Mustafa Kemal Kültü

Türkiye toplumunda zaman zaman toplumsal bir patolojiye dönüşen ve belki de düşünce özgürlüğünü benimseyen tam demokratik bir ülke olmamızın önündeki büyük engellerden biri olan “atacılık sendromu”, Kemalist ideoloji çeşitli yönlerden incelenirken, genelde arka planda kalan bir konudur. Oysa Kemalizmin liderlik anlayışı ve bu anlayışın toplumsal sürece yansıması siyasî kültürümüzün oluşumunda büyük önem taşımaktadır. Günümüzde de Atatürk imgesi köktencilikle savaşmak için şuursuzca kullanılmakta, neredeyse “onların Allah’ı varsa bizim de Ata’mız var!” denmektedir. Gericiliğe karşı savaşmak zorunda olsak ve Kemalizmi laikliği öne çıkarması bakımından benimsesek bile, bireyler üzerine kurulu kişi kültlerinin yol açabileceği patolojileri unutmamamız gerekiyor. Bu çalışmada Mustafa Kemal üzerine kurulu kişi kültünün toplumsal ve ruhbilimsel temelleri üzerinde bazı önermelerde bulunacak ve şu üç temel sorun üzerinde duracağız:

1) Teorik çerçevede kişi kültünün oluşumu sırasında toplumun geçirdiği ruhbilimsel süreç. Fromm’un da belirttiği gibi “Toplum bireylerden oluştuğu için toplumda işleyen ruhbilimsel mekanizmalar aslında bireylerde işleyen ruhbilimsel mekanizmalardır.”[1]

2) Kültün öznesinin yani Mustafa Kemal’in kendi ruhbilimsel özellikleri, liderlik anlayışı, kitleye bakışı ve bunları etkilemiş olan Carlyle idealizmi ve faşizmin liderlik anlayışı.

3) Türkiye toplumunun karizmatik otoriter lidere tapınma eğiliminin kökenleri. Sultani gelenek ve bu gelenekten faydalanan yeni Kemalist “kült” tarih anlayışı.

I. MUSTAFA KEMAL’DEN ÖLÜMSÜZ ATA’YA

20. yüzyıl başlarını anlatan pek çok gazeteci yazar Osmanlının peşpeşe aldığı yenilgilerin ardından Türk ulusunun ağır bir aşağılanmaya marûz kaldığını söyler. Örneğin Yakup Kadri, Atatürk adlı monografisinde gençliğinin şöyle geçtiğini anlatır: “25 yıl bütün milli ve sosyal kıymetleri altüst olmuş, bütün kaleleri zaptedilmiş, viran ve perişan bir ülkede bir asırdan beri durmadan tekmelenen yılgın ve avare bir sürünün arasında, içerden dışardan sövüle sayıla o milli gurur yarası bağrımızda damla damla sürünmek sürünmek...”[2] O günlerde Yakup Kadri hep kendilerini kurtaracak milli kahramanı beklediklerini söyler: “Tıpkı perseküsyon devirlerindeki ben-i İsrail gibiydik. Gökten inecek Mesih’i bekliyorduk ve iki asır hasretiyle yandığımız o milli kahraman hâlâ görünmüyordu.”[3] Yakup Kadri bu kahraman bekleyişi içerisinde önce Tevfik Fikret’e, sonra Ziya Gökalp ve Enver Paşa’ya umut bağladıklarını, fakat bunların hepsinde hayal kırıklığına uğradıklarını söyler. Sonra Çanakkale Zaferi’yle gözler Mustafa Kemal’e çevrilir. Acaba beklenen kurtarıcı Mustafa Kemal midir? Bu aşamada Mustafa Kemal çözülüp dağılan Osmanlı İmparatorluğu ve ayaklar altına alınan Türklük ve Müslümanlık onurunu kurtarabilecek bir umuttur. Onun adını duyanlar içlerinden bir acaba demektedirler. Fakat Çanakkale Zaferi’nden sonra, uzun bir süre Mustafa Kemal’in adı duyulmaz. Mustafa Kemal 1919’da yeniden siyaset sahnesinde belirir. Başarma arzusu ve karizmatik kişiliğiyle Kurtuluş Savaşı’nın lideri olur. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasıyla Mustafa Kemal toplumun gözönünde bir kahraman mertebesine yükselir. Uzun süredir yolu gözlenen bu yeni kahramanın en tipik tanımlamalarından biri şöyledir: “Anadolu topraklarında apuletlerini kendi elleriyle söktükten sonra, bir ferd-i millet olarak topladığı kongrelerle, Büyük Millet Meclisi ile ‘yirmi bir gece’ kırık kemikleriyle idare ettiği Sakarya Harbi Başkumandanlığı’yla, zaferleriyle, sulhiyle mevcut ölçü ve kaidelerin üstünde Türkiye Cumhuriyeti’ni yaratan, bütün esir memleketlere kurtuluş yolunda misaller veren kahraman Mustafa Kemal’dir.”[4]

“Vatanı düşmandan kurtaran kahraman” Mustafa Kemal, Ziya Gökalp’in “milli kahraman bir fert değil, milletin muşahhas timsalidir” sözünü doğrulamak istercesine kendini Türk milleti ile özdeşleştirmeye çalışır. Mustafa Kemal (yeni adıyla Gazi) Türk milletinin temsilcisidir. Mustafa Kemal vatanı kurtarmış ve çağdaş Türk cumhuriyetini kurmuş olmanın (kendi söylemine göre) vermiş olduğu meşrûiyete ve ileride göreceğimiz bazı sosyal psikolojik temellere dayanarak şef-millet özdeşliğini benimsetir. Örneğin 1926 İzmir suikastinin ardından Mustafa Kemal şöyle demektedir: “Şahsımdan ziyade milletin mevcudiyeti aleyhine müteveccih olduğu tayin edilen gizli siyasî tertibat karşısında umum milletin duyduğu pek vakur ve asil bir surette izhar ettiği pek necip hissiyat beni müteselli etmektedir.” Mustafa Kemal kendine yapılan suikastin aslında millete yapıldığını söylemektedir. Yakup Kadri de Atatürk adlı monografisinde şöyle sormaktadır: “... Bir adam nasıl bir millet haline girer? Bir millet kendini nasıl tek bir adamda bulur? Fertle kollektivite arasındaki bu eriyip meczoluş hadisesi hangi esrarlı cemiyet kanunlarının tesirleri altında vuku bulur?..”[5] Millet-şef özdeşleşmesini Mustafa Kemal’in putlaştırılması izler. Ulusalcılık yeni bir din, Mustafa Kemal de bu dinin tanrısı kabul edilir (ettirilir). Tapmaya alışık bir milleti geleneksel inançlarından kurtarmanın en kolay yolu eski uhrevi tanrıyı yeni dünyevi tanrıyla değiştirmektir. Bu yeni tanrı da Mustafa Kemal’dir. Böylece Kemalizm’in temel taşlarından biri olan “ulu önder Atatürk” miti ruhbilimsel bazı mekanizmaların da etkisiyle yerleşir. Sonuç olarak bir “umut” olarak başladığı siyasî kariyerini Mustafa Kemal “ulusal tanrı” olarak noktalar. Aşağıdaki kısa alıntı bu tanrılaştırmanın boyutunu göstermektedir: “... İzmir’in kurtuluşundan birkaç gün sonra ‘O’nunla birlikte efeler yurdu Ödemiş’ten İzmir’e dönüyorduk... Bir dönemeçte uzaktan haykıra haykıra bize gelen bir köylüye rastladık. Elleriyle işaret yapıyor, aralıksız ‘hey durun’ diye bağırıyordu. Şoför otomobili hızla sürmeye hazırlanırken ‘O’, ‘yavaşlat ve dur’ dedi. Köylü yanımıza geldi, koynundan sabırsız bir hareketle solmuş bir fotoğraf çıkardı ve sonra ölçüsüz bir sevinçle haykırmaya başladı: ‘Hey koşun bu ‘O’dur.’ Yaklaşan kalabalık bir an içinde otomobilimizi sardı. Kimi onun ellerini, kimi ayaklarını, kimi otomobilimizin tekerleklerini öpmeye, hepsi de sevinçten hıçkıra hıçkıra ağlamaya, dua etmeye başladı. Bu kalabalık içinde yırtık cepkenleri içinden yarı çıplak yaralı vücutları görünen ihtiyarlardan, solgun buruşuk yüzlü ninelerden, küçük çocuklara kadar bütün bir köy halkı vardı. Bu, Türk köylüsünün yıllardan beri beklediği, kurtarıcısına, eşsiz kahramanına ta canının içinden en yalansız, en temiz bağlanışı, şükranı idi...”[6]

Mustafa Kemal kültünün oluşum safhalarına kısaca göz attıktan sonra, kişi kültünü besleyen yetkeci kişiliği inceleyelim.

