Virüs dürtmesi ya da kâbuslardan uyanmak

EVDE BİR BAŞINA

Devletin bize de korona salgınının değdiğini kabullendiği ilk “covid-19” olgu paylaşımından (11 Mart 2020) bir hafta sonrasıydı sanırım, Gazete Duvar’dan Mühdan Sağlam, evlerine kapanmış New Yorklulardan (Türkiyeli) genç bir psikolog hanımla konuşuyordu. Salgın dolayısıyla Manhattan, 5. Cadde, vs. in cin top oynarken o da evinde bir başına, belirsizlik içinde, varoluşsal kaygısı ile baş etme çabasında iken paylaşıyordu bizimle mesleki deneyim, bakış açısı ve tavsiyelerini. Madem evde kaderimizle baş başa idik, ne yapabilirdik; kaygımızı yadsımadan nasıl yönetebilir, kaçınılmaz durumu esas almakla birlikte –verili koşullarda– yaşamımızı nasıl düzenleyebilir, zamanımızı nasıl değerlendirebilirdik; sorunu üstlenmek üzere hangi işbirliklerini, paylaşım için sanal da olsa nasıl iletişim kurabilir, yaşamımız ve güncel sağlığımız elverdiğince yakın çevremize nasıl yardımcı olabilir, kendi yeterliklerimiz ve “yetkinliklerimiz” çerçevesinde bilişsel (“cognitive”) inisiyatiflerimizi nasıl düzenleyebilirdik? Bütün bunları ışıltılı gözleri ve sımsıcacık ifadesiyle anlattı psikolog hanım. Gölgemizin üstüne sıçrayamıyorsak, gölgemizi büyütmeden, gölgemizle kavga etmeden hayatımızı düze çıkarma özenine davet etti bizi. Bütün söyledikleri kendi içinde doğru ve yararlı idi. Ya peki eksik olan? “Bilişsel/davranışçı” yönelimi açık psikolog hanımın bir eksiği yoktu elbet; ama kanımca, böylesine yakıcı, küresel bir sorunla evine kapatılan insanın ufkuna dair bir eksikliği, bir sınırlılığı da yansıtıyordu bizimle paylaştıkları ve şunu sorduruyordu: Peki ama, şimdi/burada başımızın çaresine bakmanın mümkün ve makul yollarını aramanın ötesinde, meseleyi “insaniyet” namına, nedensellikleri içinde, daha geniş ve derin sorgulama düzeyine taşımak; yaşananı başka bir düzeyde “sorunsallaştırmak” ya da yaşananla aramıza öylesi bir bakış açısı yerleştirmek, hem bugün/burada kişisel ruh selametimiz, hem de yarına aktarılacak insani tecrübe/terbiye adına lüzumlu değil miydi?

KİM O?

Çin’in Wuhan kentinde, Wei Guixian adında 57 yaşındaki kadın soğuk algınlığı belirtileri ve yakınmaları ile hekime başvurduğunda tarih 11 Aralık 2019’du. Bildik ilaç tavsiyeleri ile işine dönen ve sekiz gün sonra ağırlaşarak yatağa düşen Wei Guixian, o gün bugündür “pandemik” boyut kazanıp dünyanın dört bir köşesine uzanan salgının da ilk olgusu olarak tarihe geçti. Çin, salgını, önce –kendisi dahil– kimselere duyurmak istemedi. Tuhaf ve değişik bir viral olgu ile karşı karşıya olunduğundan şüphelenip şüphesini kendisine saklamayan hekimini içeri tıktı, ağzını kapattı. Uzmanlar, Çin, tanıyı ve olguya ilişkin bilgiyi paylaşıp daha sonra yaptıklarını gecikmeden yapmış olsaydı bugün dünya genelinde yaşanan kayıplar %90 oranında az olurdu, dedi. Sonrasında mızrağı çuvala sığdıramayacağını, pabucun sandığından pahalıya mal olacağını anlayan ve katı bir karantina uygulayan Çin’in –öyle ya da böyle– başarılı olduğu; Güney Kore’ninse, olgu ve ilişki ağını gözeterek yoğun takip ve test uygulamasıyla virüsün yayılmasını engellediği söylendi. Bilhassa Kum kentindeki kalabalık dinî toplantıları ve türbe ziyaretleri ile covid-19’u öpe koklaya ağırlayan İran’ı bir yana koyarsak, misal, Avrupa’da İtalya, İspanya, olağanüstü hazırlıksızlık, kayıtsızlık ve vurdumduymazlıkla, Birleşik Krallık, Boris Johnson’ın “elle gelen düğün bayram, salın sürüyü bağışıklansın; ölen ölür kalan sağlar bizimdir” anlayışıyla karşıladı “yeni tip corona virüsü”nü. Bizde ise; İran sınırı denetlenmez, umrecilerin dörtte üçü sarmaş dolaş memlekete buyur edilir, “Kalabalıklara girmeyin!” hutbesiyle cemaate cuma kıldırılır, Avrupa’da tüm büyük ligler tatil edilmişken –seyircisiz de olsa– futbol maçı oynatmakta diretilir (kalabalıkların televizyon başında maç seyretmesine fırsat hazırlanır), AVM’ler açık tutulur, sığınmacılar sınıra sürülüp sınırdan beriye taşınır, yol ağzı memlekete yurtdışından gelen usulünce denetlenmeyip sonrasında gereği esirgenirken,[1] test yapıp tanı koymaktan imtina ederek “tanımaaayrum”larla “bizde çok şükür yok”a getirilmeye çalışılan covid-19’un epey yol aldığı epey sonra –azar azar– kabul olundu. Bugün (3 Nisan 2020) Türkiye’de kabullenilen olgu sayısı 18.135, ölüm 356. İtalya’da vaka sayısının 115 bin, ölü sayısının 14 binin üstünde; İspanya’da 110 bine 10 bin olduğu bildiriliyor. Avrupa Birliği’nin başını çeken Almanya ve başaltı Fransa kayıplarına rağmen işi görece toparlamakta gibiyken, ufukta görüneni “Çin Virüsü” diye adlandırıp sınır duvarını yükseltebileceğini sanan (pişkin) Başkan Trump’ın refakat ve önderliğinde ABD’de onaylanmış olgu sayısı 250 bine vardı, ölüm 6 binin üstünde. Evet; kapımıza dayanan, –sanki hiç beklenmiyormuşçasına– “Kim o?!” diye şaşalayışımıza, –şimdilik– 1 milyondan fazla olgu, 50 binin üstünde kaybedilmiş insanla dünyanın dört bir yanından mukabele eden covid-19, âdeta, distopik bir geleceğe de dürtüyordu bizi.[2]

