunda ise köprüden önce son çıkış tabelası. Bu ikisini karşıtlaştırmak da yaygın bir eğilim oldu, oysa ütopya ile distopya, en başarılı bilimkurgu örneklerinde hep iç içe geçmiş durumdadır.
İşin tuhafı, son zamanlarda bilimkurgu yazarlarını hayal gücü geniş fütürologlar olarak görüp kendilerinden bu yönde yararlanmak gibi bir eğilim peyda oldu. Lem’in başka bir kitabını, fütürolojiyi tiye aldığı Gelecekbilim Kongresi’ni hatırlatıyor bu vaziyet. Hükümetler, büyük şirketler geleceği kestirebilmek istiyorlar – kim istemez ki? Fütürologlar (bugünlerde -loji ekinden biraz utanıldığı için olsa gerek, doğrudan fütürist deniyor) ciddi bir endüstrinin aktörleri. Daha çok istatistiklerle, eğilimlerle, bu eğilimlerin ekstrapolasyonuyla, farklı gelişmelerin birbirleriyle etkileşiminin sayısallaştırılmasıyla uğraşıyorlar. Endüstrileşen her alan gibi, bu alanda da teknokratlık yaygınlaşmış durumda. İşte big data içine gömülmüş gelecekbilimcilere bir hayal gücü aşısı sağlamak üzere bilimkurgu yazarlarından medet umuluyor. Yunuslardan intihar bombacısı yaratmak gibi çılgınca bir düşünce! – Kadar değilse de gibi…
1984’ün ya da Cesur Yeni Dünya’nın edebi metinler değil de birer kehanet olarak görülmesi de çok yaygın – her şeyden önce Orwell ile Huxley’e haksızlık. Bilimkurgu eserlerini birer kehanet olarak görürsek, BK yazarlarının çok fazla şeyi önceden kestirdiğini görüp şaşabiliriz. Peki ya tahmin edemedikleri? Peki ya öngördükleri ama gerçekleşmeyenler? (Daha geçen gün bir twit gördüm; “2020’den uçan arabalar bekliyorduk, uçamayan uçaklar bulduk” diye. Sanırım İmanuel Tolstoyevski’nin twitiydi.)
Bilimkurgunun kehanet olarak görülmesi hayal gücüne bir saygısızlıktır, ayrıca tıpkı gerçek kâhinlerde ve astrologlarda olduğu gibi burada da gerçekleşmeyen kehanetler nedense değerlendirmeye alınmaz. (En ünlü bilimkurgu yazarlarından Isaac Asimov’un 1985 gibi yakın bir tarihte yazdığı öngörülere bakarsak, bugün çok sayıda minik, yöresel nükleer savaşlarımız olacaktı!)
Peki, bilimkurgu literatürü, sinemasıyla, edebiyatıyla, dizi filmleriyle bizi bugünlere hazırladı mı? Tabii ki hazırladı. Bizi felaketlere ya da bilinmeyen bir geleceğin tehlikelerine hazırlamakta bilimkurgular ve apokaliptik eserler ön saflarda yer alıyorlar, öte yandan bütün anlatıların temel işlevlerinden biri değil midir zaten bu? Mitler, masallar, hikâyeler: Hepsi birer provadır bir bakıma.
Mustafa Arslantunalı
Hem prova hem de eğitim. Antik Yunan’ın temel eğitim kılavuzunun Homeros’un İlyada’sı olduğu söylenir. Kutsal kitaplar da aslında birtakım hikâyelerin toplamıdır. Bu bakımdan masalın bilimkurgudan çok büyük bir farkı var mı? Çocukları günümüz dünyasına hazırlamak üzere masalları değiştirmek, dönüştürmek fikri önemli. Masalları günümüzde bu nedenle ayıklıyorlar, üvey anneyi, kurdu kötü olmaktan çıkarıp “siyaseten doğru” bir Kırmızı Başlıklı Kız elde ediyorlar, işin tuhafı aynı işlem 19. yüzyılda masal yazarları tarafından benzer şekilde uygulanmıştı! O zamankiler müstehcen kısımları törpülemişlerdi, bugün dramatik gerilimi de budamak moda. Bir yandan da masalların çocukları korkutmamasını istiyoruz, ama ya masalın esas işlevi buysa? Kendisi de masal yazan ve masallarını bir kitapta toplayan (Göçmüş Kediler Bahçesi) Bilge Karasu masalların “korku eğitimi” olduğunu söylemişti yanlış hatırlamıyorsam. Eski masalları kötürüm etmek yerine, çocuklar ve büyükler için yepyeni masallar yazmak daha akla yakın değil mi? Hikâyeleri sevmemizin, onlarsız yapamayışımızın temelinde bu korku eğitimi olabilir: Bir hikâye, bir roman, bir gerçeklik simülatörüdür, denebilir (diyenler var): Bir aşk romanı okuruz, uydurulmuş olduğunu bile bile öfkelenir, sevinir, üzülür, ağlarız, gerçek hayatta karşılaşacağımız düş kırıklıklarını ve acıları, o acıları gerçekten çekmeden, hayallerimiz yıkılmadan yaşarız (okurken gerçekten yaşanır, okuma ile hayat arasında ikilik aranacaksa, burada değil o) ve bu duygusal eğitimle hayata hazırlanmış oluruz.