II. KİŞİ KÜLTÜNÜ BESLEYEN YETKECİ KİŞİLİĞİN OLUŞUMU

1) Toplumsal Dizge ve Yetkeci Kişilik: Erich Fromm Özgürlükten Kaçış isimli kitabında yetkeci kişiliğinin oluşumunu inceler. Fromm, bu kitapta insanların kendi özgürlüklerini kısıtlayan totaliter tek adam rejimlerini neden kabul ettikleri konusu üzerinde durur. Fromm’a göre insan doğasının iki temel özelliği vardır:

1) Fiziksel gereksinmeler.

2) Kişinin kendi dışındaki dünyayla bağlantılı olma gereksinimi, yalnızlıktan kaçınma gereksinimi. Fromm bu ikinci özellik konusunda şunları söyler: “... Bir birey uzun yıllar boyunca fiziksel anlamda yalnız olabilir, ama gene de fikirlerle, değerlerle ya da en azından ona bir birleşme ve ait olma duygusu veren toplumsal kalıplarla ilişkili olabilir. Eğer bu değerlerden, kalıplardan yoksun kalırsa kendini korkunç bir soyutlanmışlık ve yalnızlık içinde bulur... İnsan öznel özbilinçliliğe sahip olduğu için -belli belirsiz de olsa- ölümün, hastalığın, yaşlanmanın bilincine varır ve evrende kendisi olmayan diğer bütün varlıkların yanında ne kadar küçük olduğunu kaçınılmaz olarak hisseder. Bir yere ait olmazsa yaşamının bir anlamı ve yönü olmazsa, kendini bir toz zerresi kadar duyumsayacak ve bu bireysel önemsizliğe kapılıp gidecektir...”[7]

Fromm’a göre din, ulusalcılık ve benzeri başka ideolojiler insanı bu soyutlanmışlık duygusundan kurtarma görevi görürler. Aslında Fromm’a göre insan kendisini bu soyutlanmışlıktan ve yalnızlıktan kurtarmak için illâ da bu tür sahte dayanaklara muhtaç değildir. Eğer insan çevresiyle, sevgi, dayanışma ve üretkenlik üzerine kurulu bir bağ kurabilirse, benliğini tam olarak gerçekleştirebilirse kendini soyutlanmış ve yalnız hissetmez. Bu da bireyin en ileri düzeyde gelişmesine ve mutluluğuna hizmet eden bir toplumsal dizgede mümkün olabilir. Ancak insanın amaç değil, araç olarak görüldüğü günümüz kapitalist sisteminde bu mümkün değildir. Bu yüzden insanlar bireysel benliklerinin bütünlüğünü yok edecek bağlarla bir çeşit varoluşsal güvenlik ararlar.

Eğer bu varoluşsal kuşku çok artarsa (savaş, ekonomik sıkıntı vs.) kişi kendi benliğini kendi dışında bir şeyle kaynaştırma yolu arar. Bu da öndere kayıtsız şartsız boyun eğme biçiminde faşist dizgeler ortaya çıkarır. Faşist dizgede lider-kitle arasındaki ilişki “sado-mazoşist” bir ilişkidir. Kitle mazoşist eğilimler içerisindedir. Bireyler kendilerini iyice küçültür, önemsiz, güçsüz sayarlar. Kendilerinden üstün gördükleri bir güce boyun eğerler. Böylelikle varoluşsal kuşku ve soyutlanmışlıktan kurtulmaya çalışırlar. Öte yandan sadist kişi (güç elde etme ve hükmetme arzusundaki kişi) başkalarını kendi nesnesi yaparak egosunu genişletmeye çalışır. Bu faşist liderdir. Her iki durumda da aslında sorun aynıdır: benliğin, yalnızlığına katlanma yetisinden yoksun olması.

İşte bu yalnız kalma ve soyutlanma korkusu lidere ve ideolojisine kayıtsız boyun eğme ve tapınma ile kendini gösteren sado-mazoşist bir toplumsal dizge ortaya çıkarabilir. Bu sado-mazoşist dizgede yaşayan bireylerin toplumsal kişiliklerine de “yetkeci kişilik” adını verebiliriz.

2) Aile ve Yetkeci Kişilik: Aslında yetkeci kişilik yukarıda bahsedilen “varoluşsal güvensizlik” durumu ortaya çıkmadan da gelişebilir. Yetkeci kişilik, özellikle ataerkil diye adlandırılan, babanın kayıtsız şartsız otorite sahibi olduğu ailelerde de görülür. Aslında aile, genel bir tanımlamayla toplumun en küçük çekirdeği kabul edildiği için toplumsal dizgeyi yansıtır. Otoriter başkıcı bir siyasal sistem, aileyi de bu yönden etkiler. Öte yandan ataerkil aile tipolojisinin baskın olduğu bir toplumda otoriter siyasal sistemler daha kolay kabul görür. Yani aile ve toplumsal dizge karşılıklı bir etkileşim içindedir. Baskıcı siyasal sistem yerini demokratik, özgür, kişinin kendini gerçekleştirebileceği bir sisteme bıraksa bile, yetkeci kişilik kendini bir süre daha ailede yeniden üretebilir. Bunun güzel bir örneğini Almanya’da görürüz. Money-Kyrle’in “Almanya’da Devlet ve Kültür” isimli makalesinde belirttiği gibi rejim biçimi aile yapısını etkileyebilir ve önceden daha özgür ve bütünsel bireyler yetiştiren aile, babanın rejimin gerektirdiği yetkeci bir kişilik kazanmasıyla yetkeci bireyler yetiştirebilir. Otoriter rejim değişse bile, bir kere kazanılan yetkeci kişilik kolay değişmez ve ailede yeniden üretilir. Örneğin Almanya’da Weimar demokrasisinin uzun süreli olamamasının bir nedeni de Prusya monarşisinin yerleştirdiği yetkeci kişiliğin, özgürlükçü Weimar rejimine uyum sağlayamamasıdır.[8]

Türk aile yapısı da geleneksel olarak ataerkildir. Ailenin erkek tarafından olan bütün akrabaları aynı çatı altında yaşarlar ve aile evin baskın erkek reisinin etrafında ortak bir grup kimliği ile yaşar.[9] Bu tür ataerkil aileler yukarıda da söylendiği gibi yetkeci kişiliğe sahip bireyler yetiştirebilir. Bu kişilik tipi de “kişi kültü” yaratmaya elverişlidir. Buradan yola çıkarak Mustafa Kemal’i putlaştırmaya meyilli yetkeci bireylerin Türk toplumunda (ataerkil aile yapısından dolayı) mevcut olduğunu ve Mustafa Kemal kültünün kuşaklar boyunca ailede yeniden üretildiğini söyleyebiliriz.

III. ÖZDEŞLEŞME MEKANİZMALARI

1) Grup Psikolojisi ve Grupta Özdeşleşme: Şimdi en başta Yakup Kadri’nin sormuş olduğu “fertle kollektivite arasındaki bu eriyip meczoluş hadisesi hangi esrarlı cemiyet kanunlarının tesiri ile vuku bulur” sorusuna dönelim. Bu sorunun cevabını bulmak için grup psikolojisi üzerine çalışmış kişilerin fikirlerine kulak verelim. Freud, The Group Psychology and the Analysis of the Ego adlı kitabında bu konunun üzerinde durur. Freud’un kitabında alıntı yaptığı Gustave le Bon bir gruba giren bireyin kendi bağımsız kişiliğini yitirdiğini ve ortalama bir kişilik kazandığını söyler. Bu kişiliğin özellikleri şunlardır:

1) Bir gruba giren kişi öncelikle içgüdülerine ve ilkel itkilerine göre davranır. Grup anonim olduğu için her konudaki sorumluluk ortaktı; grup üyeleri kendilerini daha az kontrol altında tutarlar.

2) Gruba giren kişi gruptaki diğer bireylerle özdeşleşir. Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için türü bir dayanışma ortaya çıkar.

3) Gruba giren kişi kendi vicdanı ve bilinciyle hareket etmekten çıkar adeta bir otomat olur.[10]

Öncelikle ikinci maddeyi yani gruba giren kişinin diğer grup üyeleriyle özdeşleşmesini açıklamaya çalışalım. Freud’a göre bir gruba giren bireyler, ortak bir niteliği paylaşmaktan dolayı birbirleriyle özdeşleşirler ve bu özdeşleşmede cinsel dürtüler rol oynamaz. Grubu birbirine bağlayan bu ortak özellik liderdir. Grubun bireyleri birbirleriyle lideri daha doğrusu liderin sevgisini paylaşırlar. Lider kendisinin gösterdiği yoldan ilerleyecek ve ona kayıtsız şartsız boyun eğecek izleyicilerine eşit sevgi sunacağını belirtmiştir. Mustafa Kemal’in şu sözleri bu bakımdan ilginçtir: “Şüphesiz, ayrı ayrı fertlerin kıymet ve kuvveti olabileceği gibi, kıymetsizliği ve kuvvetsizliği de olabilir. Bu gibiler dahi mecmu kıymetin ve kuvvetin içinde bulundukça kendilerini büyük ve şamil okuldan hisseder sayabilirler. Gayesi kitle terbiyesi olanlar, o büyük içtimai heyete sığınabilecek olanları, o içtimai heyetin en aziz uzuvları ve unsurları olarak göstermekte tereddüt etmemelidirler.”[11] Mustafa Kemal kendisini izleyecek ve o büyük içtimai heyette yer alacak olanlara kabiliyet ve kuvvetlerine bakmadan eşit oranda değer vereceğini belirtmektedir.

