Türkiye’de “devlet politikaları”nın mantığını kuran, devletin kuruluşları tarafından topluma özellikle empoze edilen, açıkça eleştirilmesi suç sayılan “resmî ideoloji”nin, yani Atatürkçülüğün, Cumhuriyetin genel tarihinde ve özel olarak düşünce ve siyasal düşünce tarihimizde oynadığı rol, etki ve sonuçları konusunda bir hayli yazıldı, konuşuldu.
Ama yeterince üzerinde durulmayan ve herhalde epeyce rahatsız edici olduğu için pek de kurcalanması istenmeyen bir konu var: Cumhuriyet tarihi içindeki hemen tüm muhalif ideolojilerin de “yapısal olarak” o resmî ideolojiyle benzeşik olmaları. Kasdettiğimiz söz konusu muhalif ideolojilerin fikir, tespit ve hüküm dağarcıklarındaki kimi nokta ve “bölge”lerin resmî ideolojininkilerle örtüşmesi, akrabalığı gibi normal bir olgu değil elbette.
Yapısal benzerlik, her şeyden önce tüm bu muhalif ideolojilerin de birer “resmî ideoloji” olmak üzere kurgulanmış olmalarındandır. Aslî gerçekleştiricisi, nihai yorumlayıcısı, koruyucu ve güvencesi devlet-iktidar -veya bunların yerine konulabilecek bir güç- olan bir fikir ve değerler kümesi olarak kurgulanmayı kasdediyoruz burada. Yani, bireylere, sınıf veya topluluklara bir hayat tarzı, bir anlama ve anlamlandırma çerçevesi ve davranış normları veren sivil bir içerikte de olsalar bu ülkedeki şekillenişleri ile bildik hemen tüm ideolojiler, bir “yöneten” makamını, gözetilme ve yönetilme ihtiyacını duyumsatacak veya zaten var olan o ihtiyacı karşılayacak biçimde şekillenirler bu ülkede. “RP’li olmayan Müslüman sayılamaz” gibi sözlerin dahi edilebilmesi “komünist olmanın ilk şartı parti üyesi olmaktır” dogmasından türeyen bir anlayışla -küçük de olsa- kendi örgütünün dışındakilere, hele “örgütsüz” olanlara sosyalist veya devrimci sıfatını asla layık görmeme tutumunun 1960-70’li yılların yükselen sol-sosyalist hareketteki yaygınlığı bu olgunun görünümleridir.
Bu ülkede bireyi, vurgulayarak esas alan, yaşanılması için bireyin dışında bir yöneten makamını öngörmeyen, aksine o makam ve işlevin en aza -hattâ yoka- indirgenmesini isteyen soy ideolojilerin, örneğin liberalizm ve anarşizmin “kök salamaması”, marjinal bile olamaması ilginç değil mi?
İdeolojilere içselleştirilmeden, yani her türlü davranışa mümkün olabildiğince yansıtma zorunluluğu neredeyse olmaksızın mensup olunabildiği için, bireylerle ideolojileri arasındaki bağ semboller aracılığıyla kurulur. Bıyık şeklinden kravata, başörtüsünden parkaya, kelime kullanımına kadar her şey, bir ideolojiye mensubiyet için yeterli olabilir. İdeoloji, onun sembollerini takınmak, taşımak suretiyle, ama daha çok öteki sembollerin taşınmasını engellemekle yaşanır. Bir ideolojinin sembolünü taşımak, ona uyarlı yaşadığımızın işareti olmaktan çok, o ideolojiye atfedilen kuvvetin, gücün ifadesidir. O nedenle farklı sembolleri taşıyanlar aynı mekânda olamazlar. Güçlerin çatışması kaçınılmazdır.
İdeoloji konusunu önemsemenin başlıca iki gerekçesi olabilir. İlki, ideolojilerin birbiriyle tutarlı fikirler, tespit ve değerler bütünü olduğu ve insanların davranışlarına, ilişkilerine bunların yön ve içerik verdiği kabulünden hareket etmektir. Bu, insanların doğru bildikleri fikir ve değerlere göre yaşamak istediklerini esas alan bir yaklaşımdır. Kişinin veya topluluğun bu yaşam tarzıyla, varoluşu ile ötekiler üzerinde fizikî bir üstünlük, güçlülük ediniyor ya da edinecek olması tâlidir.