Hazırlama derken, aynı zamanda eğitimden söz ediyoruz: Rol modellerinin sunduğu kalıplar mesela. Felaket filmlerinde en inanılmaz görünen şeylerden biri, insanların bir anda –felaket yetmiyormuş gibi– birbirlerini yemeye başlamaları. Herkes kendi ailesini korur, başkasını tanımaz vs. Oysa 11 Eylül’de de bu salgında da ansızın toplumsal dayanışmanın canlandığını, yepyeni dayanışma biçimlerinin ortaya çıkabildiğini gördük. Görüyoruz. Ama bütün bir anlatı endüstrisinin “birbirinin kurdu olan insan” hikâyeleri de bu yönde bir hazırlık yaratıyor. ABD’de salgından sonra silah satışlarındaki patlama bu ideolojik hazırlığa bağlı değilse nedir? İnsan neden tam şimdi silah alır, kaos başladığında komşusunu vurmak için değilse?
Tabii bütün o komplolar, uzaylılar, küresel felaketler, insanı insanlıktan çıkaran “şey”ler, zombiler… bir taraftan bir endişenin, huzursuzluğun dışavurumu. Ana-akım edebiyat ya da sinema alegorik olabilirken, nedense bilimkurgudan esirgenir bu hak, adında bilim olduğu için mi? Ana-akımın dışında kaldığı için mi? Neyse, bu bakımdan da bir hazırlık söz konusu.
Hayat tabii ki sanatı taklit etmiyor, keşke etse… İnsanlar ezelden beri hikâye anlatırlardı. Şimdi bunun dev endüstrileri var. O kadar çok şey yazılıyor, o kadar bol film çekiliyor, o kadar fazla hikâyeye maruz kalıyoruz ki… Bu hikâyelerin büyük bir kısmının tornadan çıkmış gibi birbirini andırması, aynı kalıplara, aynı örüntülere dayanması da bu bağlamda o kadar önemli değil; başımıza gelen bir salgında, bir doğal felakette, mutlaka daha önceden bir şeyler yazılmış, gerçekleşen olaya uzaktan yakından benzeyen bir film çekilmiş oluyor. Farklara değil benzerliklere odaklanarak “işte,” diyoruz, “hayat sanatı taklit ediyor.” Çocuklar genellikle masalla gerçeği, kurguyla hakikati birbirinden çok rahat ayırırlar, günümüzde belki sinemanın efekt teknolojisi sayesinde/yüzünden, gerçeklikle kurgu arasındaki ayrım belirsiz olabiliyor. Şunu demek istiyorum, nihayetinde bunun bir film olduğunu biliyorum, mutlu sonla da bitsin istiyorum, ama inanılmaz olaylara insanların gösterdiği tepkiler, fondaki bütün olaylar sanki kurgu değil de gerçekten böyle olan, böyle olması gereken şeyler gibi görünüyor. Saldırgan uzaylıları seyrederken, kendini savunan insanların bunu nasıl yaptıklarını verili kabul ediyoruz. Her filmin, her romanın kendine has bir insan tabiatı anlayışı vardır, yoksa genelgeçer olanı ödünç alır, bir bilimkurguyu ötekilerinden ayıran şey işte bu konuda, mutlak bildiğimiz insan doğasının değişebilirliği konusunda içerdiği sezişlerdir. -dir -dır deyip duruyorum ama, bunların çoğu el yordamıyla varılmış kanaatler.
Salgına ilişkin kimi görüntüler gerçekten de bilimkurgu filmlerini aratmıyor. Hah işte, filanca filmdeki gibi deyişimiz, gerçeklik hissini paranteze almak mı? Yoksa başımıza gelen şeyi, çekirdek çitleyip seyrettiğimiz, hakkında ileri geri konuştuğumuz, sonunu bildiğimiz, yani aşina olduğumuz bir şeye benzeterek rahatlamak mı? Kişiye göre değişebilir. Öteden beri şiddetin edebiyatta, bilgisayar oyunlarında ve sinemada gösterimlerinin –özellikle çocuklara– zararları üzerine tartışıladurur. Ekranlardaki şiddetin bir boşaltım sağladığını, dolayısıyla ekrandaki şiddetin toplumsal hayata aktarılması şöyle dursun, o şiddeti dizginlediği de iddia edilir. Tabii şiddetin olağanlaştırılması söz konusu olduğunda ne ölçüde savunulabilir bir görüş, bilmiyorum. Ortalıkta böyle bir salgın varken başta Albert Camus’nün Veba’sı olmak üzere pandemiyle ilgili kurguların popülerleşmesi, buna bağlanabilir: Kimimiz için gerçek salgınla başa çıkmanın yollarından biridir bu, kimimiz için değil. Kurguyla, anlatılarla ilişkimiz o kadar derin ve girift ki, kişiden kişiye, ruh hallerinden ruh hallerine değişmeyen bir genelleme yapmak çok güç. Poe öykülerini okumak çoklarımızı bu ortamda daha da büyük bir paniğe sevk edebilirken kimilerimize panzehir etkisi yapabiliyor.
Bir de bunun devamı var. Salgın sona erdiğinde, normal hayata geri döndüğümüzde, bu salgınla ve karantina günleriyle ilgili sayısız hikâye, roman, film saçılacak ortaya. Büyük bir deneyim yaşansın da anlatıya dönüşmesin, mümkün mü? Her zaman olduğu gibi sanat hayatı takip edecek. Edemediği zaman kendine küçük fildişi kuleler yaparak.
