O acıklı şarkıyı herhalde herkes biliyordur.
“Bir küçücük aslancık varmış / Babası onu pek çok severmiş! / Sen benim ca-ca-canımsın dermiş / Baba aslan çölde vurulmuş / Küçük de çö-çö-çölden kovulmuş / Hikâyenin sonu pek boşmuş”
Diyarbakır, Şanlıurfa, Kahramanmaraş, Adıyaman ve Gaziantep’i dolaşıp “Anadolu kaplanları” tabir edilen işadamlarıyla görüşürken aklımdan tuhaf bir biçimde bu çocuk şarkısı geçiyordu. “Anadolu kaplanı” denen ve biraz da abartılarak zaman zaman Türkiye’nin gündemine getirilen bu insanların halet-i ruhiyesi, ekonomik ve sosyal gelecekleri üzerine düşünürken aklıma takılıp duran tek şey şarkının son mısrasıydı. “Hikâyenin sonunun hoş” mu yoksa “boş” mu olduğu konusunda kararsız kaldım. Çünkü, sahibi bulundukları yatırımlarla yaşam kültürleri arasında çok ciddi bir fark bulunan bu insanlar, birer kararsızlık, belirsizlik muamması gibiydiler. Onları, ya teşvik istemeye Ankara’ya geldiklerinde görüyorduk (takım elbiselerini çekmiş, Ankara’nın oturma odası terbiyesine ayak uydurmaya çalışırken) ya da ekonomi programlarıyla (Türkiye’nin kalkınmasından sorumlu misyonerler olarak inançlı ve ateşli konuşmalar yaparken) ekranlara taşındıklarında. Belki bu zamanlarda Türkiye için birer velinimet gibi görünüyorlar, Türkiye’nin girişimci, atılımcı, cabbar ve cevval ruhunu yansıtıyorlardı, ama esasında onlar...
GLOBAL SECCADE MARAŞ’TA DOKUNUR
1980 sonrası ekonomik gelişmelerle birlikte ortaya çıkıp serpilen küçük ve orta boy işletmelerin yatırımcıları anlamında Anadolu kaplanı adlandırması, galiba en çok Kahramanmaraş’a yakışıyor. Ekonomik güç ile sosyal kültür dengesizliğinin en göze batar şekilde yaşandığı yer Kahramanmaraş, büyük oranda MHP’li olduğu için tam bir “Türk” şehri. Şehirde Anadolu kaplanının çeşitli cinslerinin yanısıra, o “büyük” Türk kültürünün de nüvelerini görme şansını buluyorsunuz. “Büyük Türk kültürü” yanyana dikilmiş betonarme binalardan oluşuyor! Şehrin tek sosyal teneffüs alanı, Trabzon caddesi ve cadde üzerindeki Mado Dondurmaları’nın sahibi bulunduğu Yaşar Pastanesi. Ünlü Sütçü İmam Üniversitesi burada olmasına karşın, şehrin içinde neredeyse hiç üniversite öğrencisi görünmüyor. Porno film gösteren bir dükkan dışında şehirde sinema yok. Kadınlı erkekli yaşanan gece hayatı ise Pınarbaşı adlı, genellikle çok dolu olmayan tek bir içkili lokantayla sınırlı. Ama gelin görün ki, Kahramanmaraş, Anadolu kaplanlarıyla dolu. Yani bir bakıma para çok, hayat yok! Şehirdeki sıkıntı neredeyse asfaltı bile eritebilecek kadar keskin. Türk-İslam sentezinin bu seyirlik manevi çuvallayışını görmek ve bu görüşü benimsemiş en az dört işadamının bu sıkıntılarını, üstelik bir gazetecinin yanında gözleri dolacak derinlikte yaşadığına tanık olmak, insana keyif vermiyor değil! Ama bir yandan da karşınızdaki bir insan olunca olaya bir ideolojinin çuvallaması ve bunun kanıtlanması olarak bakmak güçleşiyor. Mesela Erdal bey...
