Bayrak, Milliyetçilik, Kutsallık

Son birkaç yıldır Tük bayrağının kullanımıyla ilgili tanık olduğumuz birbirinden ilginç görüntüler, içi boşaltılan, herkese dilediği anlamı yükleme fırsatı verecek kadar kayganlaşmış kavram ve göstergeler kervanına bayrağın da katılmış olduğunu imliyor. Başlangıçta ulusu simgelediğini öne sürebileceğimiz bayrak birbirinden öyle farklı yerlerde ve amaçlarla kullanılıyor ki, bayrağın artık kimin için neyi simgelediğini kestirmek güçleşiyor. Türkiye’de bayrak neredeyse hem her şeyi hem de hiçbir şeyi temsil ediyor.

Bir gösteren ile gösterilenden oluşan göstergenin uyandırdığı belleksel imge insanın kafasında başka bir uyarıcının imgesine bağlanır. “Göstergenin işlevi, bir iletişim doğrultusunda bu ikinci imgeyi canlandırmaktır.” diye belirtiyor Pierre Guiraud.[1] Her ne kadar kuramsal olarak her gösterenin yalnızca bir gösterileni, her gösterilenin de bir göstereni olduğu kabul edilse de, “uygulamada bir gösterenin birçok gösterilene gönderdiği, bir gösterilenin de birçok gösterenle anlatıldığı dizgeler çoktur.”[2] Göstergelerin çokanlamlılığı ile bildirinin çokanlamlılığının birbirine karıştırılmaması konusunda uyarıda bulunan Guiraud’ya göre, çokanlamlı göstergenin anlam belirsizliği bağlam içinde ortadan kalkar. Göstergeyi, bir yarılmanın, gösterenle gösterilenin olanaksız dikişlenmesinin adı olarak tanımlayan Laclau ve Mouffe için, gösterenin muğlak karakteri, hiçbir gösterene bağlı kalmaması, ancak gösterilenlerin çoğalması durumunda olabilir. Bir söylemsel yapının eklemlenmelerini dağıtan da, gösterilenlerin zayıflığı değil, tam tersine çok anlamlılıktır.[3]

Resmî yerlerde görmeye alıştığımızdan bize “resmî olanı” çağrıştıran Türk bayrağı önce resmiyeti sonra kamusallığı aşıp özel alana; evlere, balkonlara, arabalara, vitrinlere taşındı. Kamusal özeli, hem de kendi rızasıyla fethetti (işgâl etti). Ulusun ve milliyetçiliğin simgesi olan bayrak her türlü eylem ve mitingin meşrûlaştırma aracına, yıkım ekiplerine karşı direnme ve karşı koyma silahına, heteroseksüellerle homoseksüelleri ayıran hattâ, bir baskı ve dışlama aracına, geçim kaynağına, aksesuara, vatanın namusuna, kutsalımıza ve daha da ilginci bir gösteriye dönüştü. Özel televizyon kanallarının ve TRT’nin büyük katkılarıyla bayrak ve öteki ulusal göstergeler popülerleşti -poplaştı-, böylece hem millî duygularımız kabardı, hem de millî olmayan mesele ve olaylar millileşti. Toplantılar, kongreler, konserler, sulu ve/veya ciddi televizyon programları bayraksız yapılamaz oldu. Klasik müzik konserleri bir “çağdaşlık ve laiklik” gösterisine dönüştüğü gibi, pop müzik de milliyetçiliğin dışavurumu halini aldı. Her şeyin hızla metalaştığı günümüz tüketim toplumunda Türk bayrağına çok özel bir yer açıldı. Kendine özgü ritüelleri bulunan, kendisine saygıda kusur edilmemesi yasayla zorunlu kılınmış, saygısızlık edenlerin canını ve başını yakan, hapislerde süründüren kutsal Türk bayrağı da metalaştı, kulaklara küpe, boyunlara kolye, saçlara toka, arabalara vinyet, dükkanlara poster, gazete okurlarına promosyon, işportacılara geçim kaynağı oldu. Tanıl Bora’nın işaret ettiği poplaşan millî simgeler arasına katıldı, “siyasî anlamından görece bağımsızlaşarak taşınabilir hale geldi”.[4]

Yükselen Türk milliyetçiliği bayrağı önce yaşamımızın vazgeçilmez bir parçası haline getirdi, sonra bayraktaki kutsalın dozunu arttırarak onu hapishanemiz yaptı. Uğruna Yunanlılar ve Kıbrıslı Rumlar’la savaşın eşiğine geldiğimiz Türk bayrağının öldüren dozda kutsallaşmasını, yükselen milliyetçilikle açıklayabilirken, taşıdığı yeni “öteki” anlamların neler olduğunu görebilmek için öncelikle bayrağın artık ulusaldan bağımsızlaştığını tespit etmek gerekiyor. Bugün uzun saçlı ve küpeli erkekler ne kadar rock’ı temsil ediyorsa, Türk bayrağı da o kadar ulusu temsil etmektedir.

Bayrağın hangi amaçlarla kullanıldığını açıklamaya çalışacağım bu makalenin ilk bölümünde, siyasî bir proje olarak ulusun, yerine geçmeyi amaçladığı dinsel topluluğu aşamadığına, modernist paradigmanın öngördüğü biçimde bir zihniyet kırılması sağlayamadığına, bunun yerine, modern ulus-devlet’in kendi dinini yarattığına değineceğim.

BAYRAK, MİLLİYETÇİLİK VE KUTSALLIK

Milliyetçilik ve kutsallık ilişkisini işleyeceğim bu bölümde öncelikle amacım, milliyetçilik ile din arasındaki benzerlikleri göstermek ve özellikle de milliyetçilik söylemindeki dinsel olanı ve kutsalı ifşa etmek.

Avrupa milliyetçiliğini “rasyonel olan” Aydınlanma milliyetçiliği ve Alman romantik yazarlarınca geliştirilen, “kültür ve geleneğe dayalı” milliyetçilik olmak üzere ikiye ayıran Horace B. Davis[5] şöyle bir ikileme dikkat çekmektedir: “Milliyetçilik rasyonalist, seküler, modern bir hareket olarak mı düşünülmeli, yoksa çoğu açıkça atalara ait ve modern koşullarla ilgisi olmayan oldukça özel unsurları mı vurgulamalı?”.[6] Ulusu “hayal edilmiş bir siyasal topluluk” olarak tanımlayan Benedict Anderson, “kapitalizm, teknoloji ve insanın dilsel çeşitliliğe olan mahkûmiyetinin birbiriyle buluşmasının, yeni bir cemaat tarzının hayal edilmesini mümkün kıldığını ve bu yeni tarzın modern ulusların temel morfolojisini hazırladığını”[7] öne sürerken milliyetçiliği modern bir hareket olarak düşünmektedir. Ancak yine de, seküler bir sürecin sonrasında oluşmuş olan ulus, dinsel tahayyüller ile yakın ilişkide bulunmaktadır. Anderson bu duruma örnek olarak milliyetçi tahayyülün ölüm ve ölümsüzlükle biraz fazla ilgilenmesini vermektedir -Meçhul Asker mezar ya da anıtları-.[8]

Öte yandan, Fransız siyasetbilimci Dominique Schnapper, ulusu Avrupa-merkezci açıdan aşağıdaki gibi tanımlamaktadır:

