Bir şeyin gerçek anlamıyla beklenmedik olabilmesi için birdenbire ve ansızın olmasının ötesinde bulgularına daha önce sahip olunmayan, onu işaret edecek herhangi bir durumun oluşmadığı, tamamıyla sürpriz ve öngörülemeyen bir şeyden bahsetmemiz gerekir. Hâlbuki öyle olmadığını görüyoruz. Koronavirüsün (Covid-19) yakın geçmişteki domuz gribi gibi diğer pandemiler, SARS, MERS ve Ebola gibi virüslerin gerçekleşme koşullarıyla benzerlikleri vardır. Ortaya çıktıkları yerler, yayılma koşulları ve yayılma hızları gibi, çok sayıda ders çıkarılacak kesişmenin olduğu söylenebilir. Ulusal ve uluslararası düzeyde toplum sağlığı adına karar vericilerin, pandemik hastalık deneyimleriyle kendi gerçekliği içinde yüzleşmek yerine, acil durum ortadan kalktığında rehavete kapılmaları, toplumsal bedelleri ağır ve telafi edilemez etkilere sebebiyet veriyor.
Geçmişle yüzleşme süreçlerinde olduğu gibi karar aktörleri tarafından salgının yeterince ciddiye alınmaması konusunda toplumdan af dilenerek, “bir daha asla” mesajının topluma ulaştırılacağı bir süreç yaşanmayacak. Bunun nedeni salgın tehdidini sürekli olarak farklı dozajlarda yaşamaya devam edecek olmamız. Öte yandan politikacıların adaletli ve eşitlikçi anlamlarıyla gerçekçi politikalar üretmeleri ancak mevcut sistemin çökertilmesi ya da kökten dönüşümü ile mümkün olabilir. Artık salgınlarla mücadelede sınıfsal eşitsizliklerin ayan beyan su yüzüne çıkması ve baskı oluşturması, sosyo-politik süreçler içinde aktörlerin hazırlıklı olmalarını ve topluma güven sağlayacak roller üstlenmelerini gerektiriyor. Dolayısıyla kaçınılmaz olanın beklenmedik bir şey gibi görülmesi ya da gösterilmesi ancak bir zaman kazanma stratejisi olabilir.
Kaçınılmaz şekilde rastlaştığımız salgın, gündelik hayat içinde gidip geldiğimiz çalışma, ev ve sosyal hayat üçgeninin tam orta yerinde adeta bir bomba gibi patladı. Hayatımızı salgından önce ve sonra olarak doğrudan virüsün açtığı bir yarıkla birbirinden ayırabiliyoruz. Bundan sonrasında bireysel olarak yapacağımız tercihler, alacağımız kararlar ve mecburiyetler tüm toplumu etkileyecek.
Bu anlamıyla yakın geçmişte bu durumla eşleştirebilecek yegâne dönüm noktası Gezi direnişidir.1 Gezi’de, iktidarın kendini desteklemeyen halkın yarısını hatta ona göre yarı-halkı görmezden gelmesiyle fitil ateşlenmişti. Gezi, benin bize dönüştüğü, alınan kararların herkesi etkileyeceği kavrayışıyla sokaklarda, kamusal alanda, bedenin ve söylemin performatifliğiyle herkesin birbirini tehlikeden sakındığı, birbirini beslediği bir süreçti. Yaşam hakkını hedef alan, biyolojik bir tehdit oluşturan virüsün, ulusal ölçekte bir alarm durumu olarak algılanmasıyla beraber bizler, bu kez sokağa çıkarak değil evde kalarak, eylem yaparak değil sosyal medyada toplumsal muhalefeti güçlendirerek rol aldık. Bilimsel söylemler ile yaygara arasında gidip gelmesi ve komplo teorilerinin eksik olmamasına rağmen sosyal medyanın yaşam alanı haline geldiği bir zamandayız. Burası aynı zamanda eylemsizliğin eyleme dönüştüğü bir durak…
Foto: ŞENER YILMAZ ASLAN
Bedensel performatifliğin ise sağlık çalışanlarına ve mavi yakalı, serbest çalışan ve temel ihtiyaç odaklı esnafa ve temelde güvencesiz emekçilere kaldığını gözlemliyoruz. Bunun yanında masa başı mesaisi artmış olan bir kesim var. Esnek çalışma düzenine geçiş yapan, ekran karşısında mesai yapan beyaz yakalılar için sömürü katsayısı yüksek ve daha sınırsızca sömürülen bir zaman mefhumu işliyor. Onların salgın gündeminden psikolojik olarak etkilenmeye de hakları yok sayılabiliyor.