Avrupa’ya ve Ortadoğu’ya ihracat yapan ve süt üretiminin büyük bir bölümünün alıcısı olduğu için yöreyi besleyen Mado Dondurmaları’nın üçüncü kuşak ortaklarından Erdal bey, derdini Yaşar Pastanesi’nde anlatıyor. Sabah altıda gelip dondurma tezgahının başına geçen Erdal bey, “Çalışmaktan başka yapacak bir şey yok ki” diye başlıyor. Konuşan insan, gelecek yılki ciro hedefi 1.5 trilyon lira olan firmanın sahiplerinden, yani en esaslı Anadolu kaplanlarından biri. Mutsuz kaplan İstanbul’dan gelen “bayan” gazeteciye sesini olabildiğince incelterek şunu soruyor: “Paşa Disko’ya kartla mı giriliyor? Yani herkes giremiyor mu?”
Erdal bey sorunun şaşırttığını anlayıp derdini anlatıyor. İstanbul’a gitmiş, Paşa diskoyu merak ediyormuş. En fiyakalı biçimde giyinip gitmiş, ama içeri almamışlar. “Taktım kafaya” diyor, “Oraya gireceğim.”
İstese Paşa diskoyu satın alabilecek olan Erdal bey, gözleri dolarak “Hayat, Kahramanmaraş sınırını geçince başlıyor bizim için” diyor ve şöyle devam ediyor: “Ama İstanbul’a gidince de kimseyi tanımıyorsun, hiçbir yer bilmiyorsun. Ben bir tek Üsküdar’ı biliyorum mesela, çünkü bizim dükkanlardan biri orada.”
Erdal beyin tek “hayatı” Kahramanmaraş’a gelen ünlülere dondurma şov yapmak. Tatil yapamıyormuş. Paranın içinde yüzen Erdal bey, bu sene tatil parasını bir arkadaşına vermiş. “Ben yapamadım, o yapsın” diyor. Hergün telefon edip Akdeniz sahillerinde nasıl eğlendiğini öğreniyormuş. Şaka değil, Erdal beyin gerçekten gözleri doluyor.
Maraşlı kaplanlar için hayat şehirden çıkınca başlıyor. Bu yüzden tekstilcilerden biri şöyle bir fıkra anlatıyor gülerek: “Adamın biri, İstanbul’da bir otelin kapısından bir çanta dolusu parayla girerse sorulacak tek soru vardır:
‘Maraşlı mısın?’
Maraşlı ise ikinci soruya gerek kalmaz; tekstilcidir.”
“Hayatın” sadece İstanbul’da olması, üniversite öğrencilerinin şehri canlandıramaması, işadamlarının mutsuzluklarını açıkça dile getirmeleri... Hepsinin nedeni aynı. Ne kadar kaplan olsalar, ne kadar çok paraları olsa da, parayla yapılabilecekler ne kadar çok akıllarını çelse de hepsinin bürosunda, lüks kütüphanelerin üzerinde, dünya haritasının hemen yanında bir seccade duruyor. Dişli dişsiz en az 30 Anadolu kaplanıyla yapılan görüşmeler sonucu varılabilecek en net sonuçlardan biri gerçekten de bu: Hepsinin bürosunda en görünür yerde seccade duruyor. Uğur Mumcu’nun cenazesinin kaldırıldığı gün Maraş’taki töreni tek başına yapmak zorunda kaldığı için MHP’li çevrelerce pek sevilmeyen yerel muhabir Sırrıberk Arslan, seccadeler üzerine konuşulunca net bir veriye dikkat çekiyor: “Ünlü Maraş pavyonlarına herhalde sen ben gidecek değiliz. Parası olan adamlar gidecek. Bu adamlar da parası olan adamlar. Kaç tane reklamcının gece pavyona gidip, ertesi gün de bürolarına uğrayıp kendisini pavyonda gördüğünü söyleyerek reklam aldığını herkes bilir.”
Tutuculuğun Maraş kaplanlarının dişlerini nasıl söktüğünü, sosyal hayatın ne büyük bir kıstırılmışlık içinde sürdüğünü göstermek için bir örnek daha:
Maraşlı işadamları “bayan” gazeteciyle ünlü Pınarbaşı’nda yemekte. Üç işadamı da masaya oturur oturmaz cep telefonlarını çıkarıp ev numaralarını çeviriyorlar. Eşlerine ve nişanlılarına “bayan” bir gazeteciyle yemekte olduklarını haber verip, telaşa mahal olmadığını söylüyorlar. Esasında belki de haber vermeyecekler, ama oturur oturmaz tanıdıkları görüyorlar. Mesele, onlardan önce haber verip, olası bir “kaçamak” suçlamasından kurtulmak. Suçlamadan sıyırınca İstanbul’un üçüncü sınıf pavyonlarından getirilen şarkıcıya viskiler açılmaya başlanıyor. Viskiler açmakla bitmiyor. Bir yandan da “bayan” gazetecinin soruları üzerine Maraş olaylarında ülkücülerin ne kadar masum, ne kadar mazlum ve mağdur olduğu anlatılıyor.