“Ulus kendini, yurttaşlık yoluyla tikel mensubiyetleri -bunlar biyolojik (en azından algılandıkları biçimde), tarihi, ekonomik, toplumsal, dinsel veya kültürel olabilir- aşma ve yurttaşı, somut belirginliklerin berisinde ve ötesinde hiçbir tikel kimliği ve niteliği olmayan soyut bir birey şeklinde tanımlama isteğiyle ifade eder.”[9]

Schnapper için ulus, yepyeni bir cemaat oluşturmayı hedefleyen siyasî bir projedir. Bu cemaat, yurttaşlar cemaatidir. Böyle bir cemaatin oluşturulabilmesi için özellikle “toplumsal bağın artık dinî değil, ulusal, yani siyasal olması” gerektiğini simgeleyen laikliğe gereksinim vardır. Ancak, ne ulus yeterince tikel mensubiyetleri yıkabilmiş ne de laiklik ilkesi devletin dinsel tarafsızlığını sağlayabilmiştir. Öyle ki, “kutsal, anlamını dinden ulusa devretmiş”, “ulus gerçek bir kült haline gelmiş”, ulus ve cumhuriyet “ayinleri, sunakları, tapınakları ve azizleri ile sivil bir dine” dönüşmüştür.[10] Dindışı insan, dindar insanın davranışlarının izlerini hâlâ korumaktadır.[11] Kutsallıktan en fazla arınmış toplumlarda bile, saf haliyle dindışı insanı bulmak zordur. “Söz konusu olan yalnızca, çağdaş insanın koskoca bir yapıya ve büyüsel-dinsel bir kökene sahip ‘batıl iktidar’ı veya ‘tabular’ı değildir”, daha önemlisi, dindışı olduğuna inanan modern insanın hâlâ “koskoca bir gizli mitolojiye ve çok sayıda yozlaşmış ayinselliklere sahip olmasıdır”.[12] İmge, sembol ve mitler, ruhun (psişe) durduk yerde yarattığı şeyler değildir, “varlığın en gizli biçimlerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermek” gibi bir işlevleri vardır.[13]

Otoriter bir laiklik anlayışını benimsemiş olan Atatürkçüler’in yükselen İslâmcı hareket karşısında kapıldıkları panik, onları, hem de modernlik adına, nicedir ulaşmayı hedefledikleri çağdaş uygar dünyanın davranış kalıplarını çiğnemeye iterken, söylemlerini de biraz daha kutsallaştırmaktadır. Örneğin, Sincan’daki şeriatçı gösterinin hemen ardından CHP’nin Sincan sokaklarında Atatürk rozeti dağıtması, bir televizyon programında gazeteci Oktay Ekşi’nin Atatürk rozeti takmadığı için bir konuğu azarlaması, İslâmcıların mücadelerinin simgesi haline gelen yeşil bayrak, türban ve sarığa karşı kendilerini rasyonel, dindışı sayan ve İslâmcıların “çağdışı” simgelere sarılmasını komik ve acayip bulan “laikçi” Atatürkçüler’in Atatürk rozetleri ve Türk bayraklarıyla karşı saldırıya geçmesi çelişkili bir durum yaratmaktadır. Atatürkçülüğe dinamizm verebilecek ve onun tüm zamanların geçerli ideolojisi konumunu destekleyebilecek devrimcilik ilkesini donduran ve daha kötüsü devrimcilikten 1920’lerin devrimlerini anlayan günümüz Atatürkçülüğü hızla fundamentalizmin kucağına düşmektedir. Kuran’ı ilk günkü haliyle yorumlamaya kalkışanları yobaz olarak tanımlayıp Atatürkçü ilkeleri TC’nin kuruluş zamanındaki biçimiyle uygulamaya niyetlenmenin ve bununla da yetinmeyip Atatürkçülüğü dinleştirerek onu sorgulanamaz kılmanın savunulabilir hiçbir yanı yoktur.[14] Ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza dek ilelebet yaşayacağı ve yaşatılacağının ve Misak-ı Millî sınırlarının asla değiştirilemeyeceğinin sürekli tekrarlanması, Türkiye’deki ulus-devlet anlayışının -öteki ülkeler için durum daha farklı değil- rasyonelliğe değil inanca dayandığına işaret etmektedir.

Kısa sürede kendi ritüellerini oluşturan milliyetçilik, bayrağı, “milliyetçi ibadetin merkezi nesnesi” biçimine getirmiştir.[15] Bayrağı selamlamanın, yarıya indirmenin, göndere çekmenin, hemen hemen her ülkede ayinsel bir tören biçiminde gerçekleştirilmesi bayrak için ibadet sözcüğünün kullanılmasını mümkün kılmaktadır. Ancak burada asıl altı çizilmesi gereken nokta, bayrağın kutsallığının ulus ve milliyetçiliğe dayansa da asıl gücünü milliyetçiliğin barındırdığı dinsellikten aldığıdır. İnsanlar gözlerini kırpmadan çağlardır vatanları için canlarını vermektedirler. Eski toplumlar için bunun açıklaması, kişinin ülkesinde mülkünü, güvenliğini, yasalarını, inancını, Tanrı’sını bulmasıdır. Bunu kaybetmek, her şeyini kaybetmek demek olduğundan bir anlamda antiklerin yurtseverliği zorunludur. Montesquieu, “Pensées”de bu durumu bir şehrin fethedildiğinde o şehrin sakinlerinin ya öldürülüp ya da köle edilmesiyle açıklamaktadır. Çünkü hayatları ve bireysel özgürlükleri şehirlerinin hayatı ve özgürlüğüne bağlıdır.[16] Dinsel bir duygu olan Antik yurtseverliğin dinsel ve politik içeriği, modern yurtseverliğe taşınmıştır.[17] Buna bir de dinsel söylemin ulusal söyleme aktarılması eklenmiştir. Böylelikle eskiden Tanrı için ölürken şimdi vatanımız için şehit olmaktayız. Bu da Tanrı-devletinden ulus-devlete geçişte iddia edilen köklü dönüşümü sorunsallaştırmaktadır. Sonuçta, ulus-devlet de en az Tanrı-devleti kadar kutsal ve uğrunda ölünmeye değerdir.