Oysa ikinci yaklaşım, ikinci gerekçe türü için aslî olan budur. Daha “doğru” ve iyi bir hayata ilişkin görüşleri -“ideolojisi”- hemen hemen aynı kalmak kaydıyla, ötekiler karşısında “güçsüz” kaldığı, onların varlığı ve varoluş tarzını kendisi için bir “tehdit”, bir zorlama olarak duyduğu ve bu durumdan “kurtulmak” istediği için; bu “kurtuluş”u vaadeden bir ideolojiyi “benimseyebilir”. Dolayısıyla buna göre ideolojiler bir hayat tarzı ve toplum düzeni örüntüsü altında gerçekte insanların ve toplulukların ezeli güç arayışlarına, yani o malûm “yaşam mücadelesi” mantığına seslenirler. O halde bir ideolojiyi benimsemekle hayat tarzımız, eylem ilişkilerimiz ve konularımız değişse bile, bunları daha doğru ve iyi bir hayat için değil, güçlü olabilmek için yaparız. Dolayısıyla ideolojilerin “başarı” ölçütü o güçlenme inancını verebilme kapasitesidir.
Bu ülkede, 19. yüzyıldan beri “resmî ideoloji” olan Batılılaşma, çağdaşlaşma diskuru kaynağını burada bulur. Bir yaşam biçimi, bir kültür olarak Batılılaşmaya karşı Müslüman çoğunluğun gösterdiği soğukluğa, doğru ve iyi hayata dair kendi Müslüman ideolojisini korumasına rağmen, bu tepki ve direncini pek az eyleme dökmesi, “içine atması”, “güçlülük” vaad ve kapasitesinin Batı’da, Batılılaşmada olduğuna itiraz edemeyişindendir. Batılılaşmacılar yalnızca “devlet” oldukları, gücü elinde tuttukları için değil, Batılılaşma projesinin ve ideolojisinin “güçlenme”yi temsil ediyor olmasından dolayı da iktidar konumunu asla terk etmediler.
Bunu talep eden, bunun için uğraşan da yoktu zaten. 19. yüzyılın sonlarından itibaren beliren “siyasal İslâm”ın tüm varyantları, mutlaka Batılılaşmacı eğilim - veya güçlerden biriyle ittifaka, onun kanatları altında olmaya çalıştılar.
Fizik güç ve üstünlüğe dönüşmeye uygun bir güce, semboller aracılığıyla da olsa, aidiyete verilen bu öncelik ve önem, ideolojik mücadelelerin gayet kolaylıkla güç gösterilerine, çatışmalara dönüşüvermesinin zeminini oluşturduğu gibi; bu ülkede pasif mukavemet türlerinin siyasal kültürde neden gelişmediğini de açıklar. Pasif mukavemet, bir güçsüzlük itirafı gibi yorumlandığı ve ilk değer olan “güç”ten, yoksunluğu çağrıştırdığı için, “değersiz”dir ve hattâ aşağılanma nedeni olabilir. Gücü ve güç kullanımını ahlâken reddedebilmenin, karşı çıkışını, direnişini güçten arındırılmış bir duruşla ifade etmeyi seçmenin, salt kendini haklı hissetmekle yetinmenin de bir kuvvet olabileceğini kavramakta bu yüzden zorlanırız.
O nedenle, siyasal kültürümüze şu son yıllarda açlık grevleri, kayıp -Cumartesi- anneleri ve “... sürekli aydınlık için” kampanyası ile giren pasif direniş eylemleri, sağlıklı bir dönüşümün, en azından güç “takıntısı”ndan kurtulmaya yönelmenin işaretleridir.
Bu “takıntı” niçin bu denli köklü ve süreklidir?
Resmî ve egemen ideolojimizin millî kimliğimizi öncelikle “asker millet” olarak tanımlaması bunun önemli bir ipucunu gösterir. Ön Asya’ya fatih olarak gelen ve zengin bir tarım ve ticarete dayalı bir uygarlık geliştirmiş bölge halkları arasında devlet ve imparatorlukların askerî gücünü ve asker depolarını oluşturan -pre-kapitalist dönemde bu bir ayrıcalık ve üstünlük addedilmektedir- Müslüman-Türk ve Türkleşmiş çoğunluk, Batının ticari-endüstriyel uygarlığı yükselirken bu avantajlarının ağır ağır bir dezavantaja dönüştüğünü gördüler. Batı’nın askerî gücü karşısında gerileme fatih millet olarak yararlandıkları imtiyazlı ve üstün konumu sarsarken, Batı askerî ilerleyişinin gerisinde endüstriyel-ticari gelişmenin gücünün olduğu anlaşıldıkça üretim ve ticaretle sınırlandırılmış tâbi milletlerin de mevcut hiyerarşiyi tersyüz edebilme umut ve ihtimali -Müslümanlar için ise endişesi- de belirmeye başlamıştır.