MİSAFİRİMİZ NEREDEN?

Etrafındaki çıkıntılarla güneşin taç küresini (“corona”) andırdığı için Latince adı “Orthocoronavirinae” olan, 125 nanometre büyüklüğündeki korona virüsü, kuşlarda ve memelilerde hastalığa yol açan “coronaviridae”lerin iki alt ailesinden birine ait. En son ortak ataları M. Ö. 8000 yılına kadar uzanan, genelde insanlarda bildik nezleye neden olan bu virüslerin mers-cov, sars-cov ve covid-19 gibi nadir türleri neden oldukları solunum yolu enfeksiyonlarıyla ölüme de yol açabiliyor. Misafirimiz covid-19’un insanlardan alınan örneklerdeki protein içeriğini hayvanlardaki korona virüslerinin protein kodları ile karşılaştıran Pekin Üniversitesi Sağlık Bilimleri Merkezi biliminsanları, covid-19’daki protein kodlarının Çin’de bulunan iki yılan türündeki korona virüsüyle benzerlik gösterdiğini açıklamıştı. Ancak, Wuhan Viroloji Enstitüsü yayımladığı makalede yeni tür korona virüsünün genetik yapısının yarasalarda bulunan türüyle %96 oranında benzerlik taşıdığını bildirdi.[3] Kaldı ki, insanları enfekte eden mikroorganizmaların %60 oranında hayvan kaynaklı (“zoonotik”), onların 2/3’ünün de vahşi yaşama ait olduğu bilenen gerçek. Demek, HIV, Ebola, Batı Nil Virüsü, SARS, ve benzeri gibi covid-19 da durduk yerde hayatımıza musallat olmuş değil. O da, sınırsız kâr güdüsünü küreselleştirip doğanın –insandan öte– kendi dengesi içinde süregiden hayatına açgözlülük ve azgınlıkla çomak sokarak talan eden kapitalizmin (Tanrı değil, neoliberal küreselliğin) mahsus misafiri olsa gerek.

MİSAFİR NASIL AĞIRLANMAKTA?

Çin’de, Aralık 2019 bile değil, daha sonbaharın başlarında “corona” ailesinin (covid-19 olarak) klinik/olgusal düzeyde insanla hemhal olduğu biliniyor artık. Üstelik, çok uzun zaman önce, “medeniyet”in böyle bir viral hareketliliğe muttali olduğu, lakin elbirliği ile kulak üstüne yatıldığı da biliniyor. Aslında, küresel ısınma, iklim değişikliği, insanca yaşama koşulları ve kaynaklarının tükenmekte oluşu ile bas bas bağırarak gelmekte olan kıyameti kimselerin (bilhassa da müsebbibi olanların) tınmadığı hepimizin malumu.

Hatırlanacak, temmuz ayıydı, geçen temmuz, Avustralya cayır cayır yanıyordu. Tam 240 gün yandı, 28 insan öldü, 1 milyarın üstünde canlı kül oldu. Ve, 21-24 Ocak 2020; “50. Dünya Ekonomik Forumu”, Davos, İsviçre. Küreyi tutmuş neoliberal kapitalizmin, sağ muhafazakâr popülizmin ağa babası Trump kürsüden, “Felaket tellallığı yapan iklim peygamberlerini kınıyorum” diye sırnaşıp ünlüyor: “Bu alarm zillerini çaldıranlar hep aynı şeyi talep eder. Hayatımızın her yönünü tahakküm altına almak, dönüştürmek, denetlemektir niyetleri. Geçmişin sersem falcılarının talepleridir talepleri.” Densize ve elbirliği ile sürdürülen densizliğe cevabı 17 yaşındaki genç kız Greta Thunberg veriyor: “Bir yıl önce geldim Davos’a. Fark etmemiş olma ihtimalinize karşılık söyleyeyim; dünya alev alev yanıyor! Bir trilyon ağaç dikseniz de boş. Hemen şimdi fosil yakıta yatırımlarınızdan vazgeçmeniz gerekiyor.” Âdeta, covid-19’un yola çıktığını haber veriyor: “Merak ediyorum; başımıza bile bile [evet; göz göre göre!] açtığınız iklim kaosu ile cebelleşmeye terk ettiğiniz çocuklarınıza ne söyleyeceksiniz?” Kâr yarışında ivme kaybetmeme telaşıyla eli kolu bağlı oturanlara sesleniyor: “Evimiz hâlâ yanıyor ve sizin tembelliğiniz [pişkinliğiniz, demek istiyor] her saat alevleri körüklüyor!” Kapandığımız (hakikate kapısını örttüğümüz) evlerimizin de bacasını aynı yangının alevlerinin sarmakta olduğunu (“bilişsel” bir katkı olmak üzere) hatırlatıyor bize, Greta, çatık kaşları, bıçak misali keskin bakışları ile.