Türkiye’de milliyetçiliğin yükselişiyle, Kürt sorunuyla birlikte Osmanlı’dan kalma “bölünme ve parçalanma paranoyasının” nüksetmesi arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. “Vatanın bölüneceği fobisi” hem merkez sol ve sağ partileri, ordu ve ülkücüleri aynı söylemde birleştirmekte, hem de Türk milliyetçiliğini beslemektedir. Ayrıca yine Kürt sorunuyla ilişkili olarak, Türkiye’nin öteden beri aralarına girmeye çok hevesli olduğu Avrupa Kulübü tarafından önce Birliğe girme başvurusunun reddedilmesi ve sonra da “insan hakları ve demokrasi” konularında kıskaca alınması Türkler’in milliyetçi duygularını arttırmıştır.[18] Bir türlü Batılı’ya Kürt sorunuyla -tabiî Türk hükümetince terör sorunu- mücadele biçiminin meşrûluğunu anlatamayan Türkler, bu haklı davalarında bir öcü gibi gösterilişlerini içlerine sindiremediklerinden çareyi “çifte standartlı Avrupalı”ya karşı Türk milliyetçiliğine sarılmakta görmüşlerdir. Yine bu dönemde Avrupalı’nın Hıristiyanlığının daha bir algılanır olmuş; buna paralel olarak, Türk kimliğinin İslâmi boyutu da daha çok vurgulanmıştır. Bunun sonucunda, İslâmi bir simge olduğundan bir zamanlar ay-yıldızdan hoşlanmayan laik kesimler bile Türk bayrağını büyük onur duyarak sahiplenmeye başlamıştır.[19] Eskiden Amerikan bayraklı tişört ve montlarla dolaşan gençler, horlanan ay-yıldıza hakettiği saygı ve itibarı gösterebilmek için yarışır hale gelmişler ve sonunda aksesuarlarında ay-yıldıza önemli bir yer açmışlardır. Ay-yıldızın aksesuarlaşmasında Hıristiyan Batılı’nın çok önemli bir etkisi daha vardır: Haç. Çocukluklarından itibaren onlar gibi görünebilmek, yaşayabilmek ve olabilmek için ailelerinin ve kendilerinin tüm olanaklarını zorlayan Türkiyeli gençler, birçok alanda Batılı yaşıtlarını taklit etmeyi başarırken, Batı’nın kendi kültüründen ve geleneğinden üretmiş olduğu haçlı kolye, küpe ve öteki aksesuarlar karşısında boyun bükmek zorunda kalmış, ama nihayetinde Türk bayrağının ay-yıldızı onların imdadına yetişmiştir. Ay-yıldız, Türkiyeli gençler için Batılılar’ın haçına karşılık gelmektedir. Öte yandan, Türk bayrağının ulusal bir simge olarak yaygın biçimde kullanılışında, Amerikan bayrağının tüm haşmetiyle sergilendiği bir sahne göstermeden edemeyen Amerikan dizilerinin ve filmlerinin hatırı sayılır bir rolü olmuştur -sinemadaki Amerikan egemenliği, Hollywood filmlerinde Amerikan bayraklı görüntülerle sanki tescillenmektedir-.

Türk bayrağı yalnızca aksesuarlaşmamış, devletin meşrûluğunu yitirmesine koşut olarak devletin kutsallığını daha şiddetli biçimde gözler önüne sermeye yönelmiştir. Bugün Türkiye’de devlet krizinin bütün belirtilerini gözlemek mümkündür. Önce ekonomide başgösteren bunalım siyasî bunalımla birleşmiş, siyasîlerin çözüm üretmedeki yetersizlikleri önce temsil krizine sonra da meşrûiyet krizine yol açmıştır. Uzunca bir süredir yaşanan siyasî kriz ideolojik krizle eklemlendikten sonra meşrûiyet krizine dönüşmüştür.[20] Devletin meşrûluğunu yitirmesi onun despot karakterini gözler önüne sermekle kalmamış, anti-demokratik uygulamaların hızla çoğalmasıyla birlikte Türk bayrağı devletin meşrûiyetinin teminatı haline gelmiştir. Ulusal bayrak ulusun olmasa bile devletin namusu olmuştur. Başlangıçtan beri devlet sempatizanı olan Türk milliyetçiliği bir kere daha ezilen milletten değil ezen devletten yana taraf olmuştur. Resmî ideolojinin iflas etmekte olduğunun belirtilerini her geçen gün çözümlenemeyen sorunlara yenilerinin eklenmesiyle gözlemlediğimiz bir zamanda yeni bir söylem üretemeyen devlet seçkinleri çareyi temsil ettikleri ulus ve devleti biraz daha kutsallaştırmakta bulmuşlardır. Hele Güneydoğu’daki savaşın yürütülebilmesi için devlet seçkinlerinin hiç olmadığı kadar gereksinimi vardır kutsallık söylemine. Devletin kutsallaştırılmasına bu kadar gereksinim duyulduğu bir zamanda onun temsilcisi bayrağın kutsallaşması pek şaşırtıcı değildir. Sembollerin kutsallaştırılması onları dokunulmaz -Kıbrıs’ta yaşandığı gibi- kılmaktadır. Tıpkı meşrûluğunu sağlamak ve insanları birarada tutabilmek için mitler üretilen ulus gibi birçok anlı şanlı mitler üretilen bayrak -kahraman şehitlerin kanıyla sulanmış söyleminden tutun da zaferle çıkılmış kanlı bir savaş sonrasında bir yıldızın aya yaklaşması ve Türk bayrağının şekline ilham olması söylencelerine kadar birçok mit- artık mitlere gereksinim duymayacak kadar kutsallaşmış ve tanrısallaşmıştır.

POSTMODERN DURUM VE GÖSTERİ TOPLUMU

“Çocukluğumda bayrak milleti simgelerdi. Sonra anladık ki milliyetçiliği simgeliyormuş. Şimdi ise milliyet ve milliyetçilikten de belirsiz bir şeyin belirtisi olduğu anlaşılıyor, bayrağın.”[21] Orhan Pamuk’un belirttiği gibi bayrak artık ulusun simgesi olmaktan çıkmış, ileride üzerinde duracağım bambaşka anlamlar kazanmıştır.

Bayrağın son dönemdeki kullanım biçimi aslında tam da yaşadığımız çağın kültürel mantığıyla örtüşmektedir. Anlamın parçalandığı ya da çoklaşıp anlamsızlaştığı, gösterenle gösterilen ilişkisinin koptuğu, ideolojilerin bile hızla metalaştığı, kitle iletişiminin kapitalizmin kurallarına göre sağlanmasıyla birlikte her şeyin bir gösteri biçimini aldığı bir çağda yaşamaktayız. Medya teknolojisinin gelişmesiyle birlikte, mesaj bağlamından kopartılmıştır.[22] Bu yeni durum gerçekliğin yerini almış imajlar, simülasyonlar, zincirinden boşalmış gösterenler, göndergelerden bağımsızlaşan göstergelerle betimlenmektedir[23]. MTV ve Disneyland’ın dünyası anlamı parçalamıştır. Her şeyin bir gösteriye dönüştüğü bir dünyada gerçekle düşseli ayırdetmek artık mümkün değildir.[24]

Birçokları anlamın parçalanmasını “iletişimin fazla yüklenmesiyle” açıklıyor.[25] Postmodern kültürün parçası olarak adlandırılan göstergelerin aşırı üretilmesi ve göndergelerin yitirilmesi, tüketim kültürünün barındırdığı içkin bir eğilimdir.[26] Dengeli göndergelerden “havada uçuşan” göstergelere doğru bir dönüşüm söz konusudur.