Foto: ŞENER YILMAZ ASLAN
Gezi’yle beraber otorite yanlısı ve muhalif olan kesim arasında keskinleşen kutuplaşma, bu sefer geçinme derdiyle sokağa çıkmak mecburiyetinde olan ve evde kalabilen arasındaki ayrım üzerinden görünür olabiliyor. Daha derinde olan ise her zamanki gibi güçsüzün, sesi duyulmayanın, çocuk işçinin, çekik gözlünün, göçmen olanın, trans olanın, yaşlı ve hasta olanın değersiz sayıldığı ve hor görüldüğü bir tabloda ortaya çıktı.
Bu olağanüstü hal, salgının istatistiki değerlerinin yükselişe geçmesiyle beraber en güvencesiz kesim olan ucuz işgücünün sistemi zorlayıp, devleti çözüme zorlayacağı yönünde neoliberalizmin sürdürülemezliğini kanıtlayan bir itkiyi ortaya çıkarabilir.
Çünkü sistem, çoğunluk için “öldürmeyip süründüren” bir vizyon üzerine inşa edilmişken, bu gerçekleştirilemez hale geldiğinde sosyal bir patlamanın ayak sesleri duyulabilir, kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış bir çoğunluğun gazabıyla baş başa kalınabilir. Dolayısıyla Gezi direnişi ve virüs arasında bireysellik ve kolektiflik arasındaki ilişki, iktidar ile toplumsal muhalefet arasında gerçekleşen mücadele, yerel olanla küresel olan arasındaki ortak “kader” birliği duygusu gibi tartışmanın iki kutbunu oluşturacak başlıklar kullanışlı olacaktır.
Gezi direnişi, kamusal alanda birlikte olmanın gücüyle mücadele dinamiklerini kuran, kent hakkı, bellek hakkı, yaşam hakkı savunusunu taşıyan bir toplumsal karşı çıkış, otoriteye ve totaliter devlete karşı gerçekleşen bir direnişti. Salgın ise biyolojik olarak, bedeni eve kapanmaya iten, yalnız ama birlikte, fiziksel olarak yalnızlaşmış ama toplumsal olarak ortak karar alma ve dayanışma mekanizmalarını pekiştiren bir yapıya sahiptir. Dayanışmanın güçlendirilmesine muhtaç, toplum sağlığı açısından “iyi hali” korumayı hedefleyen bir eğilimi vardır. Diğer yandan kırılgan olanın daha da kırılgan hale geldiği, güç odaklarının ise kırılganlara karşı sessizliklerini ya da gizil tepkilerini beraber örgütledikleri söylenebilir.
Henüz bu günlerde, şimdiye tanık olduğumuz ve tazeliğiyle üzerine düşünmek için yeterince zamana sahip olmadığımızı düşünürsek belki güçlü ve emin çıkarımlarda bulunmak için erken; fakat vurgulanması gereken bir konu var. Bütün bu süreçler yaşanırken hak temelli mücadeleyi, kırılganı sahiplenmeyi, yaşlı olanı savunmayı, evde kalamayanı desteklemenin yöntemlerini öğrenirken diğer yandan toplumsal belleği nasıl örgütleyeceğimize dair de düşünsel pratik yapmaya mecburuz.
Toplumsal bellek perspektifini daha iyi kavrayabilmek için şimdinin tarihi kavramına değinmek iyi olabilir. Gezi gerçekleştikten sonra Toplumsal Tarih dergisi dosya konusu kapsamında “Şimdiki Zamanın Tarihini Kim Yazar?” sorusunu tartışmaya açmıştı. Bu sayıda, belleğin tarihten kaçarak geçmişten şimdiye taşınması ve yöntem, malzeme bakımından aktarımın kavramsal tartışması yer almıştı. Türkçe literatürde başka yerlerde tek tük bahsedilmesinin dışında “şimdinin tarihi” maalesef işlenen bir konu olmadı.
İçinde bulunduğumuz koşullar ile eşleşen, geçmişte ona tekabül edecek bir örnek ya da doğrudan yaşanan bir deneyim olmadığında, alışılmışın ya da normal olarak içselleştirilenlerin hızlıca dönüşüme uğradığına tanık olduğumuzda, bellek daha hayati bir anlama bürünür. Örnek olarak farklı bağlamlarda neoliberalizm, toplumsal politika ya da gündelik hayat tartışmasını çağırması bakımından Gezi Direnişi ya da karantina gölgesinde koronavirüs salgını, toplumsal hijyen ve biyolojik tedbirler bakımından kolera salgını gibi örnekler akla gelebilir.