Foto: HÜSEYİN TÜRK

“Korona (covid-19) bir kötektir”, diyordum o sıralar bir yazımda:[4] Modern sonrası ahvalde kıyamete doğru yol alırken bindiğimiz alamet kayığının (“post-truth/post trust”) bir temsili de olmalıydı covid-19. Doğrudan, basit, insani/doğasal gerçeklikten kopuşumuzun bedelini hatırlatan –belki/bir ihtimal– bizi kendimize getirecek bir tokat. Jean Baudrillard’ın işaret ettiği, gerçeklikten kopmuş, hikmeti tümüyle kendinden menkul “hipergerçeklik” evrenini kendine mesken tutmuş, dahası, sanal penceresinden hep o “başkalarının” olan acıya bakmayı (Susan Sontag) huy edinmiş insana doğanın indirdiği bir sille: “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.”[5] İşte o idi bacayı saran.[6]

Slavoj Zizek’se, “Korona virüsü karar vermeye zorluyor: Ya küresel komünizm ya da orman kanunları” derken çok haklı bir noktaya temas ediyordu. Bence de, Brechtçi tavrıyla, bindiğimiz alametin bizi nasıl da kıyamete taşıdığı gerçeğini bilince çıkartan (aydıran) viral bir “karakter” olmalıydı covid-19. Eşitlik, küresel kamusal duyarlık ve dayanışma, öteki üzerinden kendini sorumlu kılma, hayata her ân kurucu/yapıcı irade ile katılma hak ve sorumluluğu esas olmadıkça kıyamet günlerinin kaçınılmaz olacağını hatırlatan bir karakter. Dahası; komünist eşitlik meselesinin, bildik tüm kategorilerinin ötesinde, türler arası eşitlik olarak da değerlendirilmesi gerektiğini; ortaklaşarak yaşama (hiyerarşi gözetmeme) ilkesinin “barbarlığa” mahkûm olma öncesi son çıkışımız olduğunu ve elbet, “komünizm ufku”nun bugüne tuttuğu ışıkla –ancak– gerçeklik değeri kazanacağını da hatırlatan bir karakter.

Topa, “varsayımsal bir korona virüsü salgınına karşı alınan hummalı, irrasyonel ve hepten yersiz acil durum önlemleri” diye giren Giorgio Agamben’in tavrıysa benim için pek muteber değildi. Agamben, salgına dair ilk işaretleri abartarak değerlendirişi ve tedbiri yönelimleri ile mevcudu “istisnai hal”[7] kabulüne doğru bükmeye çalışan zamane iktidar anlayışının izlerini yakalıyordu olan bitende (“istisna halini normal bir yönetim paradigması olarak kullanma eğilimi”). İstisnai hal çerçevesi kurup “biyopolitika”nın (Foucault) disiplinci tasarrufları ile toplumu kuşatmaktı dert. Ve hatta şu: “Terörizmin istisnai önlemler almaya bahane olarak kullanılma ihtimali tüketildiğinde bir salgın icat etmenin her türlü kısıtlamanın ötesinde böylesi önlemleri genişletmeye ideal bir bahane olduğu pekâlâ söylenebilir.”[8] Doğrusu, ben, Foucaultcu biyopolitik otoriter/disiplinci kapitalist moderniteye tâbi oluştan, “ne hali varsa görsün”cü neoliberal politikalarla, kamusundan, kamusal dayanışma, inisiyatif ve iradesinden, toplumsal politik talepleri ve örgütlülüğünden yoksunlaşmaya uzanan trajik insan hikâyesinin bir göstereni olarak değerlendirilmesinden yanaydım covid-19’un.[9] Zizek’in, “Ya küresel komünizm ya da orman kanunları” karar ânı, Agamben’in, bir yönetim paradigmasına bükülecek “istisna hali” tespitlerine uzanan hikâyenin göstereni.

COVID-19 EBELİĞİ, YARDIM VE YATAKÇILIĞI OLARAK NEOLİBERALİZMİN KISA TARİHİ

Uygarlık tarihimiz, anaerkil ilkel komünal toplulukları bir yana koyarsak, erkek-egemen ve özel mülkiyetin esas olduğu bir hattan yürüyerek[10] –feodalite, monarşiler, ve kapitalist liberal demokrasiler üzerinden– küresel hüviyet ve işleyişiyle “neoliberal kapitalist” evreye sıçradı. Bilindiği üzere, neoliberalizm, emek ve diğer tüm muhalif güçlerin hilafına semiren kapitalizmin siyasi iktidarının doruk noktada merkezîleşmesi, yoğunlaşması ve tahkimatıdır. Devletin “kamusal” nitelik ve kaygılarının boşlandığı, demokrasilerde “demos”un üstünün çizildiği,[11] burjuva-liberal temsil siyasetinin dahi itibarsızlaştırılıp hesaptan düşüldüğü, toplumsal refahın hiçe sayılıp (“toplum diye bir şey yoktur” diyen Margaret Thatcher’ı hatırlayalım) devletlerin “şirketlerin, finansal çıkar gruplarının ve üst sınıfların yararına düşük vergiler, kuralların azaltılması, özelleştirme ve her türlü yeniden dağılım”a[12] dayalı politikaları düzenleyen iktidar yapılarına dönüştüğü, tüm küresel kaynakların acımasızca sömürülüp doğanın talan edildiği,[13] servetin belli bir azınlığın elinde toplandığı[14] “küresel plütokrasi”nin, Türkçesiyle, “varsıl erki”nin adıdır neoliberalizm.

