Bu yazı, çok önemli bir sınırlılık taşıyor: Konuyu, bizim için bugün önemli olan politik gelişmeler açısından, yalnızca bu açıdan ele aldık. Dolayısıyla, en genel anlamıyla bir “kadın hakları söylemi”nden söz ettik. “Çağdaşlık söylemi”, bugün kadınların bütün politik gündemini işgal ettiği için bu noktaya odaklandık. Oysa, resmî ideolojiye kadınlar açısından bakarken, bu ideolojinin değişim ve kırılma noktalarını, kopuşları, ayrıntılı bir analize tâbi tutmak gerekiyor. Ancak bu yazıda bir sürekliliği öne çıkarmayı tercih ettik; çünkü rejimin sembolü olan kadınlar, tam da rejim krizinin yaşandığı şu son dönemde, rejime yönelik tüm korku ve kaygıların yansıtıldığı, dolayısıyla bir toplumsal çatışmanın en bariz yaşandığı bir alan oldu.
“Kadın Hakları”, Türkiye’de son yıllarda sıkça duymaya alıştığımız bir kavram haline geldi. 1980 sonrası gelişen feminist hareketin bunda etkisi büyük. Bütün muhalifler gibi, feministler de popülerleşmeyle birlikte sözlerinin içinin boşaltılması, daha da kötüsü, iktidar tarafından manipüle edilmesi sorunuyla karşı karşıyalar. Ancak, sorun bununla bitmiyor. “Kadın hakları” söyleminin resmî ideolojinin sözcüleri tarafından böylesine yoğun kullanımı, bir rejim krizinin yaşanmakta oluşuyla da yakından bağlantılı.
“Kadın Hakları” söylemi, Türkiye’de resmî ideolojinin çok kritik bir parçası olageldi. Hem tarihsel olarak Batılılaşma ile İslâm arasında sıkışıp kalan kadınlar, hem de bir çatışma alanı olan toplumsal cinsiyet meselesi, Cumhuriyetle birlikte yeni bir ulusun yaratılmasında kritik bir önem kazandı. Neydi kadınları bunca önemli kılan şey? Cumhuriyeti kuran asker-bürokrat elit açısından, toplumun topyekûn dönüştürülmesi, “modernleştirilmesi”, önemli bir sorundu. Toplumun modernleştirilmesi, bütün yaşama kodlarının, zihniyet dünyasının yeniden şekillendirilmesi anlamına geliyordu. Bu noktada, “gelenek”le çatışmaya girilmesi kaçınılmazdı. Kadınlar, hem “geleneksel” olarak nitelenen eski toplumun, hem de kurulması düşünülen yeni “modern” toplumun birer simgesi olarak, ideolojik mücadelenin odağında yer aldılar.
İmparatorluk tebası içindeki “milletlerden biri” olmaktan “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle” olarak Türk ulusu olmaya giden yolda, yeni birincil toplumsallıkların yaratılması, kilit önemdeydi. Osmanlının cemaatleri uzaktan denetleme politikasının yerini, toplumun tamamını değiştirmeyi amaçlayan bir içeriden denetim politikası aldı. Bir yandan dinsel toplulukların dağıtılması, cemaatlerin ortadan kaldırılması yoluna gidilirken, bir yandan da bütün toplumu tek bir potada yoğurmak için çeşitli girişimlerde bulunuldu: Tek tip eğitim, ulusal dil, yeniden yazılan ulusal tarih, vb... Bu sürece damgasını vuran asker-bürokrat elitin gözünde eski ile yeni arasında kesin bir ayrım vardı; yozlaşmış, çürümüş eskinin yerine, medeni, ileri bir yeni koyacaklardı ve bu ayrımın en fazla vurgulandığı konuların başında kadınların durumu geliyordu. Kadınlar, bir yandan “karanlık” geçmişin, öte yandan ise kurulan yeni “aydınlık” toplumun simgeleri oldular.
Modernleşmeci akım, ortaya çıktığı tarihten itibaren, ataerkil aile düzenine ağır eleştirilerde bulundu ve kadınları bu düzenin esas kurbanları olarak gösterdi. Bu eleştirilerin perspektifi, modern erkeğin eşi olabilecek nitelikte modern kadınların yaratılması çerçevesiyle sınırlıydı. Yeni Cumhuriyet, kadınların erkeklerle eşit yurttaşlar olacakları vaadinde bulundu ve onların büyük desteğini kazandı. Geniş kadın kesimlerinin mobilizasyonunu gerçekleştirerek topyekûn bir toplumsal dönüşüm sağlamak için geleneksel olanın, dine, akrabalığa, töreye bağlı kimliklerin erozyona uğratılması gerekiyordu. Bu noktada kitlesel eğitim ve işgücüne katılma olanaklarının yaygınlaştırılması ve özendirme politikaları, iddianın popülarize olmasını sağlarken, yeni toplumsal cinsiyet rejimi de yapısal ve yasal dönüşümlerin dilini, milliyetçilikte buluyordu. Kadınlara biçilen en önemli rol, milletin annesi olmaktı.