Belki de zamanın hızlanması ve ikili bir tehlike algısının büyüklüğü, Osmanlı Müslüman -ve özellikle Türk- halkı içinde, kendisini endüsriyel-ticari bir topluma dönüştürme hareketi yerine, kendilerini zaten sahip oldukları ile koruma eğilimini öne çıkarmıştır. Sahip oldukları şeyler, yani devlet ve askerlik işlevi “kendini dönüştürmeyi” değil, sadece tarz ve araç değiştirimini gerektiriyor görünen şeylerdi ayrıca.
Bu ülkenin modernleşme tarihinin aşağı yukarı bir yüzyıl devletin ve askerliğin modernleşmesi ekseninde ve hemen tamamen bu içerikte yaşandığı malûm. Modern eğitimin hangi dalında yetiştirilmiş olursa olsun her Müslüman -Türk- gencinin devlet hizmetine koşulduğu o dönemde, o kadroların, eğitim nedeniyle tanıştıkları ideolojileri de devleti -ve dolayısıyla Müslüman Türk halkın sarsılan konumunu- kurtarma kapasitesi süzgecinden geçirerek “modern siyasal düşünce dünyamız”ı kurdukları da bilhassa belirtilmelidir.
Müslüman -ve Türk- halk bu dönemi daha fazla asker ve devlet hizmetinde olarak yaşadı. Geçmişte devlete -sadece sefer süreleri boyunca- onbinlerce gencini veren bu halk, sürekli savaşlara ve çok uzun mecburi askerlik hizmetine yüzbinlerce gencini verdi. Osmanlının son ve en uzun yüzyılı 1918-1923’te biterken, Türk halkının gerisinde çoğunluğu üniformayla yaşanmış bir tarih, ülkeyi yorgun bir ortayaşlılar toplumu haline getirmiş milyonlarca genç ölüsü uzanmaktaydı. Son anında Anadolu ve Trakya topraklarını elinde tutabilmiş olmakla kazandığı zafer, kanlı ve sürekli bir kâbus gibi yaşanmış bu sürecin soluksuz bıraktığı bir halk için özellikle önemliydi. Korkunç kayıplarının ağırlığını bu “kurtuluş”u kutsamakla ancak dengeleyebilirlerdi. Devleti kurtarmak, onun dolayımında o devleti askerlik işlev ve eylemiyle kurtardığı için kendini de kutsamak, dolayısıyla o eylem ve işlevi, onun doğrudan gönderme yaptığı fizik gücü, güçlülüğü kimliğinin en değerli, önemli parçası yapmaktır.
Cumhuriyet rejimi, bu halkı hem modern bir toplum hem de gerçekten bir millet haline getirmek misyonunu önüne koyduğunda aslında er geç çatışacak iki unsuru devreye sokmuş oluyordu. Çünkü, ele aldığımız konu açısından, “modern” bir toplum, nasıl tasarlanırsa tasarlansın, öncelikle kendini endüstriyel-ticari faaliyetinde kuran ve tanımlayan, “millî vasıfları”nı her şeyden önce burada açıklayan bir toplumdur. Modern milletin tarih bilinci ve dolayısıyla “millî kimlik” verilmesi, onun tarihini bu endüstriyel-ticari yetenek ve başarılarının gelişmesi, buna eşlik ve tekabül eden bir kültürel-düşünsel gelişme tarihi olarak sunumunu gerektirir. Askerî başarıların, savaşların ikincilleştirildiği, neden değil sonuç olarak yer aldıkları bir tarihtir bu.
Modernlik diye bir kaygısı olmayan soy milliyetçiliğin bir millet bilinci vermeye matuf tarihi ise savaşlar, yenilgi ve zaferlerle örülü bir tarihi anlatır. Milletin “ötekiler”e karşı bu güç çatışmaları sürecinde var kaldığını, oluşup geliştiğini empoze eder.