David Harvey, neoliberalizmin kısa tarihini derlerken, nasıl, “liberalizm” II. Dünya Savaşı ve Büyük Buhran’ın küllerinden doğduysa, “Neoliberalleşme [de], 1970’lerin birikim krizinin ortasında, tükenmiş haldeki gömülü liberalizmin rahminden, şiddet tarihin ebesidir diyen Karl Marx’ı haklı çıkaracak kadar büyük bir şiddetle doğdu”[15] diyor. Ve biliniyor; ilk neoliberal devlet oluşturma deneyi, 1973’ün “küçük 11 Eylül”ü olan Pinochet darbesinin ardından Şili’de yapıldı. Darbe, Salvador Allende’nin demokratik yolla seçilmiş hükümetine karşı yapıldı ve Allende’nin sosyalizm yönündeki hamlelerinin tehdidi altındaki Şili iş dünyasının seçkinlerince desteklendi. ABD şirketleri, CIA ve ABD Devlet Başkanı Henry Kissenger da darbenin destekçileri arasındaydı.[16]

Sonrasında, 1979’da, ABD ve Büyük Britanya’daki iktisadi-politik gelişmelerle neoliberalizmin kapitalist dünyadaki devletlerin iktisadi politikalarının ortodoksisi haline geldiğini görüyoruz.[17] Şili, Arjantin gibi ülkelerde üst sınıfların ve ABD’nin desteklediği askerî darbeler ve işçi sınıfı ile birlikte tüm toplumsal muhalefetin ezilmesi nasıl neoliberalizme uzanan bir yol ise, eşdeğerli yol Thatcher ve Reagan mimarlığında “demokratik” araçlarla kat edildi; Gramscici anlamda “rıza” üretildi:

Başka gerçeklikleri maskelemek için kültürel ve geleneksel değerler (örneğin Tanrı inancı, ülkeye duyulan inanç ya da kadının toplumdaki yeriyle ilgili görüşler) ve (komünist, göçmen, yabancı ya da “ötekiler”e dair) korkular seferber edil[di]. Belirli stratejileri muğlak retorik araçlar altında maskeleyen siyasi sloganlara başvurul[du].[18]

Şirketler, medya, –üniversite, okul, kilise, dinî yapılar, meslek örgütleri gibi– sivil toplum kuruluşları ve nihayetinde parti/iktidar hattından neoliberal devletin ideolojik akışkanlığı sağlandı.[19] Akışkanlığın zora girdiği yerde aile değerleri ve ahlakçılık istismarı, hayali iç ve dış tehdit algısı, “terörizm/terörist” suçlaması, kültürel milliyetçi kaygıları kaşıma, vs.’ye başvuruldu. Yetmediği yerde akışkanlığa ket vurmaya kalkanlara karşı baskıcı yasalar, yasaklar, güvenlikçi taktikler, kaba kuvvet ve polis şiddeti devreye girdi. Toparlarsak; politikanın kamusal katılım ve denetimden uzak, uzman (“meritokrasi”) ve seçkinlere teslimiyle “demos”un iktidarsızlaştığı, yerel inisiyatif ve yönetimsel özerkliklerin tasfiyesiyle şehirlerin tarumar edildiği, “[k]apitalist dünyada ve ötesinde (örneğin Çin’de) her türden kamu hizmeti (su, telekomünikasyon, ulaşım), sosyal güvenlik hizmeti (toplu konut, eğitim, sağlık,[20] emeklilik aylıkları), kamu kurumları (üniversiteler, araştırma laboratuvarları, hapishaneler), hatta savaşlar[ın] bile”[21] özelleştirildiği; herkesin tüm insani ihtiyaçları ile başının çaresine bakmaya (“kişisel sorumluluk sistemi”!) terk edildiği; “kullan-at işçi” figürünün neoliberal dünya sahnesinde bir prototip haline geldiği (ki biz bunu, bugün, klasik anlamda “işçi sınıfı” dışında tüm çalışanlar için geçerli esnek, güvenceden yoksun –istismara açık– “prekarya”[22] kategorisi olarak yaşamaktayız) neredeyse yarım asırlık bir sürecin sonunda covid-19 günlerine dayandık. Hasılı; bireysel ve endüstriyel atıklarla çevrenin alabildiğine tahrip edildiği, tropikal yağmur ormanlarının yok olduğu, biyoçeşitliliğin azaldığı, türlerin kitlesel ölçüde silindiği, ortak çevre varlıklarımızın (toprak-hava-su) hızla tükendiği, toprağın doğal yapısını yitirip metalaştırıldığı (doğal gıda ve beslenme sorununun küresel kıyametine yaklaştığı), küresel ısınmanın artıp iklim değişikliğinin yaşandığı, covid-19’a ebelik, yardım ve yataklık yollarından yürüyüp geldik bugünlere.

EVDEN ÇIKMAYA NİYETLENİRKEN

Evde, bir başına, şehrin ıssızlığı, hayatın güne düşen gölgesi ve belirsizliği ile kaygısının üstesinden gelmeye çalışan genç psikolog hanımın ışıltılı gözlerine dönüyoruz yeniden. Aradan üç hafta geçmiş. New York eyaletinde onaylanmış olgu sayısı yaklaşık 130 bini, ölümler 5 bini bulmuş. Pandeminin merkezi artık ABD ise ülkedeki merkezi (“epicenter”) New York. Şehir ölü bedenlerini nereye gömeceğini şaşırmış durumda; geçici olarak parkların kullanılabileceği söyleniyor. “Hiç uyumayan”, metrosu yirmi dört saat kesintisiz çalışan, 70 ayrı dilin konuşulduğu, nüfusunun üçte biri bir başka ülkeden, dünyanın ve ABD’nin ticaret, finans, sanat, kitle iletişim, moda, eğlence, eğitim, teknoloji, araştırma merkezlerinden, Birleşmiş Milletler Genel Merkezi’ne de evsahipliği yapan ve kuşkusuz neoliberal küresel hikâyenin kurucu karakterlerinden New York’ta bıraktığımız o ışıltılı gözler bundan sonrası için, acaba, ne söyler? Belirsizliği aşmış, şaşkınlığımızı yenmişsek; evinden yerinden yurdundan ettiğimiz, bedenlerimizi mesken tutup tüm küreye bizimle birlikte savrulmuş covid-19 marifetiyle ellerimizin altından kayıp giden hayatlarımızın/hayatımızın matemiyle “yas çalışmamız”ı nereye vardıracak, kâbustan –ya da, kâbuslarımıza– nasıl uyanacağız?

