Geçen yıl 28 Şubat’la başlayan süreç bizim tarafımızdan da postmodern bir darbe olarak nitelenmişti. Malum; darbeler hükümeti alaşağı etmekle yetinmez; onu tasfiye etmek ve bir kez daha iktidara gelmesini önlemek için gerekli saydığı düzenlemeleri de yapar. İlk postmodern darbemiz klasik darbeden çok farklı bir yöntem izleyerek de olsa RP ağırlıklı hükümetin düşmesini sağladı ve ardından açılan RP’yi kapatma davası da istenen biçimde sonuçlandı.
Şimdi ise sonuncu evreye, “düzenleme” faslına giriyoruz. Klasik darbe bunu Anayasa ve yasa değişiklikleri ile yapardı. Post-modern usûl için bunların zorunlu olmadığı anlaşılıyor. Gerçi model gayet yeni, hattâ icat halinde olduğu için bu konuda nelerin yapılacağını kestirmek zor. Ama ipuçlarından anladığımıza göre, nasıl hükümet doğrudan müdahale ile düşürülmedi, iş mevcut mekanizmaların yardımıyla halledildi ise “düzenleme” faslı da aynı biçimde icra edilecek.
Nitekim, RP’nin kapatılmasına usûlen “üzücü bir olay” dedikten hemen sonra ANAP, “inisyatif artık bizde” diyerek, “düzenleme”nin perde önündeki aktörü olacağını resmen ilân etti.
Nasıl bir düzenleme olacak veya olabilir sorusuna geçmeden önce RP’nin tavrı ve durumuna ilişkin bazı noktaların altını çizmek gerekiyor.
Bilindiği üzre bu dergide başından itibaren RP’yi “dinî bir parti”den ziyade, siyasal düzenin merkezinde yer almaya çalışan muhafazakâr-sağ bir eğilimin yönetiminde bir parti olarak niteledik. Şüphesiz RP içinde ve çevresinde, birbirinden epeyce farklı “İslâmî toplum düzeni” tasarımları olan ve bunları gerçekleştirmeye çalışan eğilimler de vardı, ama RP ve çevresindeki hareketin büyük çoğunluğu, mevcut düzeni kısmî ve büyük ölçüde şeklî bir İslâmî dozla takviye ile sınırlı denilebilecek bir hedefi olan yönetici kadronun izindeydi. RP’ye egemen bu kadronun stratejisi, var olan düzenin yerleşik güç odaklarıyla, özellikle de iktidarın “doğal” ortağı ordu ile uzlaşma, onlardan iktidar (a ortak) olabilir icazeti alma üzerine kuruluydu.
RP yönetimi, 28 Şubat’a, Refahyol’un düşürülmesine, kapatma davası açılmasına ve hattâ kapatma kararı açıklandığı ana kadar bu stratejisine sadık göründü. Anayasa Mahkemesi kararının ilân edilişinin akabinde Erbakan’ın yaptığı basın toplantısında ve aynı günün gecesinde Bursa’da düzenlenen gece gösterisinde yaptığı konuşmalar da bu paraleldeydi. Mahkeme kararının ardındaki “siyasî irade”yi doğrudan suçlamamaya yine özen göstererek, hattâ kararı veren mahkemeyi bile muhatap almayarak sadece hukuk açısından son derece yanlış ve dayanıksız bir karar verildiği noktası üzerinde duruyordu Erbakan. Tam açıklanmamakla birlikte Anayasa Mahkemesi’nde “siyasî” değil, hukuki bir savunma yapıldığını biliyoruz. RP, orada “ilmi manada” laikliği kendilerinin de benimsediğini söylediği gibi, RP’yi yargı önüne çıkaranların ve mahkemenin “ilmi olmayan bir laiklik” adına kendilerini mahkûm etmeye çalıştıklarını ileri süren bir serzenişte de bulunmamıştı.
Her ne kadar son ana kadar “parti kapatılmayacak” demişse de RP yönetiminin kapatma kararına hazırlıklı olduğu ve karar ertesinde gösterilen son derece telaşsız, öfkesiz, sükûnet telkin eden tutumun da önceden kararlaştırıldığı bellidir.
Bu tutum, RP yönetiminin az önce işaret ettiğimiz “uzlaşma stratejisi”nin paralelinde görünmekteyse de, o stratejinin hâlâ devam ettiği anlamına gelmiyor, gelemez artık.
O stratejinin orduyla ilgili cephesi çökmüştür ve epeyce bir zaman da bu çöküntü devam edecektir.