Yaşadığımız bu karmaşayı, Jean Baudrillard, “gerçeklik ile yanılsama, olan gerçeklik ile olması gereken gerçeklik arasındaki gerginliğin dağıldığı yeni bir durum”[27] olarak tanımladığı hipergerçeklik kavramıyla açıklamaya girişiyor. Baudrillard’a göre, gerçekle imgesel arasındaki sınır öylesine aşındırılmıştır ki, artık gerçekliğin denetlenmesi veya haklılaştırılması gereksizleşmiştir. “Bu, tek varoluş olduğundan ‘gerçekten daha gerçektir’”.[28] Bugün bütün sistem belirsizlik içinde dengesini yitirmiş, bütün gerçeklik kod ve simülasyonun hipergerçekliği tarafından emilmiştir. Artık ideolojinin yerini simulacre almıştır.[29]

Guy Debord, gösteriyi güncel toplumun esas üretimi olarak değerlendirmektedir. “Kendinden başka hiçbir şeye varmak istemeyen”[30] gösteri, “metanın yaşamı tümüyle işgâl etmeyi başardığı andır”.[31] Baudrillard da kitlelerin anlam yerine gösteri istediğini düşünmektedir. İnsanlar mesaj değil gösterge istemektedirler ve “içinde bir gösteri olması koşuluyla tüm içeriklere tapmaya” hazırdırlar.[32] Yine bu kitleler “bütün göstergeleri ve bütün anlamı yutup geriye iade etmemektedirler.”.[33]

Görece teorik bu bölümü kaparken, bayrağın çok farklı kullanım biçimlerinin Türkiye’ye özgü bir durum olduğunu, bizden daha önce tüketim toplumu haline gelmiş, postmodern durumla karşı karşıya olan Batılı ülkeler için geçerli olmadığını belirtmek isterim. Yıllar önce ölmüş Che Guevera’yı metalaştıran, sosyalizmin simgesi bir adamı yine ideolojilerin içini boşaltarak kapitalist toplumlara pazarlayabilen Batılılar’ın, hem devrimcilerin, hem komünistlerin, hem faşistlerin, hem de dincilerin mücadele aracına dönüştürülebilecek “Türk bayrağı” gibi bir buluşa imza atabileceklerine ihtimal vermiyorum, sanırım bunu gerçekleştirebilmek için Türkiyeli olmak gerekiyor.

BAYRAĞIN FARKLI GÖSTERGELERİ

Bayrak için her şeyden önce bir sahip oluşu imlediği söylenebilir, hattâ yalnızca sahip oluşu değil, ait oluşu da imlemektedir; bir ulusal kimliğe ya da bir devlete sahip ve ait oluşu. Sahip oluşu hem meşrûlaştıran hem de belgeleştiren bir göstergedir bayrak. Söz konusu ülke olduğunda, sahip olunan toprak üzerindeki mülkiyet hakkını gösteren bir tapudur.

Bayrak aynı zamanda tıpkı harita gibi biz bilinci yaratan, bizle bizden olmayanı ayırmaya yarayan bir göstergedir. Kimliğin “öteki”ne göre oluşturulduğu anımsanırsa gösterge ve simgelerin ötekiyle kendimizin sınırlarını çizen ve yabancı “öteki”yi dışlayan etkisi daha iyi anlaşılır. Bu bağlamda bayrak, Benedict Anderson’ın ulus için söylediklerini bayrağa uyarlarsak, üyelerinin birbirini tanımadığı, çoğu hakkında hiçbir şey işitmediği, ama yine de her birinin zihninde toplamlarının hayalinin yaşamaya devam ettiği, birleştirici bir simgedir. Bir düşünülürse, sadece ulusların değil, belediyelerin, üniversitelerin, spor takımlarının da bayrakları bulunmaktadır -flama dense de aslında bayrakla aynı işlevi görüyor-. Takım bayrakları sayesinde stadyumlarda kimse kendi taraftar tribününü şaşırmaz. Ancak, ne Yunanistan’da Türk bayrağıyla dolaşmak mümkündür ne de Cimbom tribününde Fener bayrağı açmak. Takım bayrakları da en az ulusal bayraklar kadar değerlidir ona gönül vermişler için. Test etmek isteyenlere, sonuçlarına katlanmak koşuluyla Taksim’in ya da Kızılay’ın göbeğinde üç büyük İstanbul takımından birinin bayrağını yakmaları önerilir.[34]

Bayrağın biz bilinci yarattığının ayrımında olan bazıları kaçak gecekondularını ya da Adana’da olduğu gibi ruhsatsız lokantalarını yıkmaya gelen belediye yıkım ekiplerine karşı Türk bayraklarını asarak direnme yolunu seçmektedir. Amaç karşılarındakilere onlardan olduklarını anımsatmaktır. Bunun da en kolay yolu Türk bayrağı asmaktır. Türk bayraklarıyla direnirken “Biz de sizin gibi bu bayrak altında toplandık, öyleyse bize nasıl zarar verebilirsiniz?” diye hesap sormaktadırlar aslında, ne de olsa aynı bayrak altında toplananlar birbirlerine kötülük etmezler, etmemelidirler. Ulusal gösterge bayrak bu olaylarda aynı ulustan kişilerin birbirlerine karşı bir savunma aracı olarak kullanılmakta ya da bir parola işlevi görmektedir.

Konutun içine bayrak asarak direnmenin bir başka mantığı da karşılarındakini kutsal bayrağa saygılı olmaya davet etmektir. O kişilerin emeklerine, hayatlarına saygı gösterilmiyorsa, en azından kutsal bayrağa saygı gösterilmeli ve bayrak asla yere düşürülmemelidir. Eskiden, çoğunlukla küçük çocuklarını çatıda bırakarak yıkımı engellemeye çalışanlara şimdi Türk bayrağının ilham olmasını, bayrağı ve çakıl taşlarını insan canına yeğ tutan zihniyetin bir başarısı olarak görmek de mümkündür. Bu arada bir başka ilginç nokta, ulusun bayrağının semavi dinlerin kutsal kitaplarına giderek daha benzemesidir. Bel hizasının üstünde tutulması zorunlu olan Kuran-ı Kerim’in kullanımında uyulması gereken kuralların bayrağa taşındığı, Türk bayrağının yere düşmemesi gereken kutsal bir eşya özelliği kazandığı söylenebilir. Bayrak ulusun Kuran-ı Kerim’idir.[35]