Zizek, korona virüsünün bizi karar vermeye zorladığını söylüyordu; “ya komünizm ya orman kanunları”ydı. Agamben’se, zamane iktidarlarının küreselleşmeye yüz tutmuş salgını “istisnai hal” yönetim paradigması için fırsata dönüştürme niyetlerine dikkatimizi çekiyordu. Yiten ve yitmekte olan şunca şeyden sonra, –hiçbir şey eskisi gibi olmayacaksa– umut ve tedirginlikle durulan o kapıdan (evden) çıkıp ne yöne gidecek, nasıl bir hayata adım atacaktık? Zizek’in işaret ettiği eşikten barbarlığa düşmeden hayatımızı ıslah ve ihyaya nasıl yönelebilir, Agamben’in tespitini bir uyarı olarak alacaksak, hazır tayfasıyla tepemizde boza pişirmeye teşne iktidarları yollarından nasıl alıkoyabilirdik?

Tedirginliğin ötesinde, birikmiş öfkeleriyle o eşikten geçeceklerin, üç çeyrek asır sonra bir kez daha Walter Benjamin’e kulak vererek “imdat kolu”na asılmasından yanayım ben; el frenini çekmekten. “Kendi yeterliklerimiz ve yetkinliklerimiz çerçevesinde bilişsel inisiyatiflerimizi nasıl düzenleyebiliriz”le hayata tutunmaya özenen psikoloğumuzu evinde bırakıp kâbus oklarını takiple neoliberal hikâyenin muhtemel sonuna doğru yol alan ben, “Lahavle!” deyip can havliyle imdat koluna asılmayı teklif ediyorum uçuruma düşmeden. Peki; kurtuluş yoksa tek başına, ya hep beraber ya da hiçbirimizse, nasıl ve kimlerle çekeceğiz bu katarı farklı yarınlara?

“Biyopolitika” atıflarına dönersek; iktidarların 17. yüzyılla birlikte, hükümdarlıkların ölüm-kalım kararı verme hükümranlıkları raddesinde değil, “disiplin ve biyo-iktidar” katında inşa edildiğini söylüyordu Foucault. Boğmak, boyun eğdirmek veya imha etmek değil; denetlemek, gözetlemek (“panoptikon dispozitifleri”), örgütlemek ve düzenlemek suretiyle toplumsal gücü kendine tâbi kılmak niyeti üzerine kuruluydu iktidarlar. İşkence yapmak ya da ölümcül tasarruflara mahkûm etmek yerine “bedenleri itina ile kullanan”, emirler ve yasaklarla disiplin ve denetim altına aldığı hayatların (“nüfusun biyolojik varlığı”nın) matematik hesabını tutan biyopolitik iktidarlardı kastı. Peki; yolundan (uçurum kenarından) çevireceğimiz katarı sürükleyen lokomotif böyle bir iktidarın mümessili midir?

Byung-Chul Han şöyle diyor:

Foucault’nun hapishanelerden, hastanelerden, ıslahevlerinden, garnizonlardan ve fabrikalardan oluşan disiplin toplumu günümüzün toplumunu yansıtmaz. Yerini çoktan camdan ofis kuleleri, alışveriş merkezleri, fitness merkezleriyle yoga stüdyoları ve güzellik klinikleri almıştır. 21. yüzyılın toplumu disiplin toplumu değil, başarı ve performansa endeksli bir çalışma ve yaşama toplumudur.[23]

Agamben, Kutsal İnsan’ında, Foucault’nun ölümünün, onu, biyopolitika kavramının bütün içerimlerini ortaya koymaktan alıkoyduğunu söylerken,[24]Han, Foucault’nun ölümüyle kaybettiğinin, biyopolitik kavrayış yerine “neoliberal psikopolitika” kavrayışına (iktidar teknolojilerinden “kendilik teknolojileri”ne, “dijital bilinçdışı”na) geçiş olduğunu vurgular:

Kapitalizmin sonraki (…) mutasyona uğramış biçimlerinden birisi olması anlamında neoliberalizm, (…) öncelikli olarak “biyolojik, somatik, bedensel olan”la ilgilenmez. Üretici güç olarak Psyche’nin farkına varır. Psyche’ye, böylelikle psikopolitikaya dönüş, günümüz kapitalizminin gayri maddi, gayri bedensel oluşuyla belirlenen üretim biçimine de bağlıdır. Şeyler değil, enformasyon ve programlar gibi şey olmayan varlıklar üretilmektedir.[25]

Tâbi olan –ve neyin karşısında hizaya geçtiğinin farkındalığına sahip– bile değil; “kendini sürekli yeniden tasarla[dığına], yeniden icat eden bir proje olduğu[na] inan[an]”;[26] dışa değil, içsel baskılarına tâbi olurken özgür olduğunu varsayan (“Kendisini özgür sanan performans öznesi aslında bir köledir.”)[27] “sosyal medya” gibi “dijital (ruhsal/içsel) panoptikon”lara kendisini açarak (şeffaflaşarak) mahremini (farklılığını) yıkan, öteki ile aynılaşarak tekilleşip düzleşen; Marx’ın, “Ancak [başkalarıyla] bir topluluk halindedir ki birey yeteneklerini her yönde geliştirme imkânına kavuşur; yani kişisel özgürlük ancak topluluk içinde mümkündür” (Alman İdeolojisi) –yani, kendimizi ancak diğerleri ile birlikte gerçekleştirmek suretiyle özgürleşiriz– görüşünün hilafına, ötekiliği, farklılığı “aynılık ışığı” ile boğan; sermayenin kendi ihtiyaçları üzerinden ürettiklerine asli ihtiyaçlarıymış gibi talip olup kendi sömürüsünü üstlenen; ortak eyleme girişebileceği “siyasi bir biz” oluşturmaktan yoksun neoliberalizmin insanıdır, Han’ın işaret ettiği.