Belki de onların kaplan olmalarının nedeni de bu kıstırılmışlık. Kahramanmaraş Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Mehmet Balduk’un söylediği gibi Maraşlı kaplanlar, paralarını yeni yatırımlar ve emlaktan başka bir şeye harcamıyorlar, harcayamıyorlar. Birer bakkal gibi işlettikleri fabrikaların nasıl kurulduklarını anlatan Balduk, “Hepsinin aklı gözünde” diyor. “Vizyonsuzluktan” şikâyet eden Balduk, bir şehrin ekonomisinin nasıl “pamuk ipliğine” bağlı olduğunu anlatırken, tekstil fabrikalarının bir dönem gece iple bir fabrikadan alınan ölçüyle ertesi sabah gecekondu gibi dikiliverdiğini söylüyor. Balduk, yöre kaplanlarıyla ilgili yakınmalarından sonra esas sorunlarını çok açık bir dille açıklıyor. “Kaliteli, profesyonel insanlara” ihtiyaçları olduğunu söylüyor. Yani kaplanlarının, nereye saldıracağını bilemediklerini ifade ediyor. Veriler Balduk’u destekliyor. Kaplanlar hep birlikte tek bir ava saldırdıkları için şehirdeki istihdamın tamamı tekstil sektöründe yoğunlaştığı gibi, kaplanlar doymuş olan bu sektörü Tansu Çiller’in Gümrük Birliği gazıyla daha da şişirmiş. Bu yüzden yaşanan tekstil krizi şimdi kaplanları kendi kuyruğunu kovalar duruma getirmiş, ne yapacaklarını bilemiyorlar.
YÜRÜYEN MERDİVENDEKİ KAPLANLAR
Doğu’nun akıllı çocuğu Gaziantep, çoktan şeytanın bacağını kırmış. Uluslararası düzeyde tartışılan “Gaziantep modeli” elbette bir sihirbazın şapkasından çıkmamış. Kahramanmaraş’a iki saat uzaklıkta olmasına karşın bambaşka bir yer olan Gaziantep’in ilk farkı uzun süre ticari hayata hâkim olmuş azınlıklar. Dokuma tezgahlarının ilk sahipleri onlar. Ardından kaçakçılık yıllarıyla şehirde oluşan parasal birikim ve deneyim. Hemen ardından 1960’lı yıllarda BM’nin şehre yaptığı destek. 1980 sonrası devletin yaptığı kaplan besiciliği de son aşama. Bugün ise Gaziantep’in bütün kaplanları çok fazla debelenmeden yürüyen merdivene binmiş gidiyorlar. (Şakanın aslı da var; Türkiye’nin tek yürüyen merdiven fabrikası burada.)
Doğu illerinde, özellikle de Güneydoğu’da hayat Greenwich merkezli değildir. Randevu diye bir şey asla olmadığı gibi, “birazdan”, “hemen”, “şimdi” gibi kavramlara güvenmek neredeyse olanaksızdır. Her şeyden çok bu durum size Batı’da değil, Doğu’da olduğunuzu hissettirir. Doğu’da zaman kendi hızında gider. Gaziantep’in Doğulu değil, artık “Batılılaşmış” bir şehir olduğunu da buradan anlamak mümkün. Şaşılacak biçimde herkes randevularına sadık ve işler saat hesabına göre yürüyebiliyor. Yüzyıllar boyunca edinilmiş deneyimle kimse ideolojik olarak uçlara gitmiyor, ticaret ve üretim ekseninde dönen bir hayat var Gaziantep’te. Bu yüzden de kaplanları temkinli, sakin ve akıllı. Bazen de şaşılacak derecede ileri görüşlü. Horoz Örme A.Ş.’nin sahiplerinden İbrahim Kirişçi örneğin. Bütün birimlerin başına kadınları getirmiş. Buna şaşırınca hemen cevaplıyor: “Kadınlara karşı mahcup olmaktansa işlerini daha iyi yaparlar. Hem kadınlar daha ciddi iş yapıyor.”