Salgını bilimkurguya ya da okuduğumuz bir romana benzetmek, aynı zamanda yaşadıklarımızı rasyonelleştirmeye çalışmak olabilir. Hep biliriz; hikâyeler rasyoneldir, hayatsa değil. Hikâyelerin bir çatısı, yapısı, örgüsü vardır. Hayattan bekleyip de bulamadığımız şeyleri bize hikâyeler verir. Bu ölçüdeki bir küresel salgını hikâyeleştirmeden kavramamız zor. Herhangi bir şeyi hikâyeleştirmeden anlamamız güç. Hikâyeleştirmenin en basit yolu da, komplo teorilerine başvurmak – kendi hikâyesini yazmak yani. Tabii bunlar elden ele dolaşmış, çok çiğnenmiş klişeler bütünü oluyor, orijinal değiller. Ama olayları (örneğimizde salgını) kör tesadüflerden, karmaşık ilişkilerden, anlaşılmaz bağlantılardan koparıp evcilleştirmemizi sağlıyorlar. Bilimkurgu filmine benzetmek daha masum, daha tehlikesiz bir şey. Çünkü o zaman bunu bir hikâyeye benzettiğimin farkındayım, komploda ise hikâye ile gerçek ayrımı kayboluyor.
Olanları bilimkurgu filmine benzetmek geçiştirme değilse de yumuşatma aracı olabilir. O seyrettiğimiz filmin bir yapısı vardı, filmde olanların bir mantığı en azından filmin kendine has bir mantığı vardı. Başımıza gelen bu yeni felaketi neye başvurarak anlatabiliriz? Tarihe, eski menkıbelere, mitolojiye, dine… Ya da en yeni, en tanıdık mitolojilere. Bu öyle bir çaba ki, olan bitenle hiç o kadar da ilintili görünmeyen birtakım anlatıları örnek gösterip, zorlamayla tıpkı film gibi/tıpkı roman gibi demek neredeyse âdettendir. Uzaktan, komplo teorisyenlerinin ilgisiz birtakım ipuçlarını bir araya getirmelerini andırmıyor mu? Ama tabii komplo teorisyenlerinin farkı, yepyeni bir eser ortaya koymaları! Olaylara bakıp film gibi demenin tam tersi.
Sinemayla, edebiyatla kısacası kurguyla bu tür bir ilişkiyi, modern dünyanın problemlerinden biri gibi görerek artık gerçekliği algılayamadığımız ya da bir sanal gerçeklik içinde yaşadığımız fikrine varanlar çok. Böyle bakınca biz insanlar hep bir sanal gerçeklik dünyası içinde yaşamıyor muyduk? Kültür dediğimiz şeyin kendisi bizzat bir “sanal gerçeklik.” Bir tür… Son zamanlarda buna dair çok şey yazıldı: Herhangi bir şeyi gerçekten kavrayabilmemiz için hikâyeleştirebilmemiz, feleğin ve anlatıların çemberinden geçmemiz şart.
- Teknopolis’te teknik bilgilerimiz ve kabiliyetlerimizle ilgili “kültürel karamsarlık” eğilimine kapılmaya karşı duruyorsun. Yani, solda genellikle daha yaygın olan, teknolojinin gözetim-denetim, kontrol, metalaştırma, yabancılaşma ve saireyi tahkim edeceği kuşkusu içinde kalakalmayalım diyorsun, buradaki demokratikleştirici, ortaklaştırıcı potansiyelleri ihmal etmeyelim diyorsun… Şimdi, malûm, Çin örneğinden başlayarak, salgının saldığı korkunun teknolojik imkânların görülmedik sıkılıkta bir gözetim-denetim ve takip rejimini güçlendirip meşrulaştıracağına ilişkin kaygılar güçlendi. Ne dersin, sen ne derece ve nelerden kaygılanıyorsun?
Teknoloji tarihçisi Melvin Kranzberg’in kendi adıyla anılan yasaları vardır. Mesela, “Teknoloji ne iyidir, ne kötü. Ne de nötr.” Nasıl nötr olabilir ki? İnsan daha tam insan olmadan alet edevat kullanmaya başlamıştı… İnsanın bütün öteki faaliyetlerinin temelinde olan, insan doğasına yapışık bir alandan söz ediyoruz, hatta tek başına adlandırmanın yanlış sayılabileceği bir alandan.
Teknoloji kelimesinin kullanılışındaki yaygın eğilim, teknolojiyi hep var olan en son, en yeni örnekleriyle bir tutup dışsallaştırmaktır. Başımıza gelen bir şey, dünyanın gidişatını bozan, değiştiren bir şey olarak dışsallaştırmak. Teknoloji karşıtı olduğunu söyleyen birinin nükleer enerjiye, bilgisayarlara… karşı olduğunu tahmin edebiliriz, ama geçen yüzyılların teknolojilerine karşı değildir o, çünkü onların teknoloji olduğunu bile düşünmez.
Engels, Doğanın Diyalektiği’nde uzun uzun “maymundan insana geçişte emeğin rolü”nü anlatır. Oradaki emek sözcüğünün anlamlarından biri teknoloji değilse nedir? Luddizm’in belli belirsiz bir gölgesi var sol literatürde: Yeni teknolojilerin işgücünü saf dışı bırakması dolayısıyla teknoloji ile emek karşıtlığı kolayca kuruluyor. Yeni imkânlara, yeni araçlara daha baştan mesafeli bakmaya yol açan bir tutum.