Eldeki belirleyici malzeme bu ise, nasıl ve kimlerle çekeceğiz o katarı uçurumun kenarından farklı yarınlara; onu soruyorduk kendimize. Her ne denli malzeme Han’ın andığı gibiyse de, mutlak kıyamete doğru ısınan kazandaki kurbağanın haşlanmasına ramak kala ayıltıcı bir kötek olabileceğini düşünüyorum ben covid-19’un; evlerine tıkılan bizlerin (ya da, geniş kalabalıkların) gerçekten neyi kaybettiğimizi idrak ihtimaline bağlanmış iyimserlikle. Dönülmek istenen “normal”in kazanı fokurdatmış olduğu gerçek yargısını inşa ile, normalleşme adına yeniden kazanılmak istenenin kaybın mimarı olduğu farkındalığını kurmak suretiyle. Yalnız genel can kayıplarının, sevdiklerimizi yitirişimizin değil; asıl, hayatta kalanlarımızın da –tüm canlıları ile birlikte– hayatı kaybetmekte oluşumuz bilinciyle.

Demek, imdat koluna asılmak, kazandan fırlayıp silkinmekle başlayacak her şey başlayacaksa. Zizek misali, komünist ufku işaret edip kenara çekilmekle (ya da, “karar” iradesine bağlayarak) değil ama; komünist ufku/komünist radikal demokrasiyi kerteriz alırken ona doğru yürünecek yolu yaşamın tüm duraklarından geçirebilmek ehliyet ve niyetiyle. Mutlak ideallerle sürüklendiğimiz küskünlük, özyıkım ve “sol melankoli”mizi[28] aşıp yaşama sevincimizi yas çalışmasına katarak; Etienne Balibar’ın da ısrarla altını çizdiği üzere, yaşam hakkı dahil tüm temel haklarımızı sahiplenip evrensel “insan”/ (aktif) “yurttaş” kimliğimizle “eşitlik- özgürlük” hattında dayanışarak, direniş ve itaatsizliği örgütleyerek,[29] devleti alabildiğine toplumsallaştırma (“karşı-iktidarlar” kurma) ısrarından vazgeçmeyerek.[30] Temel “aidiyet” ihtiyacımızı birini ötekine düşman etmek suretiyle istismar edenlere karşı kapandıkları evlerinin pencerelerinden birbirlerine –sadece büyük insanlık ailesine (hatta, tüm canlılar dünyasına) aidiyetle– “Bella Ciao” ile seslenen İtalyanları unutmayarak. Komünist Manifesto’nun hatırlattığı hayaleti yeniden çağırarak. Taleplerin/vaatlerin gerçekçi ve imkân dahilinde olup olmamaklığının siyasi inşa süreçleri ile alakalı olduğunu bilerek.[31] İtirazımızı yükseltemez, direnişimizi örgütleyemezsek, covid-19 pandemisinin meydan verdiği “istisnai hal” koşullarında neoliberal küresel kapitalizmin –siyasi müttefikleriyle– kıyamet koşusunu ivmelendireceği (karakterinden doğru kaderine yürümekten kaçınmayacağı) gerçeğini hep akılda tutarak.[32]


[1] Önder Algedik, Gazete Duvar’daki yazısında (3 Nisan 2020), kilometrekareye 1,5 covid-19 hastasının düştüğü İstanbul’un “pandemi aktarım merkezi” olduğunu; İran, Ortadoğu ve Avrupa’da salgının çarpıcı boyut kazandığı Şubat ayında 7,5 milyon yolcunun dışarıya, 2,4 milyon yolcununsa yurtiçine İstanbul Havalimanı’ndan götürüp getirildiğini paylaşıyor bizimle. Ve daha dün Tahran’dan iki uçağın (karantinasız) kabul edildiğini de. Havalimanının ilk yıl kira bedeli ve güvenceli getiri karşılığı 10 milyar TL’ye mal olduğunu da.

[2] En son otuz dakika önce yenilenen “korona virüsü (covid-19) haritası”nda 4 Nisan 2020, saat 10.00-10.30 arası bazı ülkelerdeki onaylanmış olgu ve ölüm sayısı: Türkiye/ 20921-425, ABD/ 277491-7144, İtalya/ 119827-14681, İspanya/ 119199-11198, Almanya/ 91959-1277, Fransa/ 63633-6496, İran/ 53183-3294. (Şu ân hangi olgusal gerçeklik üzerinden yazdığımı belirtmek üzere veriyorum; kuşkusuz okur için haber niteliği taşımıyor/taşımayacak bu rakamlar. Dergi okurun eline geçtiğinde gerçek anlamını kazanacak korkarım.)

[3] Bkz. tr.wikipedia.org ve iklimhaber.org  

[4] “Korona günlerinde ‘face’çilik”, Gazete Duvar, 18 Mart 2020.

[5] Ziya Paşa adına anılan deyişi denk geldiğim hoş bir çevirisiyle de vereyim: “First tell, if not, yell, if it did not work too then beat him up to hell”.