KİM DAHA YURTSEVER OYUNU

Devletin üst kademelerinde ardı ardına patlak veren skandallar sonrasında, kimin yurtsever, kimin ırkçı, kimin kaçakçı, kimin katil olduğunun bilinmediği, belirsizliğin ve kargaşanın hüküm sürdüğü kaotik bir ortamda, kuralları çok iyi belirlenmemiş tuhaf bir oyunun ortasında bulduk kendimizi : “Kim daha yurtsever?” oyunu. Değişik bir siyasî önerinin, “demokratik” taleplerin hemen bölücülük yaftası yapıştırılarak etkisiz hale getirildiği, Kürt sorununun kol gezdiği bu çok “hassas dönemde” bir bakıma mecbur bırakıldık yurtseverliğimizi kanıtlamaya. Yarışmaya dönüşen bu “en yurtsever kim oyunu”’nda Türk bayrağı çok önemli bir göreve atandı; yurtseverliğin göstergesi görevine. Olur olmadık yerde yurtseverliklerini kanıtlama ihtiyacı duyanlar; özel televizyon kanallarından, taksi, dolmuş, kamyonlara, siyasî partilerden sıradan vatandaşlara, pop şarkıcılarına, holdinglerden, motel ve dükkânlara, futbol takımlarından her türlü teşkilata, herkes Türk bayrağını kullanıyor bu oyunda. Türk bayrağı sanki bir futbol topu, onsuz oyunu oynamanın olanağı yok. Yakında Atatürk ve Türk bayrağı konulu klibi çekilmemiş şarkıcı kalmayacak pop müzik piyasasında.[36] Önceleri ay-yıldızlı vinyetlerle kendilerine bu oyunda bir yer arayan sürücülere artık küçük vinyetler yeterli gelmiyor, her geçen gün biraz daha büyük vinyetler yapıştırıyorlar arabalarına. Ulusal bayramlarda, gökdelenleri bayrakların gölgesinde bırakan “en büyük bayrağı biz asmalıyız” çılgınlığı yurtseverliğin ölçütünün neredeyse bayrağın boyutuna indirgendiğine işaret ediyor. Anne babasına küçük kollarını iki yana açarak “Sizi bu kadar çok seviyorum” diyen bir çocuğun, sevgisinin büyüklüğünü kanıtlama çabasına benzer bir gayret içinde herkes. Ancak, bu konuda en ilginç çekişme televizyon kanalları arasında yaşanıyor. Hemen hemen her stüdyo programında Türk bayrağı, Atatürk fotoğrafı, büstü ya da rozeti bulundurmayı ihmal etmeyen programcılar (gerçek, sahici çıtır ve vesaire Sabah Şekerleri gibi sulandırılmış eğlence programlarından tutun da Akşama Doğru gibi sanatsal içerikli programlara kadar hepsi) “en vatansever”, “en çağdaş”, “en Atatürkçü” olduklarını kanıtlama derdindeler.[37] Hele hele TRT’nin spor programları bu konuda bayrağı kimseye kaptırmıyor.[38] Bir başka yarış da logolarda yaşanıyor. Ulusal bayram ve günlerde TRT’nin başlattığı ekranda Atatürk’lü logo kampanyası hemen akabinde özel televizyon kanallarına sıçradı. Ne olduğuna bakmadan her konuda birinci olmaya and içmiş televizyon kanallarımız bu sefer de “en” olduklarını kanıtlamak için birbirleriyle yarışırlarken -kimi özel kanal, Atatürk fotoğrafını ve Türk bayrağı veya Türkiye haritasını üst üste bindirmeyi akıl etti- Atatürk’e duydukları sempati ve saygı herkesçe malûm olan İslâmcı kanallar kısa bir bocalamanın sonrasında çözümü yine Türk bayrağında -Türkiye haritasıyla birlikte- bularak dinden imandan çıkmadan sağ salim çıkmayı başardılar logo krizinden.

MEŞRULAŞTIRMA ARACI OLARAK BAYRAK

Türk bayrağının toplumun çok farklı kesimleri tarafından bir silah gibi kullanılmasıyla birlikte kazandığı itibar onu aynı zamanda her şeyi meşrûlaştırabilecek bir güç haline getirdi. Bayrağın meşrûlaştırıcı gücünden en çok siyasiler ve askerler memnun, çünkü daha önce de bahsettiğim gibi, meşrûluğa en çok gereksinim duyanlar bizzat onlar.[39]

Bir de tüm kirli ilişkilerden, gizli operasyonlardan uzak olup da birilerine seslerini duyurmaya çalışan, daha masum talepleri bulunan kitleler var Türk bayrağını kullanan. Örneğin işçiler, iktidar karşıtları, Susurluk isyankârları, Bergamalı köylüler, vs., eylemlerinde sık sık Türk bayrağı taşıyorlar. Onların amacı bir şeylerin üstünü örtmek değil, kendilerini görünür kılmak ve yaptıklarının meşrûluğuna başkalarını ikna etmek. Mümkün olsa iki kişinin yanyana gelmesine bile engel olmaya niyetli birkaç askeri tecrübe geçirmiş kitleler hâlâ geçmişin izlerini üstlerinden atamadıklarından isteklerinin masumluğuna ve yasallığına birilerini inandırabilmek için Türk bayraklarına sarılıyorlar. Bazıları da, herkes bayrakla derdini anlatıyor, demek işin raconu böyle diye düşünerek zorunluluktan katılıyor Türk bayraklı göstericiler kervanına. ÖDP ile HADEP’in birlikte katıldıkları Sultanahmet mitingini yorumlayan bazı özel televizyon kanallarının (HBB ve TGRT gibi), “mitingde hiç Türk bayrağı yoktu” yorumları ve ardından katılımcıları kınamaları Türk bayrağının meşrûlaştırıcı gücünü gösteriyor. Refah Partisi yöneticilerinin taraftarlarına her seferinde Türk bayrağı dışında bayrak açmamaları tavsiyesinin nereden kaynaklandığı da bu sayede daha iyi anlaşılıyor.

Gösterdiği kişilerin kimisini ehlileştirip kimisini de marjinalleştiren medyanın en az bayrak kadar geçişli söylemi ve olayları yorumlayış biçimi ilginç bir durum yaratmaktadır. Gösteri toplumunun demirbaşı haline gelen televizyonun her şeyi bir şov anlayışıyla yansıtması sonrasında “şeyler” de hızlı bir şekilde gösteriye dönüşmektedir.[40]

Bir yürüyüşü veya mitingi seyircilerine aktaran televizyon kanalları, bazen bu gösterinin nedenini bile belirtme gereksinimi duymamakta, zaten seyirciler de nedenler, mesajlarla ilgilenmemekte, gösterinin kendisiyle yetinmektedirler. Bunu bilen göstericiler, taleplerinin haklılığını anlatabilmekten çok, güzel bir şov sunabilmenin derdine düşmüşlerdir. Göstericiler meşrûluklarını davalarının haklılığından değil, gösterilerinin ilginçliğinden, doğrudan gösterinin kendisinden almaktadırlar. Siyasetin gözden düşmesi, mesajların, vaatlerin ve politikaların birbirine benzerliği siyaseti şovlarla farklılaştırmaktadır. Siyaset neredeyse sembollere indirgenmiş bir durumdadır ve benimsenen mücadele biçimi medyatik olmayı gerektirmektedir. Bayrak da bu gösteri dünyasının merkezine oturmakta ve geçişken özelliği sayesinde her olaya ve duruma uyarlanabilmektedir. Banal bir deyimle, televizyon aracılığıyla beş dakika da olsa star olabilme umudu taşıyanlara, Türk bayrağı bu starlığın anahtarını sunmakta, görünür olmak, kameraların objektiflerine takılmak Türk bayrağıyla çok daha kolaylaşmaktadır. Türk bayrağı gösteriyi seven herkesi bünyesinde toplamaktadır.[41]

Sonuçta öyle bir noktaya gelinmiştir ki, iki kişi en tehlikesiz, en masum konularda konuşabilmek için bile -eğer bu kamuoyuna duyurulacaksa- yanlarında Türk bayrağı taşır olmuşlardır.[42] Böylelikle Türk bayrağı, gösteri toplumunun en önemli aracına, bir modaya dönüşmüştür.

Bayrağın özel alana kayışını hızlandıran olay ise HADEP kongresinde Türk bayrağının indirilmesidir -tıpkı Refah gibi HADEP de Türk bayrağını, meşrûluğunu göstermek için asmıştır-. Önce vatanın Kürtler tarafından bölünme tehlikesi sonra da şeriat tehditi güçlendirmiştir bayrağın evlere girişini. Özellikle şeriat tehlikesinin başgöstermesiyle birlikte Türk bayrağı kendisini laik olarak tanımlayanların bir kısmı için artık laik cumhuriyeti imlemektedir.