Ali Artun’un “Ütopya’nın Sonu mu?” sorusuna verdiği yanıtı bunu akla getiriyor:
Küreselleşme ve neoliberalizmin kültürel politikası olan postmodernizm, tarihin sonunu ilan etti. Zaman kavrayışının “şimdi”ye hapsedilmesi sonucunda, gelecek umutları anlamsızlaştı. Ortalığı bir “distopya” edebiyatı sardı. Bu edebiyata göre, şimdiki zamanda yaşadığımız mahşer mutlaktı; hiçbir zaman değişmeyecekti. Ama bu distopya hikâyesi tutmadı. Küreselleşmenin yaşadığı krizlerle birlikte, insanlar gene ütopyalarının peşine düştü. Gezi Parkı’ndakiler, hemen orada bir ütopya yaratmadılar mı? (Artun, 2017).
Şimdiki zamanda gerçekleşeni, tarihsel, ekonomik ve politik bağlamından muaf saymadan makro ve mikro ölçeğiyle birlikte düşünebilmek, geçmişi, bugünü ve yarını aynı kadrajın içerisinde tartışabilmek gerekiyor. Aksi halde tuzağa düşebiliriz. Burada kapanın nasıl kurulduğu şöyle tarif edilebilir: Gezi direnişi ve salgının ortaklaştığı merkezî nokta öznesizlik zeminidir. Gezi’de lider özne, proletaryanın öznesi ya da devrimin öznesi olmadığı gibi salgında da tarihin ya da siyasetin öznesinden bahsetmek mümkün değildir. Öznesiz özneler Gezi’de meydanları doldururken, salgında sadece meydanları değil tüm kamusal alanları ve sokakları birlikte boşalttılar. Meydanlar kimin? Meydanları doldururken kazandık, boşaltırken kayıp mı ettik? Hayır. Meydanlar, sadece iktidarın bedenler üzerinde hak iddiasına karşı mücadele edilen yer miydi? Hayır. Yaşamsal bir tehdide rağmen sokağa çıkmaya mecbur olan “diğerlerini” ayırıyoruz. Şimdi kimileri için yuva kimileri için hapishane olan evler, öznelerin öznelliklerini yeniden keşfettiği bir yer değil mi?
Neoliberal hegemonyanın saldırısı altında, paranın içinde özgürce dolaştığı piyasa ekonomisi koşulları “viral” olanla oldukça benzeşir. Örneğin kredi kartları gibi tüketim odaklı uygulamalar, kimlik tanımlama işlevine sahip güvenlik teknolojileri, medya ve iletişim teknikleri gibi araçlar devletlerin virüsle mücadelesi için kullanışlı hale geliyor (BBC, 2020).
Salgını kontrol altına alma yöntemi, halkın hareketliliğinin adım adım takip edilmesinin bireysel özgürlükleri ve veri gizliliğini doğrudan ihlal edileceğine dair tartışmalar yaratıyor. Çin’de kullanılan bu yöntem, cep telefonlarına indirilen uygulamayla, bireylerin sağlık durumlarını takibe alıyor. Bilgiler merkezî bir veri tabanına aktarılarak kaydediliyor. Yeşil, sarı ve kırmızı kodlarla bireysel davranış komutlarına uyulup uyulmadığı denetleniyor. İnsanların hastalık kapmamak için ya da hastalıkla mücadele için kendilerini, her türlü özgürlüklerinin elinden alınması ve bu verilerin başka amaçlarla kullanılması riskine rağmen devletlere emanet etmeleri üzerine düşünmeye değer. Kulağa oldukça distopik gelen takibin yanında ilginç tartışmalardan bir diğeri halkın insansız hava araçlarıyla (drone) uyarılması (D’Amore, 2020). “Uçan polisler” “maskesiz yürümeyin, eve dönseniz iyi olur, ellerinizi yıkamayı unutmayın” uyarılarını vatandaşlara havadan dağıtıyor. Gezi’yi çağrıştıran bir başka tersinden ortaklık ortaya çıkıyor. Bir drone polis saldırısını kaydediyor ve sonunda polis tarafından hedef alınarak düşürülüyor (K., 2013). Bugün ise BBC tarafında Drone ile İstanbul’u gezebiliyor, meydanlardaki boşluğun kasvetine ekran başında dalıp gidiyorsunuz (Drone İstanbul, 2020).