[6] Yangının bacayı sarma sürecinde devletlerin ne yaptığını tek tek ele almayalım. Kapitalist demokrasi(si)lerin neoliberal dalga boyunda, –salgının vereceği hasarı mümkün mertebe sınırlamak niyetine– kimde ‘toplumsallık/kamusallık’ adına ne kalmışsa, üretim sürecini tümden felce uğratmadan –makul vadede çarkları döndürmek üzere– üretici güçlere ne destek verilebiliyorsa onlarla idare edilmeye çalışıldığını söylemekle yetinelim. Ancak; kimisinin, salgını adım adım izlediğini, gerekli gördüklerini yalıtıma aldığını, evde kalması zorunlu olana maddi ve insani desteği eksik etmediğini, eksik sağlık hizmet unsurları ve altyapısını takviye etmeye çalıştığını, bilimsel ciddiyet ve mevcut muhalefetle münasebeti ihmal etmediğini (örnekse, Almanya); bilimsel ve kamusal duyarlıklardan, toplumsal dayanışma ve örgütlülükten, hesap verebilirlik ve şeffaflıktan yoksun bizimki gibi bir örnekte ise, halk yapılandırıcı bilgiden yoksun bırakılırken sermaye kesimiyle yeni fırsatlar müjdesinin paylaşıldığını, “yakasız” emekçiler cepheye sürülürken madunların mağduriyetleri ile baş başa bırakıldığını, “Biz virüsten büyüğüz”, “Biz bize yeteriz Türkiye’m”ler, minarelerden telkin, sala ve ilahilerle maneviyat yükseltilmeye çalışılıp “millet”in IBAN marifetiyle dayanışmaya çağırıldığını paylaşabiliriz ama.

[7] “Yönetim Paradigması Olarak İstisna Hâli” (İstisna Hâli/ çev. Kemal Atakay, Ayrıntı Y., 2018).

[8] “Covid-19: Gerekçesiz bir acil durumun yarattığı istisna hali”, Giorgio Agamben, Gazete Duvar, 14 Mart 2020.

[9] Bu arada, 1970’lerin sonlarına doğru modern toplumsal düzeni “kapitalist tahakküm” değil “liberalizm” temelinde irdeleyen Foucault’nun, “biyopolitika” kavramı üzerinden “neoliberalizm”in öncüllerini yakalamış olduğunu da söyleyebiliriz. Belki de Marx, umudun yazarı iken, Foucault yenilginin tanıklığını yapandır.

[10] Yarabıçak/ ‘Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları’/ Ömer Faruk, İthaki Y., 2014’e yazdığı “Devlet ve İhlal” başlıklı bölümünde mahut hikâyeyi şöyle nakleder Şükrü Argın: “Jean-Jacques Rousseau, ‘bir toprak parçasının etrafını çitleyip, ‘Burası benimdir!’ diyen ve kendisine inanacak kadar saf insanlar bulan ilk insanın medeni toplumun gerçek kurucusu’ olduğunu söylemişti. Rousseau, bu cümlenin hemen ardından, eğer biri çıkıp buna itiraz edebilseydi, bu iddianın ardındaki sahtekârlığı deşifre edip çitleri tek tek söküp atabilseydi ve yeryüzünün hiç kimseye ait olmadığı hakikatini haykırıp, etrafındakilere, ‘Eğer bunu unutursanız mahvolursunuz!’ diyebilseydi, [biraz değiştiriyorum] insanlığı bunca cinnet ve cinayetten, bunca savaş ve katliamdan, bunca zulüm ve felaketten, bunca ıstırap ve gözyaşından kurtarmış olabilirdi” der.

[11] Wendy Brown, çağdaş toplumların “demokrasisizleşmesi” olarak anıyor.

[12] Neoliberalizmin Kısa Tarihi, David Harvey, çev. Aylin Onacak, Sel Y., 2015, s. 1.

[13] “Çin, önceki yüzyıl içinde ABD’nin tükettiği toplam çimentodan daha fazlasını 2011-13’te tüketti. Bugün bile hâlâ boş olan koca şehirler inşa etti” (a.g.y., s. 5). Bizde de aynı terbiyeden olmak üzere; inşaat ekonomisi, tarım ve hayvancılığın bitirilişi, Kuzey Marmara Otoyolu, İstanbul Havalimanı, Kanal İstanbul projesi, HES’ler, madencilik, vb. çevreye ve canlılar dünyasına saygısızlığın örnekleri olarak anılmalı.

[14] “ABD’de en tepedeki %1’lik kesim 2009’dan 2012’ye kadar tüm gelirlerin %95’ine el koydu” (a.g.y., s. 2).

[15] A.g.y., s. 198.

[16] A.g.y., s. 15. Latin Amerika’daki diğer darbelerle birlikte Türkiye’deki 12 Eylül darbesi ve ardından gerçekleştirilen iktisadi-politik neoliberal tahkimatı hatırlayalım.

[17] O arada, Deng Xiaoping’in dünya nüfusunun beşte birini oluşturan Çin’de –komünistlerin denetim ve yönetiminde– ekonomiyi liberalleştirecek ilk adımları attığını da hatırlayalım.  

[18] A.g.y., s. 47.

[19] “Postmodernizm”in de aynı ideolojik hatta dahil olduğunu söylemeliyiz.

[20] “[S]ağlık düzeyleri, ömür beklentisi, bebek ölümleri ve benzer alanlarda neredeyse bütün küresel göstergeler, 1960’lardan bu yana, refah alanında kazanç değil kayıplar olduğuna işaret ediyor (a.g.y., s. 163).” İlaç endüstrisinin tıbbi akademya ile işbirliği içinde (kurmaca araştırmalarla) yeni “sağlıklılık” ölçütleri belirleyip (ilacı önden hastalığı ardından) talebi yönlendirdiğini de biliyoruz. (Sağlığın piyasalaştırılmasını yeni kuşak “antidepresan”lar furyası üzerinden inceleyen çok güzel bir çalışma için, bkz. Kaybolan Bağlar, Johann Hari, çev. Barış Engin Aksoy, Metis Y., 2019. Psikofarmokolojik ilaç efsanesi için, bkz. İlaçla Tedavi Efsanesi/ ‘Psikiyatrik İlaç Kullanımına Eleştirel Bir Bakış’, Joanna Moncrieff, çev. Tevfik Alıcı, Metis Y., 2010.)

[21] Neoliberalizmin Kısa Tarihi, s. 169.