Dolayısıyla, kadınların erkeklerin birer yurttaş olarak yeni bir millet yaratma projesine dahil olmaları, farklı yollardan oldu. Kadınlara annelikleri dolayımıyla yurttaş kimliği verilirken, anneliğe de yeni bir tanım getirildi: Artık anneler “cahil ve geleneksel” ezilmiş kadın imgesinin tam karşısında bir yerde resmedilmeye başlandılar. Eğitimli, genç Cumhuriyete yeni nesiller yetiştirecek modern anne/yurttaş. Böylece kadınlar milletin onuru ve saygınlığının simgesi haline geldiler. Bunun bir başka düzeyde anlamı, kadın cinselliğinin yeni döneme uyarlanmasıydı. Modern kadının iffeti ve namusu bir tür kamusal cinsiyetsizlikle ve kamusal alandaki kadınların ciddi görünümleri ve mazbut kılık kıyafetleriyle varoluşuyla garanti altına alınırken milletin namusu kurtarılıyordu. Kadın bedeninin denetlenmesi sürüyordu, ancak biçim değiştirmişti. Artık daha “kalifiye” bir denetim söz konusuydu: Yasaklar koyan bir “dışsal denetim”, aile odaklı yurttaşlık fikri ve bu fikirden hareketle oluşturulan Medeni Kanun aracılığı ile pekiştirilirken, bunun yanında vazifeler tanımlayan ve denetlenenin kendi eliyle yürüttüğü bir “içsel denetim” de devreye sokuldu.
Yeni cinsiyet rejimi, ailenin modernize edilerek tahkim edilmesini de gerektiriyordu. Karı-koca ve çocuklardan oluşan modern çekirdek aile ideali, karı koca arasında dayanışma ve eşitlik fikri, bu dönemde güç kazandı. Sonuçta kadın ve aile yeni rejimin sembolü, “muasır medeniyet seviyesine” ulaşmanın göstergesi olduğu ölçüde yaygın şekilde “ideolojileştirildi”. Aile, modernleşmenin bir sembolü olduğu kadar, yeni rejimin “gelenekle” en önemli uzlaşma alanlarından birini de oluşturdu. Erkeklerin eviçindeki egemenliğine dokunulmazken, kadınlara dışarıda, kamusal alanda bir hukuki eşitlik sağlandı. Kamusal alanda kadın bir yandan hukuki eşitlikle donatılırken, bir yandan da erkeklerden çok daha fazla “vazifeler” üstlendi. Hem erkekler gibi çalışmalı, “eskinin karanlığını” yırtmalı, hem de ulusun annesi, öğretmeni ve namusu olmalıydı. Hukuksal eşitliğin bedeli, bireysel özgürlük perspektifinin tamamıyla geri plana atılması oldu. Böylece ataerkinin iki ayağı, devlet ve aile reisi arasında bir uzlaşma da sağlandı. Ataerki, kadınların da katkı ve desteği ile modernize edildi.
Bunun kadınlar açısından anlamı, modern, eğitimli kadının/kadınlığın bir statü sembolü olması ve bir norm oluşturmasıydı. Cumhuriyetin getirdiği olanaklardan yararlanabilen kadınlar, toplumsal kimliklerini erkeklerle değil, “geleneksel” kadınlarla karşılaştırarak kurdular. Referans noktaları “geleneksel” kadındı. Geleneksel kadın ise eğitim ve iş olanaklarına ulaşabildiği oranda “sınıfsız ve kaynaşmış kitle”nin bir üyesi olabiliyordu. Resmî ideoloji olarak milliyetçilik, kadınların milletin fertleri olarak eşitliğinin meşrûlaşmasında ve popülerleşmesinde önemli bir rol oynadı. Cumhuriyetin kurulma süreci, hiçbir zaman “özgürleşme” perspektifini içermese de kadınları aktif özneler olarak tanımladığı için, bir boyutuyla onları özgürleştiren bir süreç oldu. Ancak, dönemin “haklar” savunusu ve feminizmi, kendisini var eden ulusal bağlamın anlam çerçevesinin dışına çıkamadı.
Cumhuriyet tarihine bakıldığında, resmî ideolojinin pek çok kez kırılmaya uğradığını, biçim değiştirdiğini, çok katlı bir yapı gösterdiğini görmek mümkün. Ancak kadınlarla ilgili boyutta, bugüne dek hemen hemen hiç değişmedi. Bugün yine kadınlara medeniyetin ve çağdaşlığın sembolü rolü veriliyor.
Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda kadınları harekete geçiren saikleri anlamak bugünden bakıldığında çok mümkün. Eşitlik söylemi, bütün sorunlarına karşın, o dönem için kadınlar açısından sınırlarına gelinmemiş, tüketilmemiş, bu nedenle ilerletici bir söylemdi. Ancak bu söylemin bugünkü gücü, kadınların konumunu ilerletici ya da kadınları özgürleştirici olmasından ileri gelmiyor. Bugün kadınların şeriat tehlikesi karşısında resmî ideolojiye sarılmalarını açıklamak için başka yerlere bakmak gerekiyor.
“Şeriat tehlikesi” olarak kodlanan gericilik, çok uzun bir süre, solun karşısında toplumu manipüle edebilmek için devlet tarafından pompalandı ve kullanıldı. Bu ülkede yalnızca Türk ve Müslümanların yaşadığı, millî birlik ve beraberliğimizin Türklük ve İslâmiyet üzerinde durduğu fikri, 1950’lerden bu yana, devletin en üst düzey sözcüleri tarafından ifade edildi. Polisler, solcu öğrencilerin üzerine tekbir sesleriyle saldırdılar. DEP’li milletvekilleri Meclis’ten yakapaça atılırken yine bu millî birlik ve beraberlik lafları edildi. Her türlü örgütlenme, bu birlik ve beraberliği bozmak isteyen dış mihrakların bir oyunu olarak gösterildi. Bütün bunlar, toplumun yekpare, sessiz, yılgın bir yığına dönüşmesi için yapıldı. Bu gericileşme süreci, Sivas katliamı gibi olaylarla “taçlandırıldı”. O dönemde iktidarda olan partilerin sözcüleri (ki biri bugün laikliğin bir numaralı bekçisi rolüne soyunan CHP idi) katliamı engellemek bir yana, “kışkırtma” ile açıklamayı tercih ettiler.
Bütün bu sürecin sonunda gelinen noktada, resmî ideolojinin kırılma noktalarından biri daha yaşandı: Kontrolden çıkan gerici dalganın önünün kesilmesi için bu kez bir “çağdaşlık” söylemi öne çıkarıldı. Ve kadınlar, tıpkı yetmiş yıl önce olduğu gibi, “çağdaş yaşam”ın sembolleri haline geldiler. Ama artık “çağdaş yaşam” söylemi, kadınları özgürleştirecek bir perspektifi değil, tersine, daha otoriter bir yapılanmaya meşruiyet kazandırmayı amaçlayan bir yönelimi işaret ediyor. Son birkaç yıldır, özellikle de son yerel seçimlerden bu yana, “partiler üstü kadın politikası” fikri yeniden güç kazandı. Kadınların farklı bir politik varoluşa “zaten” sahip oldukları, kirlenen siyaseti temizleyebilecekleri, dağılanları toplayabilecekleri düşünülüyor, böyle bir misyona talip olan kadınlar da var gibi görünüyor.
Resmî ideolojinin kadınların işbirliğini sağlayan hegemonize edici gücünü anlamaya çalışırken, bir “Kemalizm”, “Kemalist kadınlar” toptancılığı, özgürleştirici bir perspektifin ufkunu ve gücünü sınırlayıcı olacaktır. Şeriat korkusuyla resmî ideolojinin zeminine kayan kadınları bir blok olarak düşünmek, bizce mümkün görünmüyor. Çünkü kimi kadınlar için “çağdaşlık” var olan statükonun korunması anlamına gelirken, çoğu kadın için bir başka zeminin olmayışından kaynaklanan bir kayma söz konusu. “Ayak takımı”nın meydanları doldurmasıyla ani bir şeriat tehlikesi keşfi arasında elbette bir bağlantı var. “Çağdaş yaşam” olarak kodlanan bir zihniyet dünyasının aslında tam da resmî ideolojinin yarattığı bir manüpilasyon alanı olduğunu görmek de çok önemli. Ancak bir başka boyutta, gericiliğe karşı kadınların üzerinde durabilecekleri bir zemin, bir karşı-hegemonik söz kurmadıkça, onları resmî ideolojinin gönüllü bekçileri olarak ilân etmek, son derece apolitik bir tavır olacaktır.
O halde, ideolojik mücadele alanını güncel politik manüpilasyonların yapıldığı, kısa dönemli kazanımların amaçlandığı bir alan olmaktan çıkarmak, uzun dönemli bir özgürleşme perspektifi oluşturmak gereklidir. 1980 sonrası feminizm, bağımsız bir kadın politikasının yapılabilirliğine ilişkin ciddi umutlar beslememizi mümkün kıldı. Geniş kadın kesimlerini çağırabilecek bir hareketin yaratılması, ancak güçlü bir karşı-hegemonik sözün kurulmasıyla birlikte gerçekleşebilecektir.