Öte yandan Çin’de olup bitenler öyle distopik gelişmeler ki hepimizin içindeki Luddist’i uyandırabilir! Ama tam da Çin ile dünyanın geri kalanı arasındaki farka bakarak, meselenin teknolojinin kendisinde olmadığını görebiliriz. Her yeni araç pek çok yeni imkân sunar; muktedirlere de sıradan insanlara da. Çin’deki kaygı verici gelişmeler oradaki rejimin, teknoloji üretme pratiğinin sonuçları. (Örneğin Uygur Türklerine reva görülen, yeni teknolojilere çok da ihtiyaç duymayan, 1930’ların, 1940’ların uygulamaları.) Yoksa gözetleme teknolojileri dediğimiz araçların bambaşka şekillerde kullanımı mümkün.
Buradaki en büyük tehlikelerden biri, merkezî hükümetlerin gözetleme teknolojileriyle bir 1984 dünyası yaratmaları değil, insanların salgın sebebiyle ya da terör (ya da uzaylılar?) bu gözetim dünyasına gönüllü olarak girmek istemeleri olabilir. 11 Eylül’den sonra terör sebebiyle pek çok sınırlamayı, kısıtlamayı, devletin yeni kontrol yöntemlerini bütün dünya kabullenmedi mi, hatta güvenlik endişesiyle desteklemedi mi? (Bütün dünya derken, unutmayalım ki ciddi bir muhalefet oldu tabii, hâlâ var.)
Asıl korkulacak şey, bu rıza üretimi olsa gerek. Sosyal medyada herkesin gönüllü bir şekilde “paylaştığı” bilgiler, otuz yıl önce insanların herkese ilan etmek istemeyeceği mahrem şeyler olarak görülmüyor muydu? Bu konuda en çok eleştirilen Facebook’tu, Zuckerberg 10 yıl kadar önce milyonlarca kullanıcının bilgilerini kendilerine sormadan açmakla suçlanınca “mahremiyet artık toplumsal bir norm değil” diyerek işin içinden çıkmıştı. Dediği şey çok tartışıldı, ama şu anda on yıl öncesine göre “daha geçerli” görünüyor. Basit bir sebepten: Sosyal medya çağının mahremiyet normlarıyla büyümüş bir kuşak var artık…
(Cep telefonlarının yaygınlaştığı yıllarda, yaşını başını almış bir tanıdığım, ev telefonlarından farklı olarak bu küçük cihazların mahremiyeti hiçe saydıklarını düşünüyordu: Ev telefonu salonda dururmuş, ama ben birini cepten aradığımda, yatak odasında mı hatta banyoda mı olduğunu bilemiyormuşum. Cep telefonuyla birisini aramak, rahmetliye göre bir mahremiyet ihlaliydi! Şimdi ev telefonunu kırk yılda bir kullanan bir kuşağın kulağına fantastik bir hikâye gibi gelebilir.)
Çin Halk Cumhuriyeti’nin Orwellci bir gözetim ve tahakküm kurması ve bunu en yeni teknolojilerle, yüz milyonlarca kamerayla, yapay zekâ yazılımlarıyla sürdürmesi sürdürülebilir bir şey değil. Sürdürülebilir olmasının tek garantisi, insanların buna rıza göstermesidir, katlanmaları, ses çıkarmamaları değil.
Hâkim fikir, kabaca ABD’nin Cesur Yeni Dünya’ya, Çin Halk Cumhuriyeti’ninse 1984’ün dünyasına yöneldiği şeklinde. İlkinde hazla, ikincisinde baskıyla denetim. İşin ironik tarafı, Cesur Yeni Dünya için ilham kaynağının zaten ABD özellikle de Huxley’in hayran olduğu Ford ve Fordizm oluşu… Orwell, totaliterliğin yükselişinden ürkmüştü. Şimdi tam da onun korktuğu şekilde bir tekno-totaliterlik eğilimi artabilir. Ama burada teknolojiyi günah keçisi haline getirmek doğru değil. Üstelik, dijital teknolojiler ve bilişim, daha önce hiç olmadığı ölçüde merkeziyetçiliğe karşı kaçış noktaları ve muazzam araçlar içeriyor. Yenilenebilir enerji teknolojileri de öyle… Ona kalırsa 20. yüzyılın ilk yarısı ve ortaları totaliter bir dünya için daha uygun şartlar sağlıyordu.
Tabii kritik olan, bu kaçış noktalarının ve teknolojinin sunduğu araçların kullanılabilmesi. İnternetin hayatımıza girişinden sonra olup bitenler, bunun bir örneği sayılabilir: Merkezsiz, anarşik bir ortam, muazzam bir özgürlük alanıydı internet. Dünyaya barışı getirecek bir mucize. Hükümetler internete yavaş yavaş nüfuz etmeye, onu kontrol etme yollarını geliştirmeye başladıkça işler değişti. Ama hâlâ internet sayesinde, dünyanın dört bir yanında birlikte çalışmanın, örgütlenmenin, birlikte bir şeyler üretmenin yepyeni yolları keşfediliyor. Bunların sonuçlarını da görebiliyoruz. Devasa firmaların, hükümetlerin yapmayı başaramadığı, hatta denemeyi bile düşünemediği projeler gönüllülük esasına göre yapılabiliyor, mucizevi değil mi?