Hem laikçilerin hem de ülkücülerin aynı anda Türk bayrağına sahip çıkmaları ve kendilerine mal etmeleri ise bir başka ilginç durum yaratmaktadır. Laikçiler şeriatçılara karşı, ülkücüler ise solculara karşı Türk bayrağına sarılmaktadır. Her iki kesim de TC Devletini kendilerinin temsil ettiğine inanmaktadır -laikçiler TC laik bir cumhuriyet olduğundan ve cumhuriyeti kuranların torunları olduklarından, ülkücüler ise Türk milliyetçiliğini kendileri temsil ettiğinden-,[43] her iki kesim de devletin gerçek sahiplerinin kendileri olduğundan hiç şüphe duymadıklarından kendi ideolojilerini tehdit edenlerin doğrudan devleti hedef aldıkları yanılsamasına kapılmaktadır. Devlet kendileri demek olduğundan kendilerine yönelmiş her saldırıyı devlet adına göğüslemeye girişmektedirler. Bu inanış elbette “bölünme paranoyasını” ve “vatan hainlerine karşı birlik ve beraberlik edebiyatını” beslemekte ve ulusu aynı çatı altında toplayan bayrağın birleştirici özelliğini törpüleyerek ona dışlayıcı bir nitelik kazandırmaktadır. Böylelikle ulusal simge “bayrak” aynı ulus içinde bölünmelere yol açıp Atatürkçü olmayan solcu ve İslâmcı Türk’ün dışarıda bırakılmasına yarayan bir gösterge olmaktadır. Bunu da bayrağın Türkler için hiçbir zaman milleti temsil etmemesi sayesinde yapabilmektedir. Bayrak Türkler için milleti değil, devleti temsil etmekte, tıpkı Türk milliyetçiliği gibi Türk bayrağı da devlete dayanmaktadır. Çünkü egemenlik anayasamızda belirtildiği gibi kayıtsız şartsız milletin değil devletindir. Millet hiçbir zaman egemen olamamıştır. Bunda Türk milletinin geç uluslaşmasının rolü olduğu kadar, uluslaşmanın devlet eliyle gerçekleştirilmesinin de çok önemli bir payı vardır. Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kurulmuş olmasına rağmen, Osmanlı’nın yönetim anlayışını ve zaaflarını -bayrağını da- birçok bakımdan muhafaza eden Türkiye Cumhuriyeti Devleti, toplumu dönüştürme görevini üstlenerek millet üzerindeki egemenliğini pekiştirmiştir. Türk modernleşme projesinin en büyük açmazlarından biri de budur. Modern, özgür yurttaşlar oluşturmak hedeflenirken, devlete bağımlı, yarı özgür, yurttaşlık bilincinden yoksun kişiler yetiştirilmiştir. Türkiye Cumhuriyetini kuranlar, milleti, devletin elinde yoğrulacak bir hamur gibi görmüş, daha sonraki yöneticiler de millete, çağdaş medeniyetler seviyesine eriştirilmesi gereken bir şey muamelesi yapmıştır.

Öte yandan, Türk bayrağının toplumun çok farklı kesimlerine meşrûiyet kazandırma ve birbirine tamamen zıt görüşlere savunma silahı olma özelliğini daha ne kadar sürdüreceği bir merak konusudur. Kişileri aynı çatı altında toplayan sembollerin, birbirine karşıt gruplar tarafından kullanılması biz bilinci yaratacak yeni semboller arayışını zorunlu kılabilir. Şimdiye kadar etkili bir silah olmuş Türk bayrağı, herkesin eline düşmesi nedeniyle caydırıcı özelliğini yitirmektedir. Belki de bir zamanlar Ruslar’la Amerikalılar’ın pes edip ellerindeki silahların bir kısmını karşılıklı imha etmelerinde olduğu gibi Türk bayrağı da farklı ideolojilerin savunma aracı olmaktan çıkabilir.

BAYRAK VE CİNSEL AYRIMCILIK

Tüm bu olaylar arasında belki de en ilginç olanı bazı travestilerin yaşadığı Ülker Sokağı’nda olup bitenlerdi. Mahallenin namusuna laf getiren “vesikasız” travestileri sokaktan sürmek için çok değişik bir yol izleyen “namusuna düşkün” heteroseksüel sakinler, pencerelerine Türk bayrağı asmaya karar vermişlerdir. Böylelikle ulusal bir gösteren “bayrak”, cinsel ayrımcılık için kullanılmıştır. Bayrak ulusun namusundan mahallenin namusuna terfi etmiştir. Bayrağın ulusaldan cinsele bu kadar kolay kayışı, ikisinin aslında aynı hamurdan yapıldığının da bir göstergesidir. Tüm diktatör yönetimlerin eşcinselliği yasaklaması ya da yok sayması, demokratik ülkelerin de eşcinsellere ikinci sınıf insan, hattâ yaratık muamelesi yapması ulusun erkek egemen bir yapıya ve söyleme sahip olmasındandır. Ulusun gücünü arttırabilmesi ve koruyabilmesi için erkek askerlere ihtiyaç duyması, hem hastalıklı ve lanetli sayılan eşcinsellerin, hem de askerlik göreviyle şereflendirilmeyen kadınların dışlanmasına ya da aşağı görülmesine neden olmaktadır.

Genelde uluslar ya da daha büyük ölçekli insan toplulukları, eşcinselliği reddetme ve ötekine atfetme eğilimindedirler. Zimbabwe Gay ve Lesbian derneğinin 1995 yılındaki bir uluslararası kitap fuarına katılmasını yasaklayan Zimbabwe cumhurbaşkanı Robert Mugabe, eşcinselliği Afrikalı olmayan bir ahlâksız durum olarak tanımlamıştır.[44] Sömürge Afrika’da bu görüş çok yaygındır, çoğunlukla eşcinselliğin emperyalist Batı’nın saf Afrika kültürünü bozma planının bir parçası olduğu düşünülmektedir. Türkiye’de de buna benzer bir görüş sık sık İslâmcılar tarafından öne sürülmektedir. İslâmcılar bir yandan liderlerinin de dile getirdiği “Avrupa gelecek, erkek erkekle evlenecek”[45] türünden sloganlarla eşcinselliği Batı’ya özgü bir şeymiş gibi kabul ederken, bir yandan da 8 yıllık eğitime karşı argüman olarak 15 yaşındaki erkek çocuğuyla 7 yaşındakinin aynı tuvaleti kullanmalarının sakıncalılığını kullanmaları, o reddettikleri, kendi kültürleriyle bağdaştırmadıkları eşcinselliğin ne kadar da yoğun biçimde bilinçaltlarına yerleşmiş olduğunu göstermektedir. Ancak durum Batı dünyasında daha farklı değil. 1964 Amerikan Başkanlık seçiminden üç hafta önce Lyndon Johnson’ın ekibinin başkanı Walter Jenkins’in eşcinsel bir ilişkisi olduğu öğrenildiğinde gösterilen tepki eşcinselliğin Amerikan kültürüne ve ulusal kimliğine aykırı olduğu ve ulusal güvenliği tehdit ettiği yönündedir.[46]