Başka bir çağrışımla devam edelim. Göz önünde birbirini çağrıştıran farklı şekillerde fotoğraflanan, Taksim’den iki sahne var. Biri İstiklal Caddesi’nde atılan biber gazından etkilenmemek için takılan maskelerin göründüğü bir çatışma fotoğrafı diğeri ise Taksim Meydanı’nda salgın günlerinde sokağa çıkmak zorunda kalanların virüsten korunmak için ve özellikle taşıyıcı olma riski varsa virüsü yaymamak için maske taktığı fotoğraf.
Toplumsal muhalefet, Gezi’de özgürlükleri savunmasına karşılık, salgında karantina önlemlerinin alınmasında yaşanan gecikme ve çeşitli konularda tartışma açtı. Gerçekçi olmaktan uzak ekonomik önerilere karşı bir kamyon şoföründen #evdekal çağrısına tepki olarak gelen “sistem eleştirisi” içerikli video yanıt, gözaltıyla noktalandı. Vaka ve ölüm sayılarının salgının ilk günlerinde il bazında açıklanmaması ya da kendi tanıklığını paylaşan doktorlara çalıştıkları kurumlardan gelen baskıyla iktidardan ve halktan özür dilettirilmesi gibi baskılar, şeffaflık ilkesine aykırı davranışlar karşısında tavır alınarak güç gösterildi. Salgın sürecinde öznesi olmayan muhalefet, halka karşı egemenin dilinin hakikatini sorgulayarak şüpheciliğini korudu.
Toplumsal muhalefetin güçlenmesinin tek koşulu, kamusal alanları doldurmak ve “omuz omuza” birlik olmanın coşkusuyla hareket etmek olmayabilir. Fiziksel olarak bir arada olmayı engelleyen olağanüstü koşullar oluştu. Çoğunlukla eleştirel ve olumsuz anlamıyla kullanılan “klavyeşörlük”, twitter gözaltıları/tutuklamaları düşünülürse, sosyal medyanın muhalefetin politik söyleminin kamusal alanlarından biri olduğunu hatta bir yaşam alanı haline geldiğini kanıtlıyor.
Nitekim içeriklerini hem üretici hem de tüketen olarak kullanıcılarının oluşturduğu, bilgi ve deneyimin paylaşıldığı, aktarıldığı, müzakere edildiği ve saklandığı web 2.0 uygulamalarına dayanan (Wikipedia, Facebook, Twitter, Instagram, Ekşisözlük vb. gibi) web ortamlarının kolektif belleğin oluştuğu yeni bir topos olarak yeni küresel bellek mekânlarına dönüştüğü ileri sürülmektedir (Pentzold, 2009, s. 263).
Toplumsal politika ve kamusallık tek başına mekân kavramıyla açıklanamaz. Zaman kavramı, toplumsal mekân ile birlikte çalışır. Bu dönemde geliştirilecek dayanışma mekanizmaları aracılığıyla şimdiye kadar belki de anlamı tam olarak kavranamayan “küresel olanın” çatısı altında toplumsal hakikat düzleminde bir yaşama rejimini gerçek kılacak koşulları konuşmaya başlamak hedeflenebilir. Koronavirüs salgını tartışmasını gündemimize taşıyan, olası yaşam süresini erken sonlandırması ise bunun doğrudan zaman kavramıyla bağını kurabiliriz. Toplumsal olarak yaşamak için öngörülen zamanın makbul görüleni kadar, ölümün arkasındaki değerlendirme, feda edilebilirlik kriteri de değişkenlik gösterir. Aynı zamanda virüsün hareket hızını takip ederek her akşam ölüm sayılarıyla nabız ölçtüğümüz bir toplumsal zamandan bahsedebiliriz.
Yaşamsal ihtiyaçları karşılama odaklı evde kalma faaliyetine eşlik eden en büyük faaliyet olarak salgın gündemli toplumsal muhalefetin dilini takip etmek, fikir üretmek, bunu dile getirmek, ortak ve farklılaşan gündemleri tartışmak, zaman kavramının gündelik hayat rutinleri içerisinde nasıl dönüştüğünü gözlemlemek ilginç bir deneyimdir.