Kötümser olmayı gerektirecek bir konu da şu: Her konuda ölçekler büyüyor, hem yapılanlar hem de tehditler küresel ölçekte. Ölçeğin bu denli büyümesi ve bunun görülebilir oluşu, bireyleri ve küçük grupları, muhalefeti çaresizlik duygusuna sevk ediyor. Devasa gökdelenlerin, birbirinden şekilsiz dev yapıları birer tehdit unsuru, birer gözdağı olduğu söylenebilir belki.
İyimserlik için bir sebep: Belki bu salgın, bazı dönüşümlerin hızlanmasına yol açacaktır. Dijital teknolojilerin, robotikleşmenin, yapay zekâ uygulamalarının ve internetin aslında kapitalist mantıkla çelişen sonuçlara gebe olduğu epeydir biliniyor, tartışılıyor. Kapitalizm başka bir şeye mi evrilecek, yerini daha demokratik, sosyalist bir sisteme mi bırakacak, yoksa daha otoriter ve kapalı rejimlere, bir tür tekno-feodalizme mi? Ve/veya kapitalizmin işleyemez olduğu uzunca bir süre boyunca kaos ve istikrarsızlık mı hüküm sürecek? Salgınların ve küresel iklim krizinin bir hızlandırıcı dış faktör olarak burada rol oynadığı, oynayacağı söylenebilir. Bütün bu değişimler tabii ki bizim, bu gezegende yaşayan milyarlarca insanın dışında şeyler değil, önemli olan bu kritik dönüm noktalarında değişimin yönünün daha insanca bir düzene çevrilebilmesi. Çok kaba bir benzetmeyle teknoloji özelinde şunu demek mümkün: O kadar temel insani etkinliklere içkin bir alan ki bu, teknolojik gelişimi durdurmak mümkün değildir. Suyu engelleyemezsiniz; her zaman su çatlağını bulur. Luddizm daha baştan kaybetmeye mahkûmdu. Engellemek boşuna çabadır; ama suyu yönlendirebilirsiniz. Teknolojiye direnmek, Luddist olmak yerine, onu sahiplenmekten, kamusal ve açık bir hale getirmekten söz ediyorum. 1980’ler gibi bugünden neoliberalizmin altın yılları olarak hatırladığımız bir dönemde, birtakım isimsiz mühendisler, akademisyenler, gönüllüler ve hacker’lar, tam da bunu yaptılar ve bu sayede internet diye bir şey var elimizin altında! (Sermayenin ve devletin iki ayrı koldan internete topyekûn saldırısı, bu saldırılar sonucu ortaya çıkan reklamlar, troller, yalana dayalı sosyal medya… elimizdekinin kamusal bir mucize olduğu gerçeğini değiştirmez.)
- Peki, yine “teknolojik-kültürel karamsarlığa” pabuç bırakmama faslından, salgın tecrübesinin, “bize” ucunu gösterdiği olanaklar var mı? Kullanamadığımız olanaklar da olabilir…
İyi tarafından bakalım: Son 40 yıldır –az değil, 40 yıl– en başarılı, en esnek ekonomik aktörlerin şirketler olduğuna, hatta giderek devletin bir şirket gibi yönetilmesi gerektiğine dair genel bir inanış vardı, açıkça söylense de söylenmese de kamuoyunda kolektif çabaların (sosyalizmin, toplumsal örgütlerin, kooperatiflerin vb.) akıntıya kürek çekmek olduğu, rasyonel ve etkili şekilde çalışan piyasa aklıyla, rekabet esasına dayanan mantıkla asla yarışamayacakları yolunda kuvvetli bir kanaat oluşmuştu, oluşturulmuştu. Bence sol bile yüksek sesle söylediklerinde o kadar kararlı ve ısrarcı değildi, bir çaresizlik, seçeneksizlik havası vardı. Bu salgın, söz konusu havayı bir anda dağıtamazdı elbet, dağıtmadı da, ama neoliberalizmin biçimlendirdiği dünyanın ne kadar kırılgan, çaresiz ve irrasyonel olduğunu gösterdi. Bir taraftan da, çok abartılan tuvalet kâğıdı menkıbelerinin ve zombi filmlerinin tersine, insanların sürü olmadığı bir kez daha ortaya çıktı: Yardımlaşmak, kolektif davranmak, ortak akıl ve hızlı iletişimle hareket etmek gibi konularda, sandığımızın aksine hiç fena değilmişiz, bu ortaya çıktı. Bütün bir toplum dayanışma esasında örgütlenmişken neo-Darwinci, bireyci vahşi rekabetin göklere çıkarılmasının, sanki dünya bu rekabet sayesinde ayakta duruyormuş gibi davranılmasının ucuzluğu ve saçmalığı görünür oldu. Kamu diye bir şeyin var olduğu hatırlandı! Müşterekler! Görünmez çalışanların (sağlık emekçilerinin, kargocuların, market elemanlarının…) emeği görünür hale geldi. Küresel bir felaketle ulusal mücadelenin nafileliği tescillendi – üstelik dost ve müttefik ülkeler kendi aralarında dayanışma refleksini bile gösteremediler… Bütün new age saçmalıklarının ortasında sürekli olarak hor görülen bilimin, uygulamalı bir bilim olan tıbbın vazgeçilmez bir kılavuz olduğu anlaşıldı… Aşı karşıtları korona aşısı bekliyor olabilir şuralarda bir yerlerde!