Freud, kilise üzerine yaptığı araştırmada inanan Hıristiyanların birbirlerini sevmelerini, İsa’nın onların her birine duyduğu eşit sevgiden kaynaklandığını söyler. Burada İsa aslında bir baba figürüdür. Ve aynı babalarının sevgisini kaybetmemek için birbirleriyle iyi geçinen kardeşler gibi, inananlar da babanın sevgisine sahip olmak için birbirleriyle uyum içinde olur ve babayı paylaşıyor olmanın verdiği ortaklıkla birbirleriyle ve babayla özdeşleşirler.

2) Liderle Özdeşleşme ve Ego-İdealin Transferi: Grup içinde bireylerin kazandığı kişilikten bahsederken 3. olarak bir grup içine giren bireylerin kendi vicdanları ve bilinçleriyle hareket etmekten çıktıkları ve adeta birer otomata dönüştüklerini söylemiştik. Bu durumu Freud, ego-idealin transferi kavramıyla açıklar. Freud’un daha sonra süper-ego adını vereceği ego-ideal kısaca oeidipal çatışma sürecinde egonun bölünmesiyle ortaya çıkar. Ego’nun bir parçası diğerini sürekli eleştirir ve denetim altında tutar. Bu ego-ideal’dir ve kişinin bilinci, vicdanı, kendini izleme ve eleştirme yetisidir.[12] Bir gruba giren kişi bu yetisini kaybeder. Daha doğrusu ego-idealini lidere “aktarır”. Grubun lideri, grup bireylerinin ego-ideali (yani süper-egosu) vicdani, bilinci, iradesi haline gelir. Yakup Kadri, Atatürk monografisinde bu durumu şöyle açıklar: “... Vatan müdafaası için fertlerin gönüllerinde ayrı ayrı besledikleri ümitler, verdikleri kararlar O’nun ifade ve iradesinde en kesin sentezini buluyordu. 14 milyonluk perişan bir insan sürüsü, dağınık dilekleri, müphem gayeleriyle tek bir adamın şuurunda ve iradesinde birleşiyordu...”[13] Mustafa Kemal de her fırsatta milletle kendi arasındaki özdeşlikten dem vurur ve bu özdeşlikte kendisinin beyni, bilinci, milletinse vicdani (yüreği) temsil ettiğini söyler. Mustafa Kemal milletin vicdanındaki gelişme istidadını sezmiş ve bundan yararlanmıştır. Büyük Zafer’den sonra yaptığı konuşmalardan birinde şöyle der: “Ben milletimin düşüncelerine ve duygularına yakından vakıf olmaktan, aziz milletimde gördüğüm yetenek ve gereksinimi ifade eden başka bir şey yapmadım. Onun bu yetenek ve duygularına olan vukufumla övünç duyuyorum. Milletimde bugünkü zaferleri doğurabilecek hassayı görmüş olmak, işte bütün mutluluğum bundan ibarettir.” Bu millet şef özdeşleşmesinde -Freudian bir terminolojiyle- şef “ego-ideal”, milletse “id”i temsil eder. Ego, yani bireysellik yok olmuştur.

Gruptaki bireylerin ego-ideallerini lidere aktarmalarının sebebi nedir? Freud’a göre bireyler arasındaki ilişkilerde tatmin olmamış cinsel dürtüler, bir kişinin aşırı yüceltilmesine ve hattâ bir egonun bir diğerini adeta emmesine yol açabilir. Ancak grup-lider özdeşliğinde bu tür bir cinsel dürtü yoktur. Freud’a göre liderin grubun ego ideali haline gelmesi bir tür hipnoz olayıdır. Hipnozda da hasta hipnotiste ego-idealini teslim eder ve hipnotistin bütün emirlerine ne kadar mantık dışı olursa olsun uyar.[14] Çanakkale Savaşı sırasında Mustafa Kemal’in askerlerini yönlendirişi de bir tür hipnozdur. Mahmut Esad Bozkurt şöyle anlatır: “... Düşman süratle siperlerimize yanaşıyormuş, Atatürk alaya süngüyle hücum emri vermiş, ancak kimse yerinden kıpırdamamış. Bunun üzerine Atatürk mızıkaları çaldırmaya başlamış ve bizzat ayağa kalkarak askere, ‘düşman kurşunu adam öldürmez. Bunu size bizzat göstereceğim ve sonra kamçıyla üç defa işaret edeceğim, o zaman siz de kurşunlara karşı süngüyle hücum edeceksiniz’ demiş. Atatürk siperlerin üzerine çıkmış, kurşun sağanaklarına göğüs vermiş ve kamçısıyla üçüncü işareti verince, alay süngü hücumuna geçmiş. Düşman yenilgiye uğratılmış ama alay da kamilden erimiş...”[15] Freud bütün bu mekanizmayı ilksel baba mitosu ile açıklarken, Totem ve Tabu isimli kitabında şöyle bir ilkel toplum kurgular: İlk toplumda (sürüde) bu topluluğu idare eden çok despotik bir baba vardı. Bu baba sürünün bütün kadınlarını kendine saklıyor ve büyüyen oğulları sürüden kovuyordu. Oğullar bu korkunç babanın zulmünden korunmak için ego-ideallerini babaya teslim ediyorlardı.[16] Freud’a göre her kollektif toplanma bu ilksel sürünün yeniden üretilmesidir ve her topluluğun liderinden de bu ilksel sürünün başı kadar korkulur. İşte ego-idealin lidere aktarılmasının asıl sebebi de bu perseküsyon korkusudur.[17]

Her ne olursa olsun bu tarz bir özdeşleşme “regresif” bir harekettir. Çünkü bu tarz bir ilişkiyle insanlar hem uygarlık basamağında, hem de bireysel olgunlaşma süreçlerinde geriye gitmektedirler. Bu özdeşleşmede grup bireyleri ebeveynleriyle oeidipal çağlarda kurdukları sevgi nefret ilişkisine geri dönmekte ve bunu grup lideriyle yaşamaktadırlar.

Volkan ve Itzkowitz, The Immortal Atatürk adlı biyografi çalışmalarında, Mustafa Kemal ve halk arasındaki regressive ilişkinin Mustafa Kemal’in ilk Ankara’ya geliş yıllarından itibaren yaşandığını söyler. Bu regressive ilişkinin içeriği ise şöyledir: “... O zamanlardan itibaren bile Mustafa Kemal ruhbilimcilerin transfer figürü dedikleri, erişilmez sihirli bir güce sahip, izleyicilerinin çocukluk anılarındaki altedilemez ebeveyn imgelerinin yansıdığı bir kişi olmuştu. Bir Türk için olağandışı sayılabilecek sarı saçlarıysa güneşi çağrıştırıyordu. Pek çok kişi onun gözlerine doğrudan bakabilmenin, göz kırpmadan güneşe bakmaktan daha zor olduğunu söylerdi. O, çocukluk anılarındaki düşmanları yakacak güneşti...”[18]

Freud’un ego-ideal ve regression kavramları üzerinde çalışanlardan biri de Adorno’dur. Adorno özellikle faşist rejimlerin yükselmesinde, lider ve izleyicileri arasındaki ilişkinin rolü üzerinde durmuştur. Adorno’ya göre totaliter liderle özdeşleşmek sadece regressif bir hareket değildir. Özdeşleşmenin narsisist bir parçası olarak, sevilen nesne benliğe katılır. Böylece modern lider, baba imgesinden çok, kişinin kendi benliğinin yansıması olur. Lideri ideali yaparak kişi kendini idealize eder ve böylelikle kendi ampirik benliğini tehdit eden hayal kırıklığı ve tatminsizlik duygularından korunur. Totaliter lider figürü böylelikle hem otoriteye boyun eğme hem de otorite olma arzusunu doyurur.[19]

IV. M. KEMAL’İN “ÜSTÜN BENLİK” İNANCI

Bu boyutta bir yüceltmenin öznesi olan kişinin elbette sıradan bir insan olması beklenemez. Mustafa Kemal’in kendine olan inancı ve güveni sahip olduğu karizmayı bir ölçüde açıklar. Mustafa Kemal’in üstün benlik inancını incelemeye şöyle bir soru ile başlayabiliriz: Neden başkası değil de, Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nın liderliğine soyundu? The Immortal Ataturk, A Psychobiography isimli kitabın yazarları Norman Itzkowitz ve Volkan Vamık’a göre 1919 baharında Erzurum’daki Kazım (Karabekir) veya Ankara’daki Ali Fuat’ın (Cebesoy) durumları böyle bir Kurtuluş Savaşı’nın liderliğini yapmak için çok daha uygundu. Ali Fuat’ın emrine 20. ordu verilmişti ve bölgenin savunmasını planlamaya başlamıştı. Kazım’ın emrinde de 15. ordu vardı ve silahlarını bağlaşıklara teslim etmemekte direniyordu. Ayrıca Kazım’ın bölgede çok nüfuzu vardı. Üstelik Kazım, Mustafa Kemal’i tutuklamak için emir almıştı. Bütün bunlara rağmen hem Ali Fuat, hem de Kazım, Mustafa Kemal’in liderliğini kabul ettiler. Itzkowitz’e göre bu durumu Mustafa Kemal’in narsisizmi ve kendine aşırı güveni ile bir ölçüde açıklamamız mümkün. Mustafa Kemal’in vatanı kurtaracağına olan inancı o kadar büyüktü ve mükemmel planlayıcı rolünü o kadar çok benimsemişti ki, hem kendisi hem de çevresi için adeta bir doğal lider halini almıştı.[20] Yaşamının ileriki evrelerinde de Mustafa Kemal’in bu doğal lider imajını pekiştirerek sürdürdüğünü görüyoruz. Peki bu “üstün benlik” inancı (grandiose self-concept) Mustafa Kemal’de nasıl oluştu?.. Bu soruyu cevaplamaya geçmeden önce narsisizmin ne anlam taşıdığını ve neden ortaya çıktığını inceleyelim.