Kahramanmaraş’ta üretimdeki kadın yoksunluğuna karşın Gaziantep’de oran çok yüksek. Bu veriye karşın tek gerçek kadın örgütü olan Üniversiteli Kadınlar Derneği’ne üye kadınların çoğu üniversite mezunu ev kadını. Ama bir yandan da Türkiye’nin tek kadın gazete genel yayın yönetmeni burada. Gaziantep’teki kaplanların farkını ve durumunu ortaya koyacak en önemli veriler Gaziantepli İşletmecileri Destekleme Merkezi (GİDEM) bünyesinde bulunuyor. GAP bünyesindeki birimin görevi yatırımcıları bilgilendirmek, fizibilite çalışmaları yapmak. Birimdeki uzmanların söylediğine bakılırsa Gaziantepli girişimci, bir bakkal dükkanı kuracak bile olsa fizibilite çalışması yaptırıyor. Üniversitedeki uzman bilgiden etkin biçimde yararlanan kaplanlar, yatırımları çeşitli alanlarda ve doğru kararlarla yapıyorlar. Bu yüzden, ülke bütününde yaşanan sektörel krizlerden en az etkilenen şehir Gaziantep oluyor. Ticareti çok iyi bilen şehrin Sanayi Odası Başkanı Necati Koçer’in söylediklerine bakılırsa, onları engelleyen tek şey, siyasî kararlar. Ticaret Odası da aynı kanaatte. Devletin nasıl olup da ekonomiyi riske atacak siyasî kararlar aldığını bir türlü anlayamıyorlar. Buna en güzel örnek Irak ambargosu. Ticaret Odası Genel Sekreteri Mesut Ölçal çok uzun zamandır devleti uyardıklarını söylüyor. BM Sözleşmesi’nin bir ülkeye konan ambargodan çok olumsuz etkilenen ülkelere ayrıcalık tanıyan maddesinden Türkiye’nin yararlanmadığını anlatırken, Ürdün’ün böyle kalkındığını ve daha bir sürü ayrıntılı bilgiyi sayıveriyor. Basınla ilişki kurmaya da çok alışkın olan kaplanlar, daha siz içeri girer girmez hazırladıkları basın bültenlerini, aşağı yukarı spotları, ara başlıkları bile çıkarılmış biçimde elinize veriyorlar. Yani Antepli kaplanlar bu işi iyi biliyor!
Arap kültürünün etkisi altındaki Urfa’da ise işler, tabiî ki nev-i şahsına münhasır biçimde yürüyor. Ama Urfa’nın sanayicilerinden çok, fabrika kurmaya çalışan bir ağadan bahsetmek herhalde Urfa cinsi kaplanlara ilişkin daha belirgin bir veri edinilmesini sağlar. Örneğimiz Zeynep Köyü muhtarı Ahmet bey. Ahmet bey, köyün dışında Urfa yolunda bir un fabrikası kurmaya hazırlanıyor. Kendine göre o da bir fizibilite çalışması yapıp şu sonuca varmış: “Un fabrikası yapma diyorlar, ama un fabrikasının fazlası olmaz ki. Bu memlekette insanlar ne yiyor? Ekmek. Ekmek neyle yapılıyor? Unla. Bak, bak, bak. Ben ne yapıyorum? Un fabrikası.”
Ahmet bey kuracağı un fabrikası için piar çalışmasını eksik bırakmıyor. Fotomuhabire isot (Urfa biberi), kaçak çaydan bir poşet yapıp fotoğraflarını çekmesini istiyor. Ahmet bey, Urfa’ya gelen “bayan” gazeteciyi de etkilemek istiyor. OPET petrol şirketinin Urfa’daki bayiliğini güç bela alan Ahmet bey, inşaatı gösteriyor. Ama inşaat alanına girer girmez keyfi kaçıyor ve işçilere Arapça bağırmaya başlıyor: “Bu mavi, o mavi değil ki kardeşim. Adamlara rezil olacağız. Vermezler bak. Ben karışmam. Vermezlerse ben de size ödemem. Ona göre.”