Cumhuriyetin millî tarihi, bununla verilmek istenen kimlik ve bilinç, modern değil, salt milliyetçi bir tarihtir. Burada asıl olarak asker ve ömrü savaşlar içinde geçmiş bir halk “devleti” dolayımında anlatılır. Kimliğini bu tarihte görmesi, bilmesi ve bununla övünmesi istenen millet, modern toplumu yaratan dinamiklerle doğrudan hiçbir bağı olmadığını açıkça sezdiren o tarihteki kimliğine sahip çıkarak nasıl modern olabilecektir? Cumhuriyet tarihi “Türk modernleşmesi”ni bir devletin modernleşmesi olarak anlatan kurgusuyla, “bizim için” bireylerin ve toplumun değil, devletin modernleşmesinin önemli olduğunu söylemiş olur. Devlette modernlik ise bir araç gereç ve organizasyon değişikliğine indirgenebilir bir şeydir. Bireyler ve toplum da bunu örnek alabilir; nasıl devlet “güçlü” olma vasfı, konum ve işlevini terk etmeksizin aksine bunu sağlamlaştırmak için yeni araç-gereç ve organizasyon teknikleri ile modern devlet haline gelebiliyorsa; gücüyle var kalmış ve kimliğini gücünde bulmuş bir milletin mensupları da bu anlayış ve kimliklerini modernliğin araçlarını edinerek takviye edebilir, böylece modernleşmiş olabilirler.
Modernliğin böylece araçlara indirgenmesi ve araçlaştırılması onun sivil bir uygarlık ve zihniyet olarak kavranılmasını, öylece benimsenilmesini engeller. Nitekim Cumhuriyet rejimi de modernliği sivil faaliyetlerin -endüstri ve ticaret ile bunların belirlediği siyasal, kültürel, toplumsal ve iktisadî ilişki ve etkinliklerin- aslî olduğu bir uygarlık ve toplum durumu olarak savunan soy liberal ve sosyalist akımlara hiç de iyi gözle bakmamıştır. Modern toplum, kültür ve zihniyeti herhangi bir başka amacın aracı olarak görmeyen -kaynakları modernizm olduğu için- modernliği bizatihi amaç olarak alan bu iki ideolojinin, farklı gerekçelerle ve şüphesiz farklı baskı dozlarıyla engellenmesi; Türk usûlü modernleşmenin öznesi olan devlet için çelişkili bir tutum değildir. O, aynı yıllarda modern uygarlık ve zihniyetin sembollerini topluma takarken, takınmaya zorlarken ne yaptığının bilincindedir. Çünkü her çağda ve koşulda aslolan “devlet”tir.
Devlet, araç-gereç ve edindirdiği güç olarak modernliği ve bunları sağlayan olmazsa olmaz koşul olan sanayileşmeyi istiyor ama, birey ve toplulukları, sınıfları birbirleri ve devlet karşısında özgürleştiren ve özneleştiren modern zihniyet ve ideolojileri gayet kuşkulu görüyordu. O nedenle 1930’lardan itibaren yürürlüğe konan “devletçilik” bir iktisadî kalkınma -sanayileşme- yöntemi olmaktan çok; devlete tâbi -itaatli- bir işçi ve burjuva sınıfı oluşturabilmek gibi sosyo-politik bir amaçla örtüşmekteydi. Nitekim, 1970’lerde, Türkiye az çok sanayileşmiş bir toplum görüntüsünü veriyorken, bu sanayii montajcı nitelikte olduğu gibi, modern toplum kurumları da “monte edilmiş” gibiydi. Çünkü devlet, parti, sendika, dernek, toplu sözleşme gibi modern kurum ve ilişkileri “gerek gördüğünde” kapatabilir, kısıtlayabilirdi. Koruma ve devlet ihaleleri ile palazlandırılmış bir burjuva ile çoğunluğu devlet işletmelerinde adeta memur statüsünde çalışan bir işçi sınıfının varlığında endüstri toplumunun o kurum ve ilişkileri doğallaştıran zihniyeti ve kültürü de gelişmemiştir.
Gerçek bir sanayileşme dinamiğinin işlemesi için, o kurumların ve onların zemininde cereyan edecek sınıf-çıkar çatışmalarının itki ve ivmesine ihtiyaç vardır. Türkiye’de ise devlet bu zemini kendi özel toplum tasarımı için şart saymadığı gibi, ayrıca tehlikeli de addetmektedir. Risk alan, gerçek bir rekabet savaşının içine atılmaktan çekinmeyen bir endüstriyel-ticari burjuvazi olmak yerine kolay ve korunmalı servet edinmeyi yeğleyen mülk sahibi sınıfların da onay verdiği bu yaklaşım ve uygulama, Türkiye’nin gerçek bir sanayi toplumu olmasına ket vurduğu gibi, sanayi toplumuna özgü ideolojileri de güdükleştirmiştir.