Erkek egemen bir söyleme sahip olan ulusun eşcinselliğe tahammülsüzlüğüne bir başka örnek de her yıl dünyanın çeşitli ülkelerinde düzenlenen “Gay and Lesbian Pride” yürüyüşlerinin ABD’de gerçekleştirileninde eşcinsel bir Türk’ün Türk bayrağı taşıması sonrasındaki tepkiler verilebilir. Birkaç özel kanalda birden, böyle bir yürüyüşte Türk bayrağını taşıma “şerefsizliğini” gösterenlere “kendilerini korkakça saklamamaları” çağrısı yapılmış ve hattâ Türk bayrağını taşıyanın Türk olamayacağı imâsında bulunulmuş, bunun “bizi lekelemek isteyenlerin bir oyunu da olabileceği” ifade edilmişir.[47]

SONUÇ

Bu inceleme boyunca Türk bayrağının son zamanlardaki kullanım çeşitliliğinin altında yatan nedenleri açıklamaya çalıştım. Her ne kadar Türk milliyetçiliğinin yükselişe geçmesiyle birlikte daha çok kullanılır olduysa da bayrağın her zaman ulusal bir anlam taşımadığını çeşitli olaylardan yola çıkarak göstermeyi amaçladım. Milliyetçilik tanımayan, her şeyi metalaştıran kapitalizmin ürünü günümüz tüketim toplumunda kutsal Türk bayrağının da metalaştığını, önemli bir gelir kaynağı haline geldiğini, medya tarafından ise şaşaalı şov dünyasının vazgeçilmez aktörü yapıldığını anlattım.

Dinsel hissin insanda kökleşmiş olmasının, insanın belirli bir dine inancını yitirse bile, bilinçli ya da bilinçsiz olarak kendisini başka bir ibadet ya da huşuya adamasının,[48] milliyetçiliğin dinsel bir nitelik kazanmasına neden olduğunu söyledikten sonra, makalemin sonunda, ne modernizmin ne de onun önemli bir aracı laikliğin dini toplumdan söküp atabildiğini, dinseli yok etmeden dini ortadan kaldırmaya çalışmanın boşuna olduğunu, dinselin kendisine her zaman yeni dinler icat edeceğini, ideolojileri dinleştireceğini, zamanla bunların fanatikleşebileceğini ve ötekileri dışlamak hattâ yok etmek için seçmiş olduğu simge ve göstergeleri kültleştireceğini iddia edersem büyük bir kehanette bulunmuş olmam sanırım. “Dinsel ve kutsal olan” Tanrı-devletinin dinî cemaatinden ulus-devletinin ulusuna taşınmıştır dememin nedeni de yukarıdaki iddiamdır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihinin en zor dönemlerinden birinden geçmektedir. Her türlü baskının arttığı, faili meçhullerin ve yargısız infazların çoğaldığı, terörist olsun ya da olmasın Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının bir bölümüyle uzun yıllardır savaşta olunan ’90’lı yıllarda Türk bayrağı her yerde dalgalanmaktadır. Umarım, sadece son yirmi yıla sığdırılmış milyonlarca ayıbın üstünü örtmeye yetecek hacimde bir Türk bayrağı yaptırmaya hepimizin gücü ve vicdanı elverir.

[1]Pierre Guiraud, Göstergebilim, çev. Mehmet Yalçın, (Ankara: İmge, 1994), s.39.

[2]A.g.e., s.44.

[3]Ernesto Laclau & Chantal Mouffe, Hegemony and Socialist Strategy. Towards a Radical Democratic Politics, (Londra: Verso, 1985), s.113. [Hegemonya ve Sosyalist Strateji, çev. Doğan Şahiner-Ahmet Kardam, Birikim Yay., 1992.]

[4]Tanıl Bora, birçok millî simgenin markalaşmasına dikkat çekerek ekliyor : “En kozmopolit sayılan Heavy Metalci gençlerde ay-yıldız takıları görülebiliyor, Türkçü radikal milliyetçiliğin bozkurt vb. ‘özel’ simgeleri, pek de politik olmayan gençlerce taşınabiliyor. Böylece ikili bir süreç başlıyor: Milliyetçi ‘teşhirciliğin’ bir yandan gündelik ve kamusal alanda hâkimiyet kurması, diğer yandan ‘poplaşarak’ ehlileşmesi...” Tanıl Bora, “Melez Bir Dilin Kalın ve Düzensiz Lugatı”, Birikim, 67, Kasım 1994, s. 23.

5 Horace B. Davis, Towards a Marxist Theory of Nationalism (New York: Monthly Review Press, 1978), s.29, Aktaran Partha Chatterjee, Milliyetçi Düşünce ve Sömürge Dünyası, çev. Sami Oğuz, (İstanbul: İletişim, 1996), s. 48.

6 Davis, a.g.e., s. 24, aktaran Chatterjee, a.g.e.

7 Benedict Anderson, Hayali Cemaatler. Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, çev. İskender Savaşır, (İstanbul: Metis, 1993), s. 62.

[8] A.g.e., s. 24.

9 Dominique Schnapper, La Communauté des Citoyens. Sur l'idée moderne de nation, (Paris: Editions Gallimard, 1994), s.49.

[10]A.g.e., s.122.

[11]Mircea Eliade, Kutsal ve Dindışı, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, (Ankara: Gece, 1991), s.180.

[12]A.g.e., s.181. Eliade, modern insanın yeni yıla girerkenki coşkularının bir yenilenme ayininin yapısını taşıdığını, aynı olgunun bayram, evlilik, doğum, yeni işe girme, toplumsal yükselme gibi olaylarda da gözlenebileceğini belirtiyor.

[13]Mircea Eliade, Images et Symboles. Essais sur le symbolisme magico-religieux. (Paris: Gallimard,1952), s.14. [İmgeler ve Simgeler, çev. M. Ali Kılıçbay, Gece, 1992.]

[14]Bekar kızlarının kısmetini açtırmak ya da büyü bozdurmak için hacıya hocaya giden veya türbe ziyaretlerinden medet uman dindar kişilerle, her irticai eylemin ardından Anıtkabir’i ziyaret edip “Atam izindeyiz” gösterileriyle güven tazeleyen laikler arasında motiv açısından çok büyük bir farklılık olmadığını düşünüyorum. Bugün Anıtkabir’in bir mabet haline geldiği, dindarların cami ve türbelerine karşılık laikçilerin de kendi mabetlerini oluşturdukları söylenebilir.

[15]Carlton J. Hayes, Nationalism: A Religion, (New York: The Macmillan Company, 1960), s.167. [Milliyetçilik Bir Din, çev. Murat Çiftkaya, İz, 1995.]

16 Aktaran Maurizio Viroli, Vatan Aşkı. Yurtseverlik ve Milliyetçilik Üzerine Bir Deneme, çev. Abdullah Yılmaz, (İstanbul: Ayrıntı, 1997), s.83.

[17]Fuste de Coulanges’tan aktaran Viroli, a.g.e., s.29.

18 Bu arada milliyetçiliği öncelikle bir ideoloji olarak algıladığımı, yalnızca bir duyguya indirgemek gibi bir niyetim olmadığını bildirmek isterim.

19 Burada Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne başvurusu sırasında güya bir Avrupalı politikacı tarafından söylenmiş “Ay-yıldızlı bayrağınızı değiştirin, öyle gelin” sözünü ve Türk basınının buna tepkisini anımsatmak istiyorum. Sanıyorum, bu gibi olayların Türk bayrağındaki ay-yıldızın değerinin artmasında etkisi olmuştur.