Toplumsal bellek zaman ve mekân mefhumlarının içine yerleşen, onlarla doğrudan ilintili bir kavramdır. Gezi direnişi yeni başladığında pek çok kişi nezdinde toplumsal bakımdan yaşananların tarihte başka bir olayla kıyaslanamaz nitelikte olduğu, bireysel anlamda ise bedenin duygulanım kapasitesini hissettiren bir nitelik taşıdığı yönünde bir kanaat mevcuttu. Eğer Gezi olmasaydı hayat şu an nasıl olurdu ya da biz nasıl olurduk sorusunun yanıtının asla verilemeyeceği şekilde bir değişimin yaşandığından bahsedildi. Bunun yanında birçok kalıplaşmış, “ötekini” dışlayan ya da nefret söylemini üreten dillerin dönüştüğü, bir hesaplaşma ve “ayılma” süreci olduğu gözlemlendi. Bu dönüşümün toplumsal belleğe işlenmesi için bireysel olarak özneler, sürecin kaydedilmesi yönünde tarihe isimlerini nakşetmek uğruna çaba sarf ettiler. Çünkü o an, o şey, o insanlar bir daha olmayacaktı. Olağanüstü zamanların ya da felaketlerin insanların rutinlerini dağıttığı, yok ettiği ya da yeniden biçimlendirdiği durumlarda, toplumsal bellek her zamankinden çok daha değerli bir anlam kazanır.
Toplumsal belleği kurumlar aracılığıyla değil gayri resmi kanallarla biriktirebilmek için dijital teknolojiyle beraber türlü yollar icat edildi. Araçların çeşitliliği gün geçtikçe arttı. Olağanüstü zamanların gündelik yaşamın kendisine dönüşmesiyle kaydetme halinin sıradanlaşması, öznelleşmesi, çoğalması elbette daha “normal” bir hayata geçiş gerçekleştiğinde yüzleşmek ve yaşananları değerlendirip anlamlandırabilmek adına önem taşıdı. Özellikle şimdi, virüsün herkesi sığınaklarına tıkıştırdığı ve engellerle kuşattığı bu zamanlarda hislerin arşivlenmesi anlamlıdır. Anksiyeteyle baş edilemeyen zamanlarda “kendine ait olanın” bulunması ve gerçekleştirilmesi, sağaltıcı bir araca dönüşmesi mümkündür.
Gezi’de akıllı telefonlar aracılığıyla kendi “tarihini” yazanlar, fotoğraf-video arşivlerini tutanlar, biriktirdikleri görsel-işitsel malzemeyi anonim mecralarda depolayıp paylaşanlar oldu. Doğru zaman geldiğinde yüzleşmek üzere bekletilen kişisel arşivler olduğu biliniyor.
Şu anda salgının belleğini tutanlar tarafından da kişisel korona günlükleri üretilerek karantina odaklı yazışmalar ve notlar arşivleniyor, sosyal medya ve video kayıtları biriktiriliyor. Çocuklar tarafından virüse adadıkları #evdekal sloganıyla gökkuşağı resimleri evlerin camlarına yapıştırılarak sokaklara bakan küçük sergiler açılıyor. Dayanışma ve üretim temelli kurulan Whatsapp grupları aracılığıyla kültür sanat alanına sızacak zihinsel üretim faaliyetlerinde ortaklıklar kurularak, yaşanan süreçler belgeleniyor. Bu birikimin hareket sahası açıldığı anda görünür ve duyumsanabilir bir mecraya taşınacağı şüphesiz. Kamusal alandaki üretimlerin çoğunlukla fiziksel olarak sekteye uğramış olması, özneleri bireysel dünyalarında biriktirmeye sevk ediyor. Son olarak olası filmler, gönderilmiş ya da gönderilememiş mektuplar vb. üretimler bir süre sonra ortaya çıkacağa benziyor.
Şimdilik biz, toplumsal bellek çatısı altında gündelik hayatı ya da sıradan olanı kendi ölçeğinde ve sosyal çevre içinde paylaşma stratejilerini üretirken dünyada salgının belleği kimler tarafından, kimler için ve hangi tartışmalarla tutuluyor, birkaç örnekle açıklayayım.