Freud’a göre her insanda, Freud’un libido adını verdiği ve bizim sevme içgüdüsü ve bundan doğan pozitif enerji olarak adlandırabileceğimiz bir enerji vardır. Sağlıklı insanlarda bu enerji boşalması nesnelerle olur ve en üst haz noktasına cinsel birleşmede ulaşır. Yani Freud’un object-cathexis diye adlandırdığı bu süreçte sağlıklı insanlar libidolarını başka bir canlıya (nesneye) yöneltir ve böylece tatmin duyarlar. Yalnız küçük çocuklarda bu tatmin nesnelerle değil, çocuğun kendi vücuduyla olur, yani küçük çocuklar auto-erotiktir. Ancak dış dünyanın bilincine vardıktan sonra, bu libidinal tatmin dış dünyaya yönelir. Çocuk dış dünyayı sevmeye başlar. Ancak bu süreçte özellikle anneyle yaşanan travmatik bir ilişki ve model olarak alınabilecek bir ebeveynin olmayışı (Mustafa Kemal’den bahsederken göreceğimiz gibi) çocukta narsisist (kendini seven) bir kişilik gelişimine yol açabilir.[21]

Mustafa Kemal’e geri dönersek, ondaki narsisizmin kökenini annesiyle olan ilişkisinde ve babasının erken ölümünde bulabiliriz. Itzkowitz ve Vamık’a göre Mustafa’nın doğumundan önce Zübeyde üç çocuğunu kaybetmişti ve bu seferkinin de öleceği düşüncesi Zübeyde’nin çocuğuna yeterince sevgi göstermesini engelledi. Zaten bu yüzden oğlunu doğru dürüst emzirmedi bile. Itzkowitz ve Vamık’a göre annesindeki bu ilgi eksikliği küçük Mustafa’da bir tür kendi kendine yetme duygusu geliştirdi. Babasının Mustafa’nın oedipal çağlarında ölümü de (biliyoruz ki bu çağlarda küçük oğlan çocuğu babadan kurtulmak ister ve bunu gerçekleştiremediği için babanın yetkesine boyun eğer ve onunla özdeşleşir) ondaki bir tür “her şeyi yapabilecek güce sahip olma” duygusunu besledi. Böylece Mustafa duygusal açlığını kendisini severek ve kendi kendine yeterek gidermeye çalıştı.[22] Mustafa Kemal’in hayatını anlatan pek çok eserde bu duruma dikkat çekilir. Örneğin Armstrong’un Bozkurt adlı biyografisinde Mustafa Kemal’in çocukluğundan şöyle bahsedilir: “Anormal derecede kendi kendine yeten diğer çocuklarla dostluğa yanaşmayan, her zaman yalnız başına oynayan bir oğlandı... Kendi halinde kendi dünyasında yaşıyor, kimseyle yakınlaşmıyordu. Buna rağmen herkesin dikkatini çekmek mühim bir kimse olarak başkalarının arasından sıyrılmak istiyordu... Bu halinin ne olduğunu sordukları vakit gayet aksi ters bir şekilde ‘Size ne!’ diye cevap veriyordu. “Ben sizden farklıyım, ben büyük adam olacağım!”[23]

Mustafa Kemal’in kendine olan büyük inancı daha sonraki yıllarda da dikkat çekiciydi. Kendine aşırı güveni ve ihtirası yüzünden uzun zaman terfi edemedi. Yakup Kadri 1. Dünya Savaşı ortasında üstdüzey siyasî şeflerden birinin şöyle dediğini yazar: “Bizi muhakkak bir hezimetten kurtaracak tek bir adam vardır: Mustafa Kemal! Lakin ne çare ki bunun ihtirasına payan yoktur. Bugün eline bir fırka verirsin, yarın kolordu ister, kolordu komutanı yaparsın Umumî Erkanıharp Reisliği’ne göz diker. En sonunda da başkumandan vekilliğine el uzatır!”[24] Falih Rıfkı da Çankaya adlı kitabında Enver Paşa’nın Mustafa Kemal için şöyle dediğini yazar: “Onu terfi ettiririm ettirmesine, yalnız biliniz ki onu paşa yapsanız padişah, padişah yapsanız Allah olmak ister!..”[25] Gerçekten de Mustafa Kemal’in ihtirasına payan yoktur. Armstrong şöyle anlatır: “I. Dünya Savaşı sonlarında Sadrazam Talat Paşa’ya gitti. Talat onu (Mustafa Kemal) iyi karşılayarak dikkatle dinledi; kendisinin Harbiye Nezareti’ne getirilmesi gerektiği hakkındaki sebepleri ortaya döktüğü zaman aynı fikirdeymiş gibi göründü; fakat o gittikten sonra onun bu kendisini beğenmesine kahkahalarla güldü. Birisi Talat’ın arkasından güldüğünü Mustafa Kemal’e haber vermişti. Bu ona çok dokundu, Talat’ı ömrü boyunca bir daha affetmedi...”[26] Mustafa Kemal’in kendine inancının güzel örneklerinden biri de Kemal adını alışıyla ilgili anlattığı hikâyedir. Volkan Vamık’ın Şevket Süreyya Aydemir’den aktardığına göre Mustafa’nın Kemal adını alışı, kendisiyle aynı adı taşıyan öğretmeninin ona kendisinden değil, sınıftaki başka bir Mustafa’dan ayırmasıyla ilgiliydi. Ancak hikâyenin ilk versiyonu Mustafa Kemal’in “üstün benlik” inancına daha uygun olduğu için Mustafa Kemal hikâyede öğretmenle kıyaslanmayı, sınıf arkadaşı ile kıyaslanmaya tercih etmişti.[27]

Mustafa Kemal için, içine hapsolmuş enerjiyi ve ihtirası gidermenin en iyi yolu “vatanını kurtarmaya” atılmaktır. Şöyle der Mustafa Kemal: “Benim ihtiraslarım var, hem de pek büyükleri... Fakat bu ihtiraslar yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük meblağlar elde etmek gibi adi emellerin tatminine tealluk etmez. Ben bu ihtirasların gerçekleşmesini vatanıma büyük faydaları dokunacak, bana da liyakatle ifa edilmiş bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük fikrin başarısında arıyorum. Bütün hayatımın prensibi de bu olmuştur.”[28]

Mustafa Kemal, Carlyle’ın idealist felsefesinden etkilenir ve kendisi de büyük kurtarıcılara ve dünyayı değiştiren dahilere inanır. Bunda Rumeli’de yetişmiş olmasının da payı vardır. Falih Rıfkı şöyle anlatır: “Küçük Mustafa kendini bildiğinden beri hep kahramanlık türküleri ve yurtlarından göçmüş olanların hikâyelerini dinleyerek büyümüştü. Rumeli Türkülerinde yenmek ümidi ve iradesi hiç kırılmamıştı. Onların inancına göre artık kahramanlar ve fatihler yetişmediği için yeniliyorduk. Bu kahramanlar ve fatihlerden biri daha çıksa kurtulurduk, eski yurtlarımıza kavuşurduk...”[29] Mustafa Kemal şahısların gücüne olan inancını arkadaş toplantılarında da dile getirir. “Adamlar vardır. Bir adam vardır, adam!” haykırışlarına sık sık tanık olunur.[30] Seneler sonra Nutuk’ta da şöyle der: “... efendiler, tarih gayrikabili itiraz bir surette ispat etmiştir ki, büyük meselelerde muvaffakiyet için kabiliyet ve kudreti layetelzelzel bir reisin vücudu elzemdir.”[31] Böylece Mustafa Kemal “üstün benlik” inancına uygun felsefeyi bulmuş olur. Dünyayı değiştiren, tarihi yazan kahramanlar vardır ve o da bu kahramanlardan biri olacaktır.