Ahmet bey iyice keyfi kaçmış ve İstanbul’dan gelen “bayan” gazeteciye rezil olmuş olarak arabasına biniyor. Ve açıklamaya başlıyor: “Köylüyle iş yapıyorsun işte. Köylü nereden bilecek. Ama adam ayni mavi olmazsa vermiyor işte. Köylüye göre maviyse mavi, adam boyuyor. Hey yarabbim.”
Ahmet bey, Urfa’ya Köy Hizmetleri’nden bilmem kim beyden inşaatı için araba istemeye giderken yolda bir tarlada duruyor. Biçerdöverin başındaki adama yaklaşıyor. Bir şeyler konuşuyor, adam nüfus cüzdanını Ahmet beye veriyor. Ahmet bey sırıtarak geri geliyor: “Bizim muhtarlığa yazdıracağım da keratayı. Seçimler için yani. Anladın değil mi?”
Ahmet bey bu sahnede de siyasete hevesli bir Urfalı rolünde.
Urfa’da işler, aşiret reisi olmadığın sürece böyle yürüyor. Şehrin bütün birikiminin 4 aşiret, ağırlıklı olarak da Bucaklar ile Cevheriler arasında bölüşüldüğü düşünülünce sanayinin de onların elinde olması şaşırtıcı değil. Tıpkı Diyarbakır’da olduğu gibi. Bu iki şehrin farkı birinde aşiretlerin diğerinde ise savaş ekonomisiyle birlikte devletin hükümranlığının bütün ekonomik ve sosyal hayata egemen olması. Adıyaman ise zavallı bir şehir. Sahte şeyhlerinden başka bir şeyleri yok. GAP’ın kıyısında GAP’tan yararlanamayan en mazlum şehir Adıyaman. Su var ama sulamada kullanılamıyor. Nemrut Dağı var, ama turizme yeterince açılamıyor. Zaten kurnaz Malatyalılar Nemrut’a kendi şehirlerinden giden daha kısa bir yol yapmışlar, gelen turistleri Adıyaman’a kaptırmıyorlar. Böylece Adıyaman’daki kaplan adayları da aç susuz kalıp yeni savanlara doğru hareket etmek zorunda kalıyorlar.
ASLAN GELİYOR, KAPLAN GELİYOR TIP!
Onlar gerçekten de geliyor. Öncelikle çok hırslılar. Hırsın yanısıra gitgide öğreniyorlar. Kapitalizmi öğreniyorlar ve kendilerine yürüyebilecekleri orta bir yol buluyorlar. Dünya haritasıyla seccade arasındaki bu yolun gitgide, üstü örtülü bir biçimde, alıştıkları yaşamdan uzaklaştığını da gördükleri için biraz kaygılı, biraz ikili oynama halindeler. Telaffuzları bozuk olsa da ağızları “demokra-asi”, “globallaşme”, “medya” sözcüklerine alışıyor. Onlar kendilerinin “kaplan” diye adlandırıldığının farkındalar. Bu yüzden yaptıkları işleri anlatırken kendilerini biraz da “ekonomi havarileri” olarak görüyorlar. Fabrikalardan söz ederken ulvi bir görevin neferleri gibi davranıyorlar. Türkiye ekonomisine katkılarını ağızlarından hiç düşürmüyorlar. Bazen öyle konuşuyorlar ki, bu işi para kazanmak için değil, kendilerini ülke kalkınmasına adadıkları için yaptıklarını sanıyorsunuz. Ama bir yandan da değişen hayatları sosyal ve kültürel alanda, ufak tefek de olsa değişime neden oluyor. Örneğin çocuklarını daha iyi okullarda okutmaya çalışıyorlar. Beklentileri ve standartları yükseliyor. En kötü durumdaki Kahramanmaraş’ta bile dev bir kültür sitesi inşâ ediliyor. (Sitenin müteahhitlerinin, her ne demekse “Moğol mimarisini” örnek aldıklarını söylediklerini belirtmek gerek) Gaziantep’te kitapçılar açılıyor, okullar kuruluyor. Sonuç itibarıyla oluşturdukları gücün farkındalar ve bu üretim psikolojisine net bir biçimde yansıyor. Böylece söylenecek tek bir cümle kalıyor:
Aslan geliyor, kaplan geliyor tıp!