Salgın bittiği gün, bütün bunlar ânında unutulursa eskisinden daha kötü bir noktaya gelmiş, gerilemiş olacağız: İflas ettiği küresel bir salgınla ayan beyan ortaya çıkan bir sistemin, takke düşüp kel göründükten sonra da yoluna devam edebilmesi, radikal değişim için son büyük fırsatlardan birinin kaçması demek. (Son derken, bizim ömrü hayatımız içinde son. Belki o bile değil!) Salgının “hepimizin aynı gemide olduğu”nu hatırlattığı söyleniyor, ama bu pandemi bittikten sonra her şey eskisi gibi devam ederse aynı gemi hikâyesi yalan olacak, ya da daha kötüsü aynı gemide olduğumuzu bile bile aynı hayatı sürdürmek artık irrasyonelliğin, yeri geldiğinde vicdansızlığın daniskası olacak.
Bunlar kendi kendine değil, ancak toplumsal mücadeleyle olabilecek şeyler. Ama hiç olmazsa mücadele edenler artık haklılıklarını içten içe, kuvvetle hissediyor olacaklar. Çok önemli bir fark bu: Denebilir ki iktidarın elinde şimdiye dek hiç görülmemiş ölçüde büyük bir güç var. Doğru. Ama 1950’lerin hâkim teknolojilerini düşünelim. Nükleer enerjiden bilgi-işleme, uzay çalışmalarından genetiğe kadar hepsi merkezî planlamayla, ancak devletin yatırımlarıyla, merkezî bir hükümet tarafından gerçekleştirilebilecek şeylerdi. Günümüzde bilgi-işlem bir yana, enerji teknolojileri bile âdem-i merkeziyetçi bir yola girebilme şansına sahip. Bir şans daha mevcut: Sağlık, eğitim, enerji gibi alanlar devletin ya da sadece kâr güdüsüyle hareket eden şirketlerin güdümünden çıkıp kamusallaşabilir. Dijital teknolojiler bunların önündeki pratik ve teknik güçlükleri ortadan kaldırıyor. Ayrıca bu teknolojilerin şeffaflığa daha yatkın olduğunu, devlet eliyle internete, bilginin dolaşımına vurulmaya çalışılan darbelerin boşa çıktığını biliyoruz. Hükümetlerin şu ana kadar bu konuda en başarılı olduğu nokta, bilginin yayılmasını önlemek değil, dezenformasyon, yalan ve alakasız bilgi bombardımanıyla ortalığı karartmak şeklinde oldu. Bu gezegene yayılmış kaç yüz bin kişilik bir troller ordusu var? Çok iç karartıcı bir görünüm… Ama buna başvurulmak zorunda kalınması bile başka pek bir çarenin olmadığını gösteriyor. Şu anda hakikati söylemekten çok, o hakikatin kendi bağlamı içinde kalmasını sağlamaya çalışmak daha önemli.
Sosyal medyanın baştan aşağı yalan dolanla, komplo teorileriyle, uydurmalar ve çamur atmalarla dolu olduğundan herkes yakınıyor. İyimser bir bakışla, bu yeni oyuncaklara zamanla alışacağımız ve bilgi kirliliğinin azalacağı tahmininde bulunabiliriz. Bir de şunu unutmamalı: Facebook benzeri sosyal medya araçları, gelirlerini yalandan elde ediyorlar, hakikat para getirmiyor. Dünyanın en büyük haber kaynağı olmakla övünen sosyal medya araçlarının, bu haberleri denetleyen tek bir editörleri bile yok. Sadece algoritmalar var; bu algoritmaların da izlenme sayısına ve gelire odaklı olduğu biliniyor. Sorun bir kez daha para, teknoloji değil. Nitekim Wikipedia, WT: Social diye reklamsız bir sosyal medya aracını tanıttı…
Yakında nesnelerin interneti ve blok zinciri uygulamalarının yaygınlaşmasıyla merkezî kontrolü iyiden iyiye zorlaşan bir “ağa dayalı toplum” modeli içinde yaşamaya başlayacağız. Blok zinciri, şu anda Bitcoin gibi para kazandıran, borsa benzeri gibi bir teknoloji olarak görülüyor ama aslında burada mesele, paranın dijitalleşmesinden çok, dijitalleşen paranın saydamlaşması, şeffaf ve izlenebilir bir soyut ölçü haline gelmesi. Daha ileride finans dünyasının şu anki büyük gücünün kırılmasına kadar gidebilir bu saydamlaşmanın sonuçları. Peki, bütün bunlar yüzünden, devlet bizim hakkımızda çok daha fazla bilgi sahibi olmayacak mı? Sürekli bizi izleyen bir göz olmayacak mı? Evet, tabii ki olacak. Donald Trump’a seçim kazandıran big data, bulutta, dev veri çiftliklerinde işlenen veri okyanusu tabii ki her şekilde işlenmeye açık. Bizi izleyen sayısız göz var üstelik, tek bir Büyük Birader değil. Burada eski dünyanın mahremiyet ölçülerine dayanarak kendimizi korumaya çalışmak gerçekçi değil. Öte yandan toplanan verilerin, işlenen bilgilerin saydam olmasını istemek, benim hakkımda elde edilen bilgilere her an erişimim olmasını talep etmek en temel haklardan biri olmalı.