Kemalist ideolojinin Türkiye toplumuna bu kahramanlık destanını benimsetmek için başvurduğu yönteme ve bunun toplumsal altyapısını oluşturan sultani (patrimonyal) geleneğe ilerde değineceğiz. Şimdi Mustafa Kemal kültünün bir başka boyutuna bakalım ve 20. yüzyıl başlarında Avrupa’yı kasıp kavuran Carlyle idealizmini ve ondan ilham alan faşizmin önder anlayışını inceleyelim...

V. CARLYLE İDEALİZMİ, FAŞİZM VE KEMALİZM

Mustafa Kemal destanının oluşturulması ve daha sonra da onun ebedi şef ünvanını alarak sonsuza yüceltilmesi, Avrupa’nın 20. yüzyıl ilk çeyreğinden itibaren yaşadığı faşist akımlardan ve bu akımların liderlik anlayışından bağımsız ele alınamaz. Kemalizmin ve genel olarak faşizmin önderlik anlayışları arasında paralellikler vardır. Mete Tunçay’a göre, tek parti örgütü, önderlik ilkesi gibi özellikleri Kemalizmi faşizme yaklaştırmaktadır.[32] Mahmut Esad Bozkurt bu konuda çok kesin konuşmaktadır: “... Zamanımızın bir Alman tarihçisi, gerek nasyonal sosyalizmin ve gerek faşizmin Mustafa Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor. Çok doğrudur, çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki kökleri halktır. Türk milletidir. Piramide benzer, kaideleri halk, tepesi halktan gelen baştır ki biz buna şef deriz. Şef otoritesini yine halktan alır...”[33]

Faşizmin lider anlayışı Carlyle’ın idealizminden ve kahramana tapınma anlayışından doğrudan etkilenmiştir. Carlyle şöyle demektedir: “İnsanın şimdiye değin kurmuş olduğu tüm gelenekler, düzenler, mezhepler toplumlar batsa bile kahramana tapınma kalıcılığını koruyacaktır... O, duman ve toz bulutları ve tüm ani yıkım ve yangınlar arasında bir kutup yıldızı gibi parlayacaktır...”[34] Carlyle konferanslarında “liderlik” anlayışını en köktenci sonuçlarına kadar geliştirmiş, tarihsel yaşamın tümünü büyük adamların yaşamlarıyla özdeşleştirilmiştir: “Kahramana tapınma canevinde duyulan hayranlık, boyun eğme, insanın, en soylu, tanrıya benzer bir biçimi için sınırsızca yanıp tutuşması değil midir?”[35] Ernst Cassirer’e göre Carlyle, ortaçağda din başkanlarınca yönetilmeyi (hierarchy), kahraman tarafından yönetilmeye (heroarchy) dönüştürmüştür. Bu artık insanlık tarihinin zorunlu ve ortadan kaldırılamaz bir özelliği olmuştur. Çünkü yığın, ya da Carlyle’ın deyimiyle “hizmetkârlar” kendilerine özgü gerçek kahramanlarca yönetilmelidirler. Cassirer’e göre Carlyle’ın siyasal kuramı temelde gizlenmiş ve şekil değiştirmiş bir Kalvinizmden başka bir şey değildir. Gerçek kendiliğindenlik bir avuç seçkine ayrılmıştır. Ötekilere günahkâr yığınlara gelince, onlar bu doğuştan yöneticilerin, seçkinlerin arzularına boyun eğmek zorundadırlar...[36] Carlyle’ın romantizminin Prusyalılaşması, onu siyasal liderleri tanrısallaştırmaya ve kuvvetle hakkı özdeşleştirmeye götüren son ve kesin bir adım olmuştur. Böylece Carlyle nasyonal sosyalizmin tüm ideolojisinden oldukça sorumlu tutulmuştur.[37]

Kitlelerin hiçlenmesi ve liderlerin büyütülmesi faşizmin önde gelen özelliklerinden biridir. Goebbels, “Heykeltraş için taş neyse yöneten için de kitle odur”, der. Mustafa Kemal de 1913’te yazdığı Zabit ve Kumandanla Hasbihal adlı kitabında kitleler için Goebbels’e benzer bir tanımlama yapar: “Taş ve odun yığınları balya haline konarak küçük bir manivela tatbiki ile kolayca tahrik olunabilirler. Fakat büyük küçük cüz-i tam balyaları halinde bulunan atıl dimağlı insan yığınlarının şevki ve tahriki için kuvvetin manivelanın fikir ve ruh varlığından taşıp fışkırması beklenir.”[38] Mustafa Kemal bu fikir ve ruh varlığının lider tarafından yaratılması ve liderin grubun en müstesna örneği olması gerektiğini söyler: “Subay (yani grubun lideri) maiyetindekilerin metanet ve ezaletine malik olmalıdır ki kumanda ettiği insanları kendi bilgisinden ve gücünden faydalandırabilsin.”[39]

Hitler’in, Carlyle’ın idealizminden esinlenerek, “yalnız ve yalnız idealizm, insanların gücün ve kuvvetin üstünlüğünü bilerek kabul etmelerine yol açar ve bunun sonucu onları bütün bir evreni yoğuran ve biçimlendiren düzenin içinde bir toz zerresi haline getirir”[40] şeklinde özetlediği kendi idealizmi, faşizmin kitleyi hiçlerken lideri devleştiren önder anlayışının temelidir. Mustafa Kemal’de gerek yukarıda bahsedilen kitle anlayışı gerekse kendi liderlik anlayışı bakımından dönemin “Führer Prinzip”i ile uyuşmaktadır. Taha Parla, Mustafa Kemal’in liderlik anlayışını şöyle özetler: “Atatürk tarihi büyük adamların (kendisinin) yaptığına inanan, yüksek misyonunu milletten (kendisinden) alan, en üstün yetenekli şefin (kendisinin) otoritesini ve yetkilerini, kararını ve yönetimini, kurulların, kanunların, meclislerin üstünde gören... (ve)... meşrû tapınılma taleplerinin yerine getirilmesi gerektiğini düşünen tipik bir karizmatik liderdir.”[41] Bu tanımlamayla da Mustafa Kemal’in liderlik anlayışının, döneminin duçeler, führerler ve karizmatik liderler salgınından bağımsız olmadığı ortaya çıkmaktadır. Demek ki Mustafa Kemal üzerine kurulu kişi kültü, çağının yetkeci akımlarına ve onların “tanrısal şef” anlayışlarına paralel olarak gelişmiştir.

VI. KÜLTÜN İNŞÂSI

1) Sultani Gelenek: Kemalizmin liderlik anlayışının yukarıda değinilen boyutu bir yana, Türkiye bu tarz bir kişi kültünün ve ebedi şef anlayışının kolayca yeşermesine olanak verecek bir siyasal geleneğe sahipti. Sultanizm (patrimonializm) olarak adlandırabileceğimiz bu gelenek, Mustafa Kemal kültünün kolayca inşâ edilebileceği sağlam bir temeldi.

Weber’e göre, sultani (patrimonyal) devletin yönetimi, devasa bir ortaçağ bey çiftliğini yönetmekten farksızdır. Yalnız burada tek bir kişi çok daha büyük bir toprak parçasını ve çok daha fazla sayıda insanı yönetmek durumundadır. Sultani devlette hükümdar siyasî gücünü fiziksel zorlamaya başvurmadan tebasına kabul ettirir. Bu devlette herhangi bir toplumsal sözleşme değil, ataerkil güç üzerine kurulu sadakat ve bağlılık temel alınır. Sultani devlet dağılmamak ve varlığını sürdürebilmek için tebanın sultana bu bağlılığını ve sadakatini devam ettirmek zorundadır. Bu da örf ile sağlanır. Tebanın sultana karşı yükümlülükleri, sultanı her durumda maddi manevi destekleme zorunluluğu örf adı altında meşrûlaşır. Ayrıca sultan “halkın babası” (landesvater) olarak görülür. Efsaneler böyle kurulur. Sultan ve tebası arasındaki ilişki, baba ve çocukları arasındaki otoriter ilişkiden farksızdır. Yalnız bu tarz ataerkil bir bağ kurmak, sultana da bazı yükümlülükler getirir. Sultan tebasının güvenliğini sağlamak, onlara insanca davranmak ve ekonomik sömürülerine insanca bir sınırlama getirmek zorundadır. Kısaca Weber’e göre sultani devleti yaşatan örf ve çeşitli dinî öğretilerle de güçlenen sultanın kişisine duyulan atasal saygıdır.[42]

Osmanlı İmparatorluğu da ataerkil bir sultanizmin özelliklerini gösterir. Osmanlı’daki hisba geleneği, sultanın tebasının atası olduğu ve onların refahlarını sağlamakla yükümlü olduğu inancından kaynaklanmıştır. Şerif Mardin’e göre Osmanlı’da devletin ekonomiyi devamlı kontrol altında tutması ve bağımsız bir serbest pazarın oluşumunu engellemesi hem merkezî otoriteden bağımsız bir güç oluşumunu engelleme, hem de bu hisba geleneğini sürdürme amacı taşıyordu.[43] Halil İnalcık da, Osmanlı’da kökeni Kutadgu Bilig’e kadar uzanan bir adalet anlayışı olduğunu söyler. Bu adalet anlayışı tebayı otoritenin haksız sömürüsünden ve gayrımeşrû vergilendirmesinden korur. Hükümdarın, kendisine sadık kalınmasını sağlamak ve otoritesini korumak için bu adalet anlayışına sadık kalması gerekir. Bu da ancak töre veya yasanın hükümdar tarafından tarafsız uygulanmasıyla olur.[44]

Yine Şerif Mardin’e göre Osmanlı’da meşrûiyeti hükümdar (sultan) temsil eder. Bütün devlet mekanizması tek otorite kaynağı sultan ve ona bağlı sultani bir bürokrasi üzerine kuruludur. Sultani yönetim, herhangi bir kümelenmeye göz yumduğu anda kolayca yara alabilir; bu yüzden bütün çabalarını topluluk üzerindeki denetimini korumaya çevirmiştir. Rejimin parolası, sosyal hareketleri denetim altında tutmak, sosyal kümeleri izlemek ve topluluğa sürekli olarak düzen vermektir.