Viyana Müzesi, kentin tarihi üzerine bir koleksiyon projesi olarak korona döneminde günlük yaşamdan nesneler aramaya başladı. Gelecek nesillere, yaşamı derinden değiştiren korona krizinin Viyana için ne anlama geldiğini anlatmak istediler. Viyanalılardan gündelik hayata eşlik eden şeylerin bir kısmının hikâyeleriyle beraber fotoğraflarının Viyana şehir koleksiyonuna dahil edileceğini duyurdular. Çağrıdaki en önemli vurgu, Viyana’nın tarihinin hemen bugünden biriktirilmesiydi. Şehrin en önemli nesne ve bilgi deposu olarak görülen Müze, koleksiyonunu tüm dillerde zenginleştiriyor. Giriş katındaki komşular için destek notu, internetten satın alınan yüz maskesi, iptal edilen konser afişleri, korona günlükleri gibi, gündelik yaşamın parçası haline gelen ve değişen rutinleri anlatan örnekler proje kapsamında toplanıyor. (“Viyana Müzesi”, 2020).
Viyana Müzesi-Birgit ve Peter Kainz
Viyana Müzesi-Christine Pichlh Afer
Başka bir örnek: Finlandiya Ulusal Müzesi “History is here!” (Tarih burada) sloganıyla her gün kültür yarattığımızı, öğrendiklerimiz, miras aldıklarımız ve gözlemlerimizle seçimler yaptığımızı, tarihi içimizde yaşatıp gelecekle birleştirdiğimizi vurguluyor ve müzenin varlığının zamana, hayata ve insanlığa ilham verdiğini belirtiyor. İlgili haberde Finlandiya Ulusal Müzesi çalışanlarının, koronavirüs salgını nedeniyle tarihî anları gerçek zamanlı olarak yakalamaya çalıştıklarından, saklı anlamların nasıl ve ne zaman kullanılacağını bilmeseler de gelecek nesil ziyaretçilerin bu bilgiyi isteyeceklerinden emin olduklarından bahsediliyor (Abend, 2020).
Viyana Müzesi-Maya McKhechneay
Türkiye’de ise gündelik hayatın belgelenmesine dair gelecek vizyonu taşıyan bir adımın atılmadığı söylenebilir. Müzelerin, sergilerini dijital ortamlarda ve çevrimiçi gezilere dönüştürmenin dışında koleksiyon biriktirme girişimleri ya da kriz günlerinde katılımcı ziyaretçi modeli geliştirdikleri henüz görülmedi. Türkiye’nin en büyük metropolü olan İstanbul’da, hâlâ bir kent müzesinin olmaması bu beklentiyi daha gerçek dışı bir noktaya taşıyor da olabilir.
Gündelik hayatınızı belgelediğinizde, malzemeyi emanet edeceğiniz güvenilir kurumlar yoksa bunu kendi ellerinizle yapmanız, kişisel arşivlerinizde korunaklı bir şekilde saklanmanız ve kendi sosyal habitatınız içinde paylaşmanız dışında bir seçenek kalmıyor. Resmî tarihin taşıyıcıları olarak devlet kurumlarının sansürüne uğrama ihtimaliniz de olabilir. Gezi direnişi sırasında ortaya çıkan ve birkaç gün işleyen “Devrim Müzesi” gündelik hayatın politik olduğuna ve resmî tarihin dışında “alternatif” bir gündelik hayat tarihinin örgütlenebileceğine dair iyi bir örnektir. Kendiliğinden ortaya çıkan ve aniden dönüşerek kaybolan olay, fotoğraflar aracılığıyla zihnimizde imgesini taşıdığımız reaktif bir arşivleme ve kendi tarihini kolektif biçimde oluşturma girişimiydi. Neyin unutulmak, neyin hatırlanmak istenileceğine dair inisiyatifi ele alan, nokta atışı bir müdahaleydi.