İnternetin kısa tarihi bize şunu gösterdi: Ağ üzerinde sürekli ilişki içinde olmak, sosyal ağları birer eylem platformu olarak kullanmak muhalefete muazzam bir ivme kazandırıyor. Ama sadece internete dayalı bir eylem biçimi başladığı ve yayıldığı gibi hızla sönebiliyor. Kalıcı bir etki yaratabilmek için birlikte iş yapma pratiği her şeyden daha önemli.
- Bunlarla da bağlantılı sanırım… İster modernizm eleştirisiyle diyelim ister post-modernizmin etkisiyle, ister yakın zamanlarda “post-truth”çulukla, uzun süredir itibardan düşmüş olan bilimsel-teknolojik aklın yeniden itibar kazandığı, kazanacağı, kazanması gerektiği beklentisine ne dersin? Bundan bir yeni-Aydınlanma parlaması gibi bir bereket umanlar da yok değil. Öyle mi? Buradan da bir bilimsel-teknolojik otoriteryanizm doğması, hem de bunun “düz” otoriteryanizmlerle kola kola girmesi ihtimalini nasıl görürsün?
Rasyonel aklın itibar kazanması beklentisi var, evet. Hiç fena da olmaz doğrusu… Aşı konusu mesela: İstatistiklere ve tarihe bakınca rahatlıkla şunu söyleyebiliriz. Topu topu yüz yüz elli yıl önce, çocuğunu bebeğini kaybetmemiş ebeveyn sayısı çok azdı. Tek başına bu bile, günümüzdeki hayatla o dönem arasında ne büyük bir uçurum olduğunu göstermiyor mu?
Çocuk ve bebek ölümlerinin sıfıra yaklaşması, günümüz biliminin, tıbbının hatta medeniyetimizin en büyük başarılarından biri. Aslında bütün bir toplumu baştan aşağı dönüştürmüş bir başarı üstelik. Buna rağmen dünyanın çeşitli yerlerinde aşı karşıtı hareketler baş gösterebildi, hatta o derece yayılabildiler ki aşılama ile elde edilen kazanımlardan geriye dönüldüğü, bazı bulaşıcı hastalıkların hortladığı görüldü.
Burada bilim ile teknolojiyi birbirinden keskin bir şekilde ayırmamız gerek bence. Tarihleri de çok farklı: Arkeologlar taş devri teknolojisinden söz ettiklerinde kulağa saçma gelebilir ama teknoloji dediğimiz şeyin yüz binlerce yıllık bir tarihi var. Tekrara düşmek pahasına söyleyeyim; işin esası, insan dediğimiz varlık, hiçbir zaman “çıplak maymun” olmadı, iki büyük avantajı vardı: Birincisi, “çıplak maymun”un gövdesi çok değişik ortamlara uyum sağlayabiliyordu, sivri dişleri yoktu, en hızlı koşan hayvan değildi ama ortalamada çok esnek davranabiliyordu, dolayısıyla güçsüz, zavallı bir gövde üzerindeki bilgisayar gibi bir beyin değildi insanı insan yapan. O beyni de, yaratan aletlerle ilişkisi olmuştu; insansılar elleriyle aletleri, taşları biçimlendirip şekillendirebiliyor, kafasında canlandırdığı şeyleri yaratabiliyorlardı. Teknoloji diye adlandırdığımız şeyler, daha baştan insanın en temel insani etkinliklerinin başında geliyordu, büyüyle, ritüellerle ve dinle iç içe… Kaldı ki hâlâ dinle ve inanç dünyasıyla bağını koparmış değildir teknoloji.
Bilim ise çok yeni. Antik Yunan’daki parlamadan sonra modern bilimlerin ortaya çıkışı için Yeniçağ’ı beklemek gerekti. Bilimsel yöntemin, bilimsel aklın en medeni, en aydınlanmış toplumlarda bile tamamen sindirildiğini söylemek güç. Evrim-yaratılışçılık meselesine girmeye gerek yok ama, yaratılışçılığın evrim karşısına konabileceğini düşünen okumuş yazmış o kadar çok insan var ki dünyada; bilimsel aklın aydınlar arasında bile çok kökleşmiş olmadığı anlaşılıyor… Bilim yüce bir şey olduğundan değil: Bilim her şeyden önce bir yöntemler bütünüdür. Yazdığınız şeyler, yaptığınız araştırma ya da deney, ölçülebilir ve tekrarlanabilir kurallara uyuyor ve buna rağmen geçerliliğini sürdürüyorsa bilimsel olur, yoksa bilimsellik bir derinlik ya da karmaşıklık ölçüsü değildir. Bir kanaatler bütününü bilimsel kisveye sokan yaratılışçılık gibi bir yaklaşımı bilimin sınırları içinde görmek bu yüzden çılgıncadır. Çılgınca değilse, bilimsel akıl yürütmeyle safsatayı birbirinden ayıramamaktır.