Anlaşıldığı kadarıyla bu cepheden çekilen RP, şimdi uzlaşma aradığı öteki güçler ve güç odaklarını da karşısına almadan, hattâ onlarla uzlaşma kapılarını daha fazla zorlayarak, orduyu “kuşatma”ya yönelecektir. Erbakan’ın kapatma kararının ilân edileceği gün tüm siyasî parti liderlerine ve bu arada ANAP’a da yaptığı ziyarette ortak bir “sivilleşme” projesi teklif etmesi bunun işaretidir. Şüphesiz RP şu safhada bu teklifinin büyük partilerce kabul edileceğini umuyor değildir. “Anlamlı bir jest”tir bu ve RP’nin son siyasal girişimi olmaktan çok, RP yerine kurulacak partinin nerede duracağını ilâna yöneliktir.
Gerçi o teklif ANAP da dahil tüm partilere yapılmıştır ama RP yönetimi, önümüzdeki dönemde ANAP ile ayrı cephelerde yer alacaklarını da gayet iyi biliyorlardır. Eğer RP, ordu cephesinde verdiği uzlaşma muharebesinde uğradığı yenilgiden ağır zayiat vermeden çıkarsa, yani yerine geçecek parti, RP kadro ve oy gücünün büyük çoğunluğunu saflarında tutabilirse; bu partinin ilk etapta DYP, BBP ve diğer küçük sağ partilerle bir blok oluşturmaya gideceği şimdiden kestirilebilmektedir. MHP’yle birarada olmayı da dışlamayan bu projenin şu anda orduya yakın duran büyük sermaye, medya... gibi güç odakları ile “iyi ilişkiler” tesisi gibi bir boyutu da mutlaka olacaktır. Hattâ buna partilerle blok kurmaktan daha fazla önem verileceği dahi söylenebilir.
Bu proje veya strateji, az önce de değinildiği gibi “demokratikleşme”den ziyade “sivilleşme”yi esas alan bir yaklaşımı yansıtır. RP ve çevresindeki dinî hareket içinde bu iki yaklaşımın arasındaki farkın anlam ve öneminin bilincinde olup, sivilleşmenin ötesinde “demokratikleşme” yaklaşımı için ısrar edeceklerin oranını bilemiyoruz. Sivilleşme, iktidarın paylaşımında ordunun, en fazla da “atanmış”ların rolünü azaltmaya, asgariye indirmeye önem veren bir yaklaşımdır. Bunun bir “araç”ı olarak demokratikleşmeden de bahsedebilir ama, sivil bir otoritarizme de gayet yatkın olabilir. Hele bu yaklaşım, mevcut RP yönetimi ile aynı çizgide bir yeni RP ile, DYP ve diğer küçük partilerle ve hele bir de MHP’nin katılımıyla oluşacak bir blok tarafından amacına erdirilirse...
Yerleşik “sivil” güç odaklarıyla içiçeleşmeyi zorunlu kılan bu yaklaşıma mukabil, “demokratikleşme” toplumun özellikle alt-orta tabakalarının hak ve özgürlüklerinin genişletilmesi ve derinleştirilmesi üzerinden -bir sonuç olarak- sivilleşmeyi öngörür. RP içinde ve çevresinde bu yaklaşımı savunabilecekler varsa da; hem bu durumda muhatapları HADEP dahil sol partiler ve kitle örgütleri gibi “küçük” birimler olacağı ve bunlarla “büyük politika” yapılamayacağı için; hem de çok daha öncelikli olarak RP tabanı tarihsel refleksleri ile sağ-muhafazakâr alanda müttefik arayışına yatkın olduğu için, bu yaklaşım herhalde sesini dahi yükseltemeyecektir.
Ses yükseltme ihtimali olanlar birtakım “radikal”lerdir. RP’nin içinden olmasa bile çevresinden RP’nin ılımlı yolunun iflas ettiğini ilân ederek silahlı “cihat” bayrağını açmaya kalkışanlar olabilir. Erbakan daha ilk günden -zayıf da olsa- bu “tehlike”ye işaret etmiş ve bu gibi girişimleri provokasyon diye nitelemiştir.
1990’lı yılların başında peşpeşe icra edilen -Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Turan Dursun ve Uğur Mumcu- cinayetleri türünden bir suikastlar zinciri şu noktada şüphesiz, her şeyden önce RP’nin kapatılmasını meşrûlaştırma sıkıntısı çeken çevrelerin işine gelecektir. Arkası gelmesi de bu ve benzeri türden “İslâmî” bir silahlı eylem serisi, demokrasi ve hukuk planında RP’nin kapatılmasına tamamen karşı olanların büyükçe çoğunluğunu bile itiraz edemez hale sokacaktır.