Devrim Müzesi-Taksim Gezi Parkı / Foto: ŞENER YILMAZ ASLAN
Devrim Müzesi-Taksim Gezi Parkı / Foto: ŞENER YILMAZ ASLAN
Ulusların resmî tarihi, devletler eliyle kurulur, belirledikleri ideolojik ve politik gerekliliklere göre de yeniden ve yeniden düzenlenir. Günümüzde Avrupa’nın farklı kentlerinde veba salgınına dair devasa anıtları görebilirsiniz. Anıtsallık ve bellek ilişkisi başka bir yazının konusu olabilir ama iktidarların coğrafyalarını etkileyen salgınları temsil etme biçimleri üzerine koronavirüs sonrasında yeni ve ilginç tartışmalara rastlayabiliriz. Henüz salgının ilk günlerinde Valencia’da salgın yüzünden gerçekleştirilemeyen bir festivaldeki devasa heykele vinçler yardımıyla işçiler maske giydirdi. (Chappell, 2020)
Linz Veba Anıtı / Foto: Orhan Cem Çetin
Linz Veba Anıtı / Foto: Orhan Cem Çetin
Sonuç olarak hatırlama ve unutma ilişkilerine dair ulus-devletin reflekslerini bir kenara bırakırsak, salgını yaşamak gençler için yakın geçmişten Gezi’yi çağırabiliyorsa, bir önceki kuşak için petrol krizi zamanında ekmeğin, yağın, mazotun karneyle verildiği ve kuyruklarda beklenerek alındığı zamanları ya da başka salgın hikâyelerini hafızaya çağırabilir. Örneğin kolera salgını hakkında yapılan bir görüşmeden alıntı:
Ortaokuldaydım. Sadece İstanbul’da mı böyleydi yoksa Türkiye gündemi miydi emin değilim. Kolera salgını televizyon ve gazetelerde duyurulmuştu. Okullar kapatıldı. Çiğ yenen sebzelerin aşırı derecede temiz, iyi yıkanmış olması gerektiği söylendi. Koleranın ne olduğunu bilmiyordum ama ishale yol açtığını öğrenmiştim. Büyük dikdörtgen yağ tenekelerinin içine lizol adı verilen keskin kokulu bir dezenfektan konuluyordu. Rakı gibi, sütlü görünen bir sıvı. Tuvaletten çıkarken ellerimizi içine sokmamız gerektiği söylenmişti. Her yerde onun kokusunu hatırlıyorum (Yiğit, 2020).
Geçmişten şimdiye çağırdıklarımıza dair bir başka örneği Ukrayna’da yapılan tartışmalardan verebiliriz. Ukraynalı gençler koronavirüs baskısını sosyal medyada, bir zombi filminin açılış sahneleriyle özdeşleştirdiler. Yaşlıların kriz tanıklıkları ise Sovyetler Birliği dönemindeki hayatlarını hatırlamaları yönünde oldu. Hükümetin aldığı, sınırların ve dükkânların kapatılması, ulaşım sınırlamaları gibi önlemlerin Sovyet tedbirleri olduğu yönünde yorumlar yapıldı. Bugün Ukrayna genelinde boş kaidelerin, Lenin’in Sovyet dönemine ait heykellerinin bir zamanlar durduğu yerleri işaret etmesi, Ukrayna’da bir zamanlar Sovyet adı taşıyan her sokak, kasaba veya şehrin Ukrayna dilinde yeniden adlandırılmasına rağmen, gündelik hayatta kısıtlama ve yoksunlukların baş göstermesiyle Sovyet hayaleti sokaklarda yeniden geziyor (Peterson, 2020).
Bellek çalışmaları alanında güncel tartışmalar gerçekleştiren Memory Studies Association (Hafıza Çalışmaları Derneği), sosyal medya sayfasında korona ve bellek ana başlığı altında farklı ülkelerin ulusal hafızalarında salgının nasıl anlamlandırıldığı ve nasıl tartışıldığına dair güncel sohbetler gerçekleştiriyor. Danimarka ve Polonya için Nazi Alman işgali dönemini tartışmaya açtığı söyleniyor. Ortak bir düşmana karşı zor zamanlarda bir arada durma ihtiyacı ulusal hafızayı inşa eder. Salgınla birlikte beklenmedik şekilde gerçekleşen şey, bilinmeyen “düşmanın” nüfusun içinde yuvalanması. Ancak bu işgalin tamamen dışsal algılandığı belirtiliyor. Bunun yanında yaşanan olağanüstü koşulların geçmişteki savaş koşulları ile karşılaştırıldığı görülüyor.
Son olarak, bu sabah bir arkadaşımın (Eda Emirdağ) Instagram hikâyesinde paylaştığı, dün gece çekilmiş Boğaz Köprüsü’nün bomboş halinin göründüğü bir fotoğrafla uyandım. Fotoğrafa iliştirilmiş notta şöyle yazıyordu: “Neler gördün ah canım İstanbul! Dün gece yürürken sokaklara bakıp Gezi’yi andık. Bu bomboşluk, geçmişin hafızası ne tuhaf” diyerek bitireyim.
KAYNAKÇA
Abend, L. (2020). “Museums Scramble to Document the Pandemic, Even as It Unfolds. “ 1 Nisan 2020 tarihinde, https://www.nytimes.com/2020/03/31/arts/design/museums-coronavirus-pandemic-artifacts.html adresinden erişildi.