Bilimin ve bilimcilerin itibar kaybı, biraz son elli yılda bilimin teknolojinin yörüngesine girmesiyle de ilişkili bir şey. Hele son otuz kırk yıl içinde dünyada üniversitelerin zayıflatılması, ancak bir yarar, teknolojik bir buluş geldiği zaman bilimin makbul sayılması, dolayısıyla her tür kamu etkinliği gibi bilimsel etkinliğin de bir kâr mantığı içinde değerlendirilmesi, bu itibar kaybının en büyük sebeplerinden biri… Bilim felsefecilerinin özeleştirisinin bilime saldırı imkânı olarak değerlendirilmesi, bilimsel bilgilerin bir görelilik sarmalı içinde hafifsenmesine kadar giden postmodern anlayışlar… Bilimsel işleyişten tamamen bihaber kanaat önderlerinin inançla bilimi karşılaştırması ve bu karşılaştırmadan hep bilimin zararlı çıkması…
Post-truth burada çok önemli değil, olsa olsa üstüne tüy dikmek diye tabir edilebilir. Çünkü hakikat-sonrası diskur öyle bir bulamaç ki değil bilimle, herhangi bir akıl yürütmeyle aynı kefeye konamaz. Koyduğumuz an kefenin rasyonel tarafı da anlamsızlaşır; “post-truth”un numarası burada: Kendisiyle birlikte aynı çukura düşürmesi her şeyi.
Salgın sonrası dünya bugünkünden farklı olacak, haliyle. Ama baştan aşağı da yenilenmeyecek. Yepyeni bir Aydınlanma ya da bilime iade-i itibar beklemek fazla iyimserlik olur. Çünkü bilimin salgın sırasında işe yaradığı görüldü ama kabul etmek gerekir ki bilimsel etkinlik çok büyük oranda faydasızdır, bir fayda için yapılmaz. (Ünlü fizikçi ve dalgacı Richard Feynman, bir rivayete göre “bilim seks gibidir,” demiş, “zaman zaman yararlı sonuçları olur, ama bu sonuçlar için yapmayız onu biz.”) Dolayısıyla kısa vadede teknokratların çok ön plana çıkması beklenebilir, bilimcilerin değil. Zaten çok uzun bir zamandır bilim, teknolojiye hammadde sağlayan bir madenden ibaret görülmüyor muydu? Tek bir salgının bunu değiştirmesi güç.
Belki sözde-bilimlerin, modern hurafelerin itibar kaybına uğramasını bekleyebiliriz. Bilimin kamu sağlığı konusunda söylediklerine daha çok itibar edilebilir bundan sonra. COVID-19 salgını ve karantina günlerinden sonra da aşı karşıtı olmaya devam edecekler için sanırım söyleyecek fazla bir şey yok. Düz dünyacılar için de.
Bu salgına bir bilimsel-teknolojik bir otoriteryanizmin doğuşunun yol açtığını hayal etmek çok güç geliyor bana. Öte yandan post-truth atmosferinin biraz dağılmasını, samimi cehalet övgüsünün azalmasını bekleyebiliriz. Belki de farklı medyalarda bilimsel otorite sesini biraz daha duyurma imkânı bulabilir artık.
Hem yönetimleri hem de kültürleri itibariyle otoriterliğe meyleden ülkelerin bu salgına planlı programlı ve hızlı tepki vermeleri, otoriteryenlik heveslileri için bir dayanak noktası teşkil edebilir. Otoriteryen yönetimlerin bilimi-teknolojiyi kullanması, hatta kendilerine uygun bilimler yaratmaya çalışmaları görülmemiş şeyler değil. Dijital teknolojilerin kapitalizmin altını oymasıyla birlikte bir tekno-feodalizm döneminin başlama ihtimali, salgından önce de tartışılıyordu. “Bilgi çağında” böyle bir şey mümkün değil diyemeyiz. Bir ara ne çok denmişti! 1990’larda artık darbelerin imkânsız olduğunu söylemek için, “asker hangi televizyon kanalını kapatacak?” diye sorulurdu. Çok fazla TV kanalı, çok sayıda gazete, çok sesliliğin garantisi olarak görülüyordu. (Ona kalırsa, özel okullar da resmî ideolojinin dışına çıkabilme potansiyelini barındırdıkları için soldan bile destek görebiliyordu!) Bu konuda daha fazla bir şey söylemeyeyim; sadece şunu hatırlatayım, bugün daha da fazla TV kanalımız var!
Temsili demokrasinin bir kriz içinde olduğu muhakkak. Bu krizin ekonomik krizle birlikte otoriterliğe yol vermesi, tehlikeli bir ihtimal. 2008 kriziyle birlikte dünya giderek tehlikeli bir şekilde 1930’ların dünyasını andırmıyor mu?
Robotlaşma (otomasyon), yapay zekâ, internet, blok zinciri, nesnelerin interneti… Büyük bir dijital-teknolojik dönüşüm, küresel salgın, küresel iklim krizi: Üçü bir arada. Bir dördüncü faktör, bu gezegende yaşayan insanlar. Güvenmemiz gereken şey de onlar. Yani biz. Devrim denen şey önce insanların zihninde gerçekleşiyor olmalı. Hiç görmedim, nerden bileyim?
Aslında bu doğru değil. Büyük harfle yazılan Devrim’i görmedik ve belki göremeyeceksek de, pek çok devrime tanık olmuşluğumuz var. Tam da insanların zihninde gerçekleşen, usul usul, sessiz sedasız kendini kabul ettiren, olduktan sonra farkına vardığımız devrimler bunlar. Usul usul derken, çaba ve mücadele gerektirmediklerini kastediyor değilim. O mücadelelerle biriken bir şeylerin, zamanın ve bazı tetikleyici faktörlerin sonuçları... İşte bu salgın, yaşayışımızdaki irili ufaklı devrimleri tetikleyebilir, kimbilir…