Ama buna mukabil, hiç de ilginç sayılamayacak biçimde Türkiye, barındırdığı hemen tüm ideolojilerle postmodern-post-endüstriyel çağın hakim ideolojik söylemine tamamen adapte oluverdi. Çünkü 1980’lerle içine girilen bu çağa, “ideoloji”lerin modasının geçtiği teziyle birlikte yapılan ideolojik kolajlar damgasını vurmaktaydı. Sadece neo-liberal ideolojinin sistematik bir söylemle benimsendiği ve egemen göründüğü bu dönemde, kendine bir fikri örüntü kurmaya çalışan hareketler, birbiriyle tutarlı olup olmadığına bakmaksızın geçmişte farklı ideolojilerin parçası olmuş fikir ve argümanları herhangi bir bağlantı biçimiyle birbirine ekleyerek bir fikir bohçası dikiverdiler. Kendilerini sürdürmek isteyen ideolojik hareketler de ya diğer ideolojilerden parçalar alarak ya da daha ziyade neo-liberal argüman ve değerlerle eklemlenip süslenerek “yenilendiler”.
Kalıcılık kaygısı zaten olmayan bu kurgular ve dönemsel ihtiyaçlar için bir meşrûiyet ve dayanak işlevi görebilsin diye eklemleniverilen o fikirler ideolojinin tam anlamıyla araçlaşması ve hattâ metalaşması demekti.
Fikri, değeri içselleştirmek ve bunların belirlediği bir davranış ve eylem çizgisi üzerinde olmanın değil, önceden tespit edilmiş bir davranış ve eyleme gerekçe olabilecek veya onu meşrûlaştırabilecek fikir ve değer peşinde olmanın, ideolojilerini bu araççı yaklaşımla kurmanın genel bir alışkanlık, gelenek olduğu Türkiye, böylece hiçbir özel gayret göstermeksizin çağdaş ideolojik ortama uyarlanıverdi.
Ama o ezeli handikap korunarak yapıldı bu da. Bir geçiş çağı olan 1980-90’ların postmodern ikliminde, her ne kadar kendi içinde tutarlı ideolojilerin açıklama ve davranış belirleme alanları daralmış, kalan hayat ve davranış alanları ek fikirlere tahsis edilmiş, böylece kurulan “anlatı formları eşit değerde sayılmış ve bu anlatı-davranış formlarında kolaylıkla değiştirmeler yapmak normal sayılır olmuşsa da; özellikle siyasal alana ilişkin ideoloji-anlatı formlarının meşrû addedilebilmesi için insan hakları, demokratik ilke ve değerleri temel alması şartı da vurgulanmıştır. Bu zeminin tepede ve çevrede esen araçlaştırıcı, metalaştırıcı rüzgârlardan muaf tutulması, siyasal davranış ve eylemlerin bu sabit çerçeveye aykırı olamayacaklarına dair bir konsensus vardır.
Türkiye’de ise başta “resmî ideoloji” olmak üzere büyük çoğunluğun şu veya bu biçimde benimsediği siyasal ideoloji veya perspektiflerin çok büyük bir bölümü için öyle bir konsensusa uymak söz konusu değildir. İnsan hakları ve demokratik ilke ve değerler de ihtiyaca göre kullanılabilir “araç”lar, “ötekiler”ce kullanıldığında ise “engel”dirler hâlâ.
Postmodern geçiş döneminin sonuna gelindiğine dair işaretler giderek yoğunlaşıyor. Bu aynı zamanda olabildiği kadar geniş bir açıklama ve anlamlandırma dünyası kuran ideolojilerin oluşması ve onlara yönelişin hızlanması demektir. Bunlar kuşkusuz eski ideolojilerin dirilmesinden çok yeni -21. yüzyıla yön verecek- ideolojiler olacaktır. Ve galiba insanlar şu zirvesine varmış araçlaştırma ve metalaştırma çağından sonra fikir ve değerleriyle çok daha içsel bir bağ ve yaşama imkânı veren ideolojilere ihtiyaç duyacaklardır.
Bu yaklaşan dönemi, fikir ve değerlere araç ya da güçlülük gereci olarak bakma “geleneğimiz”i hâlâ koruyarak mı karşılayacağız, yoksa bu geleneğin bizi resmî ideolojilerin kıskacında şizofrenleştirdiğinin bilincinde olarak mı?