Bir silahlı eylem serisinin, Türkiye’yi, yine bir dinî partinin kapatılmasıyla, ona karşı bir darbeyle başlayan Cezayir’deki faciaya benzer bir sürece itmesi ihtimali şu anda zayıftır.
Fakat, eğer RP’nin kapatılmasıyla verilen “ders”le yetinilmez, onun yerine kurulacak bir partinin de ilk fırsatta kapatılması yoluna gidilirse bu ihtimal körüklenmiş olacaktır. Şu anda birtakım “radikal laik”lerin ve kraldan fazla kralcıların önerilerine rağmen ordu yeni ve nihai bir saldırı daha yapmaya niyetli görünmüyor. En azından şimdilik RP’nin atacağı adımları bekliyor ve asıl önemlisi partilerin, sivil siyasî güçlerin bu olay ertesindeki manevralarının sonucunu görmek istiyor.
Daha 28 Şubat’ın arefesinden itibaren, “iktidarın doğal ortağı” konumunu daha da pekiştiren MGK ve kriz yönetimi ile ilgili kararname ve tüzükler ile “kendi yeri”ne ilişkin düzenlemelere girişmiş olan ordu, şimdi bunu büyük ölçüde tamamlamış olarak, iktidarın “sivil ayağı”nın şekillenmesini izliyor. Şüphesiz şu anda “iktidar partneri” olarak ANAP veya onun DSP ve DTP ile oluşturabileceği bloku seçmiş görünmekte.
Fakat sanırız ANAP’tan ya da onun ekseni olduğu bloktan beklenen şey, RP’nin “dersini almış”larını “başka” yerlere kaptırmayarak ANAP veya onun bloku içine çekebilmeleridir. Genel dinî hareket’in bu “dersini almış” kısmı, kolayca kestirilebileceği üzre ünlü “İslâmî sermaye”nin önde gelenleridir. Eğer bunlar, ordunun RP’den sonra kendi üzerlerine geleceği korkusundan dahi olsa, ANAP ya da diyelim DTP’nin kanatları altına sığınırlarsa, yani “İslâmî hareket”in vaktiyle DP ve AP’de yer alışına benzer bir statüye sokulurlar ise, “düzenleme”nin önemli bir parçası sağlanmış sayılacaktır.
Bu aynı zamanda ordunun “İslâmî” olanla uzlaşma biçimi olacaktır. Böylece ordu “İslâmî”liği özerk bir güç olarak (RP’nin girişimi buydu) değil, “sivil” güç odakları içinde ve onun ikincil bir bileşeni olarak “merkez”e kabul etmiş olabilecektir.
Eğer -en azından şu anda- kabul edilemeyecek kadar esnek ve organize olmasalardı, belki Fethullah Hoca cemaati üzerinden de yapılabilirdi bu düzenleme. Söz konusu cemaatin yakın geçmişte DYP ile, özellikle Çiller’le kurduğu yakın ilişki de herhalde dikkate alınmıştır. O nedenle Fethullah Hoca ve çevresinin ardarda girişimlerle orduyla doğrudan bir yakınlık kurmak için gösterdiği çaba şimdilik karşılıksız kalıyor.
Ancak söz konusu cemaati, şimdi -sistemin değil- merkezin uzağına itilmiş RP kadrosu ile aynı torbaya sokmak adına yapılmıyor bu. Partileşmeyen, ama postmodern siyasette partiler kadar etkili ve “söz sahibi” olabilen güç odaklarından biri olmayı da dışlamayan Fethullah Hoca cemaati, bu özerk güç görünümüyle ordudan icazet ve tescil teşebbüsünde bulunmuştur. Ordudan gelen red cevabı, kategorik bir red değil, araya bir başka kademenin konulmasına işaret eden mahiyettir.
ANAP işte o aradaki kademe olacaktır. Daha doğrusu o siyasal beceriyi gösterebilirse.
Pek çoklarının da işaret ettiği gibi, siyaset dünyasında hemen tüm taşlar oynamıştır ve yeniden nasıl yerli yerine oturabileceği; büyük ölçüde başta ANAP olmak üzere hükümet partilerinin şu sıralarda kararlaştırıp uygulamaya koyacakları politikalarla belirlenecektir.