Artun, A. (2017). “Ütopyanın Sonu mu?” 8 Nisan 2020 tarihinde, https://www.e-skop.com/duyuru/ali-artun-utopyanin-sonu-mu-5-kasim-2017-tuyap-sanat-fuari/590 adresinden erişildi.
BBC. (2020). “Koronavirüs: Cep Telefonları Üzerinden Takip Salgınla Mücadelede Başarılı Bir Yöntem mi?” 10 Nisan 2020 tarihinde, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-52106853 adresinden erişildi.
Chappell, B. (2020). “Coronavirus: Covıd-19 Is Now Officially A Pandemic, Who Says.” 18 Mart 2020 tarihinde, https://www.npr.org/sections/goatsandsoda/2020/03/11/814474930/coronavirus-covid-19-is-now-officially-a-pandemic-who-says adresinden erişildi.
D’Amore, R. (2020). “‘Yes, This Drone is Speaking to You’: How China is Reportedly Enforcing Coronavirus Rules.” 8 Nisan 2020 tarihinde, https://globalnews.ca/news/6535353/china-coronavirus-drones-quarantine/ adresinden erişildi.
Drone İstanbul. (2020). BBC Türkçe. 12 Nisan 2020 tarihinde https://www.facebook.com/bbcnewsturkceservisi/videos/811532709370409/ adresinden erişildi.
Evren, S. (2020). “Nuh’un En Büyük Gemisi: Gezi Kalabalığından Korona Issızlığına”. Birikim Dergisi, 372, s. 24-36. 20 Nisan 2020 tarihinde https://www.birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-372-nisan-2020/10037/nuh-un-en-buyuk-gemisi-gezi-kalabaligindan-korona-issizligina/11722 adresinden erişildi.
K., J. (2013). Taksim Gezi Parkı Aerial / Taksim Gezi Park Havadan Çekim [4. Bölüm]. Türkiye. https://vimeo.com/68229603 adresinden erişildi.
Pentzold, C. (2009). “Fixing the Floating Gap: The Online Encyclopaedia Wikipedia as a Global Memory Place.” Memory Studies, 2(2), 255–272. https://www.researchgate.net/publication/200772915_Fixing_the_floating_gap_The_online_encyclopaedia_Wikipedia_as_a_global_memory_place adresinden erişildi.
Peterson, N. (2020). “Ukraine’s Coronavirus Lockdown Invokes Memories of Life in the Soviet Union.” 2 Nisan 2020 tarihinde, https://www.dailysignal.com/2020/03/18/ukraines-coronavirus-lockdown-invokes-memories-of-life-in-the-soviet-union adresinden erişildi.
Tenekeci Şancı, G. (2020). “Koronavirüs, Gezi ve Gelmekte Olan Cemaat.” 30 Mart 2020 tarihinde, https://manifold.press/koronavirus-gezi-ve-gelmekte-olan-cemaat adresinden erişildi.
Wıen Museum. (2020). 2 Nisan 2020 tarihinde, https://www.wienmuseum.at/en/corona-collection-project adresinden erişildi.
Yiğit, E. (2020). Orhan Cem Çetin ile Görüşme. İstanbul.
1 Yaşananların Gezi’yi anımsatması bakımından aynı fikirde olan Gökçe Tenekeci Şancı şöyle aktarır: “Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen karantina görüntüleri de hayli lirik. Örneğin İtalya’da sokağa çıkamayan insanların balkonlarından birlikte söylediği şarkılar, NBA ligi iptal olduğu için maaşını alamayacak olan çalışanlara yüksek bir bağış yapan basketbol oyuncusu, Berlin Filarmoni Orkestrası’nın boş salona verdiği konseri internetten canlı yayımlaması... Tüm bu görüntüler bir tek bana mı Gezi dönemini hatırlatıyor bilemiyorum.” (Tenekeci Şancı, 2020) ve Süreyya Evren Gezi’yi ve bugünleri birlikte değerlendirdiği yazısında şöyle der: “Gezi günlerinde, gece yarıları ansızın fırlanılan sokaklar. Çıktığında mutlaka olağanüstü bir hâl içinde bulduğun yerler ve olağanüstü bir ruh hali içinde bulduğun insanlar. 7 yıl arayla iki bambaşka olağanüstüyü deneyimlememiz çok acayip.” (Evren, 2020)