[22] Prekarya-Yeni Tehlikeli Sınıf Guy Standing, çev. Ergin Bulut, İletişim Y., 2014. Standing’in bir sınıf olarak “prekarlık” ya da “prekarite” olgusuna bakışının eleştirel değerlendirmesi için, bkz. “Prekarya ve sınıflandırma mücadelesinin politik ontolojisi”, Fırat Çoban, Birikim, Ocak-Şubat 2020, sayı 369-370.

[23] Şiddetin Topolojisi, çev. Dilek Zaptçıoğlu, Metis Y., 2016, s. 93.

[24] Özneleri sınıf ilişkileri bağlamında hâkim sınıfın iktidarına değil, onu mümkün kılan tüm iktidar akışlarına karşı (tikelliklerin tanındığı) mücadeleye çağıran Foucault’yu Marksizmle birlikte okumaya alan çalışması için, bkz. Foucault’yu Marx’la Okumak/ Jacques Bidet, çev. Zehra Cunillera, Metis Y., 2016.

[25] Psikopolitika/ ‘Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri’, Metis Y., 2019, s. 32.

[26] A.g.y., s. 31.

[27] A.g.y., s. 12 (ayrıca, bkz. Şeffaflık Toplumu/ Byung-Chul Han, çev. Halûk Barışcan, Metis Y., 2017).

[28] “Modernlik, Sonrası ve Sol Melankoli”, “Sol Yolculuğun Yas ve Melankoli Bağlamında Sorgulanışı”, “Sol Melankoli Kime Ne Söyler?” (Varlık dergisi, Temmuz, Ağustos, Eylül 2017).

[29] Ortak duyarlıkla, bkz. “Spinoza ve Siyaset’e Dair Notlar” (Birikim dergisi, Mart 2012), “Bir Efsane ve ‘Gezi Direnişi’’ (Birikim Güncel, Haziran 2013), “Etika’dan ‘Demokrasi’ye/ ‘Teolojik-Politik Edimselliğe’ Yol Alırken, I” (Birikim dergisi, Kasım 2013), “Etika’dan ‘Demokrasi’ye/ ‘Teolojik-Politik Edimselliğe’ Yol Alırken, II” (Birikim dergisi, Ocak 2014), “Demokrasi: Politik Güç, Meşruiyet ve İnsan Hakları” (t24, 28 Ocak 2014), “Gezi/17 Aralık Vak’aları: Demokratik Eylemlilik ve Spinoza” (t24, 6 Şubat 2014), “Cumhuriyet, Kamusallık, Eşitlik, Özgürlük ve ‘sol” (Gazete Duvar, 11 Mart 2020), “Korona Günlerinde ’Sivil İtaatsizlik”, 26 Mart 2020 (Gazete Duvar), ayrıca bkz. www.haluksunat.com / kitaplaşmamış yazılarım/ siyaset-felsefe.

[30] İlgili derleme için, bkz. Eşitlik özgürlük/ ‘Siyasal Denemeler’ 1989-2009/ Etienne Balibar, çev. Oylum Bülbül, Metis Y., 2016.

[31] “Bugün yaşananlarla, komünist rejimlerin her yerde düşüşünün keyfini çıkaran ve kendisini toplumsal sınıfların mümkün olan tek tarihsel biçimi olarak sunan çağdaş kapitalizmin ciddi şekilde tehlikeye düşeceğini hayal etmek tutarsız ve tehlikeli bir rüyadır. (…) Salgın gibi fenomenlerin kendiliğinden yeni bir siyasi açılım yaptıkları fikrinin de sıkı bir şekilde eleştirilmesi gerekecek,” diyen Alain Badiou’nun Quartier Général’de yayımlanan “Sur la situation épidémique” başlıklı makalesinin Türkçe çevirisi için, bkz. https://gergedan.press/alain-badiou-salgin-durumu-uzerine-7030/.

[32] Bizde de; salgın dolayısıyla alınan önlemler kapsamında sermayenin kollanışı (21. yüzyılın, –salgının hazırladığı fırsat ve pazarda kapılacak payla– “Türk yüzyılı” olacağı müjdesi), “sosyal mesafe” ile “sınıf mesafesi”nin harmanlanışı, Türk Tabipleri Birliği’nin (yanı sıra, diğer sağlık çalışanları ve genelde emek örgütlerinin) salgınla mücadelede işbirliğinden uzak tutuluşu, başından itibaren örtük bir “sürü bağışıklığı”nın tercih edilmişliği, bilimsel/gerçekçi açıklama yapan hekimlere özür diletilişi (“Eğer yaptığım açıklamalar paniğe neden olduysa, devlet büyüklerimden ve halkımdan özür dilerim.”), 3500’ü hekim olmak üzere KHK ile ihraç edilmiş 20 bin sağlık çalışanının göreve iade edilmeyişleri (400 hekimin güvenlik soruşturması gerekçesiyle atama bekler konumda tutuluşu), “terör” suçlusu olarak kabul gören yazarların, gazetecilerin, siyasilerin “ceza infaz indirimi yasa tasarısı” dışında tutulmaları, muhalif belediyelerin kamusal dayanışma inisiyatiflerinin engellenişi (bkz. “Milli Dayanışma Kampanyası”, 30 Mart 2020, Erdoğan’ın ulusa sesleniş nutku), HDP’li belediyelere kayyım atanmaya devam edilişi, sınır ötesi harekâtların sürdürülüşü, “Kanal İstanbul” köprü taşıma ihaleleri, “Tekâlif-i Milliye” imaları, vb. söz konusu ivmelenmenin (el soğutmamanın ya da, “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”ın hikmetinin) emareleri olarak anılabilir. Elbet; “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”ne tâbi, “World Justice Project”in “hukukun üstünlüğü endeksi”nde 128 ülke arasında 107. olduğumuzu; kamu mallarının %90’dan fazlasının AKP iktidarı sürecinde özelleştirildiğini de hatırda tutarak.