20 Nicos Poulantzas, Les Transformations actuelles de l'Etat, la crise politique et la crise de l'Etat, La Crise de L'Etat, (Paris: Presses Universitaires de France, 1976), s. 30.

21 Orhan Pamuk, “Bayrak” Radikal 2, 18 Mayıs 1997, sayı: 32, s.17.

22 Arran E. Gare, Postmodernism and the Environmental Crisis, (Londra: Routledge, 1995), s.28.

23 Mike Featherstone, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, çev. Mehmet Küçük, (İstanbul: Ayrıntı, 1996), s.33.

[24]Paul Thompson, “Postmodernism: Fatal Distraction”, ed. John Hassard & Martin Parker, Postmodernism and Organizations, (Londra, Thousand Oaks, New Delhi: Sage Publications, 1993), s. 195.

[25]Scott Lash, Modernite mi, Modernizm mi? Weber ve Günümüz Toplumsal Teorisi, Modernite versus Postmodernite, derleyen Mehmet Küçük, (Ankara. Vadi, 1994), s. 50

[26]Featherstone, a.g.e., s. 188.

[27]Madan Sarup, Post-yapısalcılık ve Postmodernizm, çev. Baki Güçlü, (Ankara: Ark, 1995), s.196.

[28]A.g.e.

[29]Jean Baudrillard, L’Echange Symbolique et la Mort, (Paris: Editions Gallimard, 1976), s.8-9.

[30]Guy Debord, Gösteri Toplumu ve Yorumlar, çev. Ayşen Ekmekçi-Okşan Taşkent, (İstanbul: Metis, 1996), s.17.

[31]A.g.e., s.27.

[32]Jean Baudrillard, Sessiz Yığınların Gölgesinde Ya da Toplumsalın Sonu, çev. Oğuz Adanır, (İstanbul: Ayrıntı, 1991), s.12.

[33]A.g.e., s.23.

[34]Marmarisspor’un sahasında yapılmakta olan futbol maçında konuk takım Denizlispor’un bir taraftarı sahaya Denizlispor’un bayrağını dikince linç edilmekten zor kurtuldu.

35 Atletizmdeki 4x100 metre ve öteki bayrak koşuları bence tam da bu düşünceden yola çıkılarak yapılıyor. Bayrak asla yere düşmeyecek. Dünya rekoru da kırmaya koşuyor olsanız, bayrağı düşürdüğünüzde diskalifiye olursunuz.a

[36]Türk pop müziği ile Türk milliyetçiliği arasında kısa sürede oluşan sıkı bağ aslında hiç şaşırtıcı değil. İkisi de birbirinden besleniyor, karşılıklı bağımlılık denebilir buna. Milliyetçi duyguları besleyen Türk pop müziğini dinleyen gençler, vatanını, milletini, bayrağını seven gençler olarak yetişiyor, böyle olunca da Türk pop müziği dinlemeyi tercih ediyorlar. Milliyetçi olmak müziğin Türk olanını dinlemeyi gerektiriyor. Bu da tabiî ki bazı açıkgöz popçulara yarıyor. Bu çıkar ilişkisine son zamanlarda futbolun da dahil olduğunu gözlemliyoruz. Zaten uluslararası maçlar, doğrudan milliyetçi duygulara hitap ederken, artık ulusal maçların da milli davalar haline getirildiğine tanık oluyoruz -lig maçlarında İstiklâl Marşı’nın okunmasından tutun da, PKK aleyhine tezahürat yapılmasına ve Türk bayrakları sallamaya kadar-. Futbol, müzik ve milliyetçiliğin üçlü buluşması ise sanırım ilk defa Galatasaray’ın Şampiyonlar Ligi’ne kalışıyla, İnter Star’ın bazı pop ve arabesk şarkılarını son derece gelişigüzel futbola uyarlamasıyla başladı.

[37]Türkiye’de, çağdaşlık-Atatürkçülük-milliyetçilik, birbirinden kopartılamaz, birbirinden ayrı düşünülemez bir üçgen gibidir.

[38]Uluslararası müsabakalarda altın madalya kazanan Türk sporcuların karşılaşmalarının özetini seyretmek için TRT’yi zaplayan seyirciler, belki maçları izleyemiyorlar ama Türk bayrağının göndere çekilişini ve istiklal marşımızın çalınışını defalarca izleyebiliyorlar. Hele birkaç dalda birden altın madalya kazanmışsak, maçı beş on saniye şöyle bir gösteren TRT, altın madalya törenlerini hiç kesmeden yayımlayarak ilginç bir spor programcılığı örneği sergiliyor.

[39]Atatürk ilkelerinin en çok çiğnendiği dönemin en çok Atatürk büstünün dikildiği 12 Eylül darbesi sonrası dönem olduğu düşünülürse, Türk milliyetçiliğinin hızla etnik bir nitelik kazandığı doksanlı yıllarda Türk bayrağının abartılı kullanımı karşısında insanın aklına şu soru geliyor: “Acaba şimdi nelerin üstü örtülmeye çalışılıyor?”

[40]Bu konuda yazılmış bir çalışma için bkz. Sevda Alankuş Kural, “Türkiye’de Medya, Hegemonya ve Ötekinin Temsili”, Toplum ve Bilim, 67, Güz 1995, s.76-108.

[41]Allah yazılı dövmelerinden ötürü öldürülen Barmen Oğuz Atık’ın evinde Türk bayrağı ve bazı İslâmi kitapların bulunmasının ardından özel televizyon kanallarının barmeni aklama yarışına girmeleri tuhaftı. Seyircileri, barmenin Müslüman ve yurtsever bir vatandaş olduğuna ikna etmeye çalışan özel kanallar, ölenin Müslüman ve yurtsever olması nedeniyle bu cinayeti kınamaları şunu gösteriyordu: Barmen Oğuz, bir yurtsever ve müslüman olduğı için ölmeyi haketmemiştir, yoksa insan olduğu için değil. Barmenin eşcinsel olmasından kuşkulanan İslâmcı medya ise, evde bulunan o bayrak ve kitapların sonradan oraya koyulduğunu iddia ederek cinayeti meşrûlaştırmaya çalışmışlardır.

[42]Ali Şen maçların televizyondan naklen yayını ile ilgili basın toplantısı yaparken kocaman bir Türk bayrağı fonda ona eşlik etmiştir.

[43]Laiklik tartışmalarının alevlenmesiyle, ülkücülerin bir kanadının milliyetçiliği gitgide ümmetçi bir anlayışa kaymaktadır.

[44]Peter Drucker, “‘In the Tropics There Is No Sin’: Sexaulity and Gay-Lesbian Movements in the Thirld World”, New Left Review, no:218, 1996, s.75.

[45]Gümrük Birliği anlaşmasından önce Necmettin Erbakan söylemişti bu sözü..

[46]Lee Edelman, “Tearooms and Sympathy, or, The Epistemology of the Water Closet”, ed. A. Parker, M. Russo, D. Sommer ve P. Yaeger, Nationalisms & Sexualities, (New York, Londra: Routledge, 1992), s.263-284.

[47] Kural, a.g.m., s.95.

[48]Carlton J. Hayes, a.g.e, s.11.