Bunu yapmanın bir yolu da bir çeşit onur mekanizması yaratmaktır. Sultanına kul olmak onursuzluk değil, çok aranılan bir özellik olan vefadır. Kişinin onuru pirinin gücüne, bağlıdır. Tek güvence, kurulmuş olan insan ilişkilerine uyulmasına, “padişahın”, “pir”in ya da “büyük”ün, “küçük”ü koruma ilkesini bağlayıcı saymasına bağlıdır.[45] Tarihçi Albert Lybyer de sultanın otoritesindeki mutlakiyetçiliğin hem büyük bir güç hem de tehlike unsuru olduğunu söylüyor: “Sistemi iyi yönetebilmek neredeyse insanüstü bir akıl ve zeka gerektiriyordu. Sultan kölelerin tanrısı gibiydi ve iktidarını akıllı ve adil bir biçimde yürütebilmek için tanrının her yerde hazır ve nazırlığına, tanrının bağışlayıcı ve hoşgörücü niteliğine sahip olmalıydı.”[46] Lybyer’e göre sultan şeriatın tefsircisi ve dinin hamisi durumunda idi. Bu yüzden Allah ve Peygamber’den sonra ona mutlak itaat gösterilmesi gerekiyordu. Sultan böylesine üstün durumda olunca, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki bütün büyük kurumlar, halkın iradesine uygun olarak tabandan kurulmuyor, en tepede Tanrı’nın görevlendirdiği hükümdar tarafından belirleniyordu. Lybyer bu sistemin sürebilmesinde din kadar törelerin de büyük bir etkisi olduğunu ve tutucu bir halkın yerleşik gelenek ve törelerin sultanı bile kısıtlayabilecek boyutta olduğunu söylüyor.[47] Örneğin, Halil İnalcık’ın belirttiğine göre, eğer bir sultan halkın gözünde popülerliğini yitirirse, hakkında derhal şeriat yasalarına uymadığı, içki içtiği vb. dedikodular çıkarılabiliyordu. Bu yüzden sultanlar cuma namazlarını asla kaçırmamaya ve şeyh ve dervişlerle iyi geçinmeye özen gösteriyorlardı.[48] Yine Lybyer’e göre dünyadaki halkların çok azı Osmanlı halkı kadar törelerin etkisinde kalmıştır. Karşı konulamayacak bir otorite tarafından değiştirilmedikçe her şey hep aynı doğruluğuna inanılan biçimde yapılır.[49] Öte yandan, bu törelere bağlılık dışında, İnalcık’ın belirttiğine göre sultan çoban, halksa bu çobanın sürüsü olarak kabul edilirdi. Bu eski İran’da Prens’e Öğütler (Mirror for Princes) edebiyatındaki Tanrı tarafından hükümdara emanet edilmiş sürü metaforuna dayanıyordu. Osmanlı sultanları da diğer bütün İslâmî hükümdarlar gibi, Müslüman olsun olmasın bütün tebalarını tanrı tarafından onlara emanet edilmiş reaya yani “sürü” olarak kabul ediyorlardı. Sultanın görevi bu “sürü”yü Tanrı’nın emrettiği gibi şeriat yasalarına uygun olarak “gütmekti”.[50]

Osmanlı’daki bu sultani gelenek, devletin başını tanrısallaştırarak ona sorgusuz sualsiz boyun eğme ve bu boyun eğmeyi töreselleştirme geleneği, Cumhuriyet Türkiye’sinde Mustafa Kemal kültüne ve Kemalist rehber-şef anlayışına ne kadar verimli bir zemin hazırlandığını gösterir... Muhakkak ki Kemalizmin bu kültü ve efsaneyi bu verimli zemin üzerine inşâ edebilmek için kullandığı bir yöntem vardı. Şimdi bu yöntemi inceleyelim.

2) Yöntem: Emel ve Fikirlerin Teşhis Ettirilmesi: Mustafa Kemal’in uzun yıllar savaşmaktan bitap düşmüş bir halka liderlik yapabilecek biricik insan olduğuna hiç şüphesi yoktu. Carlyle’ın tasvir ettiği “yıldızlar gibi parlayan büyük adam”ın kendisi olduğuna inanıyordu. Daha önce de belirtildiği gibi Mustafa Kemal’in diğer yüksek rütbeli subayların arasından sıyrılabilmesinin en önemli nedenlerinden biri bu kendine inancıydı. Ancak Mustafa Kemal ne kadar kendisine güvenirse güvensin halkın Mustafa Kemal’i bir kahraman, rehber-şef ve en nihayetinde de bir tanrı olarak kabul edebilmesi için Mustafa Kemal’in kendine inancı yeterli olamazdı. Halkın da bir şekilde buna inanması, bir Mustafa Kemal destanı yazılması gerekiyordu.

Kemalist ideolojinin en baş dayanağı bu kahramanlık destanı ve Mustafa Kemal üzerine kurulu kişi kültü olmuştur. Selahattin Demirkıran, Bir Milletin Yarattığı Lider adlı kitabında Kemalizmin Mustafa Kemal’in adına izafetle kurulan bir felsefe olduğunu söyler: “Kemalizm ilk tohumlarını Mustafa Kemal’in yüksek şahsiyetinden almıştır. Bu büyük şahsiyetin en temel vasıfları şöyledir: 1) Mustafa Kemal kendi kendini yaratan adamdır, 2) Bir kahraman, bir büyük kumandan, bir büyük kurtarıcıdır, 3) Dünyanın en ağır şartları altında Türk milletini ölümlerden kurtarıp, yeni bağımsız demokratik, Cumhuriyetçi bir devlet kurmuş ve böylece diğer sömürge milletlere de bu yolda rehberlik etmiştir...”[51]

Görülüyor ki “Mustafa Kemal’in adına izafetle kurulan” Kemalizmin yerleşebilmesi ve yaşayabilmesi için Kurtuluş Savaşımızın (yeniden) yorumlanması, halkın içinde bulunduğu şartların halka (yeniden) anlatılması ve bu suretle “Büyük Kurtarıcı Atatürk” efsanesinin yazılması gerekiyordu. Halkta yeni bir psikoloji yaratılmalı ve bu psikolojiye uygun inançlar yerleştirilmeliydi. Mustafa Kemal için bu yeni bir konu değildi. Daha 1913’te yazdığı Zabit ve Kumandanla Hasbihal’de insanlarda inanç yaratmanın önemini kavramış olduğunu gösteriyordu: “İnsanları istediği gibi kullanan kuvvet, fikirler ve onları görüp gösteren, yayan kimselerdir. Fikirlerin özelliği de hiçbir direnmenin bozamayacağı kesin bir biçimle kendi kendisini kabul ettirmektir. Bu ise, fikrin yavaş yavaş duygu haline geçmesi, bir inanç halini alması ile mümkündür. Böyle olduktan sonradır ki onu sarsmak için bütün başka mantıkların, başka muhakemelerin hükmü olamaz.”[52]

Mustafa Kemal efsanesini yaratan inançların iki türlü olduğunu söyleyebiliriz:

1) Türk milletinin Kurtuluş Savaşı’na girdiğine ölmek üzere olduğu ve Mustafa Kemal’in onu kurtardığı inancı özellikle resmî tarih yazımının başlamasıyla -ki bu tarihi “Nutuk”un okunduğu 1927 olarak alabiliriz- yayılmaya başlamıştır. Mahmut Esad Bozkurt, Nutuk’u şöyle tanımlar: “Türk şefin nutku o eserdir ki günün birinde milletlerden birisi, istiklalini, hürriyetini, bütün varlığını kaybetmek tehlikesine maruz kalsa, hattâ kaybetse bile bunların nasıl kurtulacağını öğreten bir düstur, gösteren bir formüldür.”[53] Mustafa Kemal, Nutuk’un sonundaki gençliğe hitabesinde Kurtuluş Savaşı’na girişildiğinde “ahval ve şeraitin” ne kadar “namüsait” olduğunu bize anlatır: “... Cebren ve hile ile vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir...” Bu örnekleri Nutuk dışında da bulmamız mümkündür. Resmî ideoloji yerleştikten sonra edebiyatımızda, memleketin Kurtuluş Savaşı’ndaki içler acısı halini betimlerken, bir yandan da onu kurtaran kahramana binbir övgü yağdıran eserlere kolaylıkla rastlamak mümkün olmuştur. Örneğin Yakup Kadri 1946’da yazdığı Atatürk adlı monografide şöyle demektedir: “... O’nun yaptığı Türk milletini bir uzun uykudan uyandırmak, bir çetin faaliyete itiş hareketidir. O, kalk borusunu çalmış ve bu millet hiçbir ittifaka, hiçbir yardıma dayanmaksızın kendini mutlak bir ölümden kurtarmıştır.”[54] Bir başka Cumhuriyet dönemi yazarı Yaşar Nabi de Atatürk Yolu isimli kitabında şunları söyler: “... kurtuluş yolunu Türk ulusuna Atatürk açmıştır. Önce ülkemizi sömürgeleri arasına sokmaya kalkışan emperyalizme karşı kazandığı eşsiz zaferiyle, sonra da, böyle bir sömürgeleşmeyi önlemek için, ulusunu ortaçağlık uykusundan silkip ayağa kaldırmak üzere giriştiği zamanına göre akılları durduracak kadar cesur devrimleriyle... Bu yurdu kaç kere uçurumun ta dibine gelmişken kurtaran Yüce Atatürk bizimle beraberdir. Büyük bir tehlike anında gene yardımımıza koşar, kurtarır bizi. Kurtarmasına kurtarır ya, ölümünden bunca yıl sonra bu kadar okumuş evladı yetişmişken, gene ona muhtaç olmak ağır geliyor insana. Ama biliyoruz ki o bizim kusurumuza bakmaz, dara düstük mü gene yetişir kurtarır bizi...”[55]

Yaşar Nabi’de de, Yakup Kadri’deki “uykudan uyandırmak, uçurumun dibinden kurtarmak, vatanı milleti yeniden yaratmak” v.b. temalar yinelenmektedir. Görülüyor ki Mustafa Kemal’in yüceltilmesinde, İstiklal Savaşımıza başladığımız günlerde vatanın ve milletin ölüm döşeğinde olduğu ve Mustafa Kemal’in bizi bu ölümden kurtardığı fikri çok etkili olmuştur. Bu inancın resmî tarih yazımıyla beraber Kemalist bir söylem olarak sonradan yerleştirildiği, Kurtuluş Savaşı ve hemen sonrasında yazılmış anı, makale, şiir vb. incelenerek de ortaya konabilir. Bu tarihlerde sonradan iddia edildiği gibi, büyük bir karamsarlık, perişanlık ve acz söz konusu değildir. Örneğin Y. Kadri, 1920-22 yılları arasında yazdığı makaleleri topladığı Ergenekon adlı kitabında şöyle demektedir: “... Kötümser olmakta bir fayda var mıdır? Harb sırasında kötümser olanlar defaitiste, yani bozguncu olarak kurşuna dizilirler... Biz bilmeliyiz ki hayır da şer de bize ancak kendi kendimizden gelebilir. İşte bu güven ve bu iman bizim için en büyük zırh, sığınacağımız en son kaledir... Buna inanmayanlar acaba neye inanırlar?”[56] Yakup Kadri İkdam gazetesinde yazdığı bir başka makalede de şöyle der: “... Öteden beri hukukumuzu müdafaadan geri durmayan bir Fransız gazetesi bundan 1, 2 ay önce diyordu ki, Türklere yeniden silaha sarıldıkları için neden kızmalı? onlar bizzat bizim ortaya attığımız milliyet ve adalet düsturlarının yeryüzünde biricik müdafii değil midirler?

Türkler, Garp milletlerinde bir türlü fiil haline gelemeyen bu ahlâk kanunlarının biricik icra kuvveti olmakla iftihar ederler. Bu uğraşıdan yenilmiş olarak çıksak bile gam yemeyeceğiz. Çünkü bizim mağlubiyetimiz hak ve adaletin mağlubiyeti olacaktır. Yani cihanda iyilik ve doğruluk diye ne varsa göçüp gidecektir... Yeryüzünde hak tarafından peygamberlikle gelmiş insanlar olduğu gibi peygamber milletler de vardır. Türkler de peygamber bir milletdir.”[57]

Yakup Kadri’nin İkdam gazetesinde yazdığı bu yazılarında 1946’da kullandığı “uzun bir uykuda olmak”, “ölüm döşeğinde bulunmak” gibi ifadelerden eser bulunmadığı gibi, Mustafa Kemal’in de adı geçmemektedir.

Ruşen Eşref (Ünaydın) de 1921’de Hakimiyet-i Milliye’de yazdığı bir yazısında benzer bir iyimserlik ve gururla konuşmaktadır: “.... Dört yıl itilaf devletlerinin arkasında soytarı taklaları atan maskara düşman önümüze saldırmayı şimdiki krallığının tırıl tarihine zafer kaydetmek için fırsat sanıyordu. Oysa şimdi küstah yüzünde iki İnönü şamarının kızarıklığı duruyor. Ankara yolunun ne uçsuz bucaksız olduğunu artık sezmiş olsa gerektir. Fakat ne yapsın; parasını verdiler; bir daha başvuracak... Bununla beraber, diyebilirim ki, Allah o düşmanı Türk’ün şanına vesile etmiştir. Rum tefkurları olmasaydı tarihin Osman Gazi faslı bu kadar parlak kalır mı idi? Meğer Bizans ezelden Fatih’in şaşaasına mevcut ve mukaddermiş...”[58]

Ruşen Eşref 3 Ağustos’ta da şöyle yazmaktadır:

“... Kesin muharebeyi Türk’ün manevi kudreti kazanacaktır. Türkteki bu kuvvet, iki sal ile Rumeli yakasını aşan, karada gemi yürüten, Amsterdam’daki yüce ağaçlara ismini hakkeden, Plevne, Şıpka, Çatalca ve Çanakkale’den bu ölmez manevi kuvvet şaheserlerinden kalma ananevi mirastır.”[59]

Ruşen Eşref’in yazılarında zafer inancı tamdır. Ayrıca kazanılmasına kesin olarak bakılan zaferi herhangi bir büyük kahramana değil, Türk milletinin ananevi mirası olan manevi kuvvetine dayandırmaktadır. Oysa aynı Ruşen Eşref Ünaydın, 33 sene sonra Türk Dil Kurumu’nun 7. Kurultayı’nda şöyle konuşmaktadır: “... O’nun yabancılar tarafından kırılan milli nefis izzetinin onarılmasından, milletinin ezilmezliğini dünyaya tanıtmaktan başka yaşama şartı ve rütbe kademesi yoktur... Bizleri bağımsızlaştırana bağlanalım... Şair’in dediği gibi bizler de diyelim ki: Esir-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esaretten! Böylece O’na hayranlığımızı bir daha belirtelim. Çünkü o bir yeni adamdı. Hürriyetin, istiklalin aşığı, savaşçısı, davacısı ve timsali adam!.. O bize yeni bir çağır açmağa, yeni bir çağ yaratmaya gelmişti... O nurun ta kendisi idi...”[60]

Kemalist ideoloji tarafından halkta yerleştirilmeye çalışılan bir diğer inanç da Türk ulusunun Batı medeniyeti karşısında aşağılandığı inancıydı. Türk ulusu var gücüyle bu medeniyeti yakalamaya çalışmalı ve ondan aşağı olmadığını kanıtlamalı idi. Mustafa Kemal pek çok konuşmasında bu düşünceyi dile getirmiştir: “... Türk milletinin, medeni hayatı içtimaiyeden, zihniyet itibariyle de hiçbir farkı olmadığını göstermek bir lazime idi...”[61] “... Millet, beynelmilel umumî mücadele sahasında sebebi hayat ve sebebi kuvvet olarak iklim ve vasıtanın ancak muasır medeniyette bulunabileceğini, bir hakikati sabite olarak umde ittihaz eylemiştir...”[62] Böyle bir “hakikat” var mıdır? Varsa kime göre bu bir “hakikat”tır? Bu “hakikatı” gerçekte “umde ittihaz eylemiş” olan acaba Türk milleti mi yoksa Mustafa Kemal’in kendisi midir? Bize göre bu “hakikat” Mustafa Kemal’in hakikatidir, ama halka “kendi fikri ve emeli” olarak teşhis ettirilmeye çalışılmaktadır.

Ruşen Eşref Ünaydın, Mustafa Kemal’in Türk Tarih Kurumu’nu yaratırken şu düşüncelerde olduğunu söyler: “... Türk’ün cihan medeniyeti içerisindeki yerini eyice belirterek, onu sadece bir sülale aşireti, bir aşiret kolu sanılmaktan; onu Asya steplerinde gömülü kalmış; Avrupa’ya sonradan girmiş bir yabancı, bir ‘intrus’, bir ‘arriviste’, bir geç gelme sayılmaktan kurtarmak...”[63] Bu düşüncelerde açıkça bir aşağılık kompleksi ve bu kompleksi “Batıya kendimizi kanıtlayarak” giderme anlayışı hâkimdir. Bu kompleksin, daha evvel Ruşen Eşref ve Yakup Kadri’den yapılan alıntılardan da görülebileceği gibi, resmî tarih yazımı başlayana dek Türk aydınında hakim olmadığı söylenebilir.

Mustafa Kemal’in bu “çabası” ileriki yıllarda aydınlar arasında yankısını bulmuş ve onun liderliğini pekiştirmiştir. 1946’da Yakup Kadri, Mustafa Kemal’in “milletinin ruhunu avucunun içi gibi bildiğini” söyledikten sonra şöyle der: “... Bunu elde etmedikçe, yani Türk milleti muasır medeniyet aleminin ilim ve irfan sahasında yeni bir Dumlupınar Zaferi kazanmadıkça, medeni milletler hiyerarşisindeki yüksek makamına geçemeyecektir. Daima madun muamelesi görecektir... İşte Atatürk’ün buna tahammülü yoktu. Asaletini, faziletini, ahlâkını, zekâsını, kabiliyetini ve enerjisini diğer bütün milletlerin manevi kıymetlerinden üstün bildiği Türk milletinin birinci derecede büyük devletler sırasında yer tutamayışını ancak bir haksızlığa atfediyordu...”[64] Oysa Yakup Kadri ve Ruşen Eşref’in 1920-22 yılları arasında yazdıkları makalelerde Batı karşısında herhangi bir ezikliğe rastlamak mümkün değildir. İstiklal Marşımızın şairi Mehmed Akif Ersoy da Batı medeniyetini “Tek Dişi Kalmış Canavar” olarak betimlemiş ve bu şiir İstiklal Marşımızın güftesi olarak kabul edilmiştir. Esasen Kurtuluş Savaşımız boyunca Batı medeniyeti halk tarafından “maddi manevi bütün kuvvetleriyle Müslümanlık alemine tecavüz eden hıristiyan alemi”[65] olarak algılanmıştır. Herhangi bir öykünme ya da aşağılık duygusu -bir kısım İstanbullu Batı hayranı hariç- söz konusu değildir. Bu aşağılık duygusu ve bunu yenme gereksiniminin yayılması Kemalist kadrolar tarafından gerçekleştirilmiştir. Böylece Mustafa Kemal kültünün 2. ayağı “milletinin ruhunu avucunun içi gibi bilen, ondaki aşağılık duygusunu sezen ve gidermeye çalışan önder” imgesi yerleşmiştir. Şevket Süreyya Aydemir Tek Adam adlı kitabında şöyle demektedir: “O, nesillerin noksanını hissetmiş ve onu tamamlamaya çalışılmıştır. Bu yolda yapmaya çalıştığı, hattâ başardığı en güçlü savaş ise, ‘toplumu aşağılık duygusundan temizlemek ve kurtarmak savaşı’ olmuştur. Hele aydınları, Batı karşısında daima aşağılık duygusu içinde yaşamış bir ülkede bu öyle bir çaba ve mücadeledir ki, eğer Atatürk başka hiçbir şey yapmasaydı, sadece bu başarısı ile gene bir lider, bir kahraman olur kalırdı... O, sanki bir ruh hekimi gibi, içinde yaşadığı cemiyet fertlerinde gördüğü bir kısım aşağılık duygu veya komplekslerini söz ve hareketleriyle tedavi ediyordu. Ama o, her şeyden önce milletinin asil seciyesi üzerinde durmuş, milletinin ruhundaki asaleti anlamıştı.”[66]

Görülüyordu ki Mustafa Kemal özde var olmayan aşağılık duygusundan milletini kurtardığı(!) için yüceltilmektedir. “İnsanlar, ancak fikir ve emelleri teşhis ettirilerek sevk ve idare olunabilir.” Mustafa Kemal’in 1913’te yazdığı bu cümle çok anlamlıdır. Kemalist ideolojinin ve Türk tarih tezine dayandığı temeli özetler.

SONUÇ

Bu yazıda Mustafa Kemal üzerine kurulu kişi kültünün toplumsal ve ruhbilimsel temelleri üzerinde bazı fikirler geliştirilmeye çalışıldı. Bu fikirleri geliştirmek kült oluşumunun değişik boyutlarına bakmadan mümkün değildir. Kişiyi putlaştırmanın hem ruhbilimsel, hem toplumsal hem de ideolojik boyutları vardır. Bu çalışmada daha ziyade yetkeci kişiliğin oluşumu, Mustafa Kemal’in kendi psikolojisi, Carlyle idealizmi ve faşizmin liderlik anlayışı, Sultani gelenek ile belli başlı bazı Kemalist yazar-ideologların Kurtuluş Savaşı öncesi ve sonrasında farklı biçimde dile getirdikleri bağımsızlık sorunu ve lider faktörü üzerinde durmaya çalıştık. Kültün ideolojik boyutunun bir tür sınıf analizini de gerektireceği ve bu analizin etken 20. yüzyıl Türkiye toplumu için oldukça karmaşık olduğunu gözönüne alarak bu yazının kapsamına doğrudan almadık...

(*) Bu çalışmaya katkılarından dolayı Doç.Dr. Taha Parla’ya teşekkür ederim.

[1]Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış, çev. Şemsa Yeğin (İstanbul: Payel Yayınevi, 1988), s.118.

[2]Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, 4. baskı (Ankara: Remzi Kitabevi, 1971, s.12.

[3]A.g.y., s.18.

[4]Selahattin Demirkıran, Bir Milletin Yarattığı Lider (İstanbul: Belge Yayınları, 1972), s.101.

[5]Karaosmanoğlu, Atatürk, s. 28.

[6]Munir Uras, “Her Koşun Bu ‘O’dur”, Atatürk’e Ait Hatıralar, Ahmet Hidayet Reel (ed.), (İstanbul: Cumhuriyet Matbaası, 1949) s. 117-118.

[7]Fromm, Özgürlükten Kaçış, s. 31-33.

[8]R. Money-Kyrle, “Some Aspects of State and Culture in Germany”, Psycho-Analysis and Culture, Wilbur and Muensterberger (ed.), 2. baskı (New York: International Universities Press, 1965), s. 280-295.

[9]Vamik Volkan ve Norman Itzkowitz, The Immortal Ataturk (University of Chicago Press, 1984), s. 14-15.

[10]Sigmund Freud, Group Psychology and The Analysis of the Ego, 5. baskı (New York: Bantam Books Inc., 1965), s. 6-11.

[11]Demirkıran, Bir Milletin Yarattığı Lider, s. 566-67.

[12]Freud, Group Psychology and The Analysis of The Ego, s.52.

[13]Karaosmanoğlu, Atatürk, s.28.

[14]Freud, Group Psychology and The Analysis of The Ego, s. 60.

[15]Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali (İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1940), s. 100-101.

[16]Sigmund Freud, Totem ve Tabu, çev. Niyazi Berkes (Ankara: Remzi Kitabevi, 1971), s.204.

[17]A.g.y., s. 208.

[18]Volkan ve Itzkowitz, The Immortal Ataturk, s.152.

[19]Paul Roazen, Freud: Political and Social Thought (New York: Alfred A. Knopf Inc., 1970), s. 240-41.

[20]Vamik Volkan ve Norman Itakowitz, The Immortal Ataturk (University of Chicago Press, 1984), s. 141.

[21]Sigmund Freud, Entroductory Lectures an Psycho-Analysis, Ed. by James Strachery (Londra: W.W. Norton Company, 1989), s. 513-520.

[22]Volkan ve Itzkowitz, The Immortal..., s. 26-28.

[23]Harold Armstrong, Bozkurt, çev: Peyami Safa (İstanbul: Sel Yayınevi, 1955), s. 13-15.

[24]Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, 4. baskı (Ankara: Remzi Kitabevi, 1971), s. 34.

[25]Falih Rıfkı Atay, Çankaya (İstanbul: Dünya Yayınları, 1961), s. 58.

[26]Armstrong, Bozkurt, s. 63.

[27]Volkan ve Itzkowitz, The Immortal..., s. 36, 37.

[28]Selahattin Demirkıran, Bir Milletin Yarattığı Lider (İstanbul: Belge Yayınları, 1972), s.57.

[29]Falih Rıfkı Atay, Babamız Atatürk (İstanbul: Doğan Kardeş Yay., 1955), s.8.

[30]A.g.y., s.132.

[31]Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, cilt 1 (İstanbul: İletişim Yay., 1991), s.54.

[32]Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması 1923-1931 (Ankara: Yurt Yayınları, 1981), s.329.

[33]Mahmut Esad Bozkurt, Atatürk İhtilali (İstanbul Üniv. Yay., 1940), s.128.

[34]Ernst Cassirer, Devlet Efsanesi, çev. Necla Fırat (Ankara: Remzi Kitabevi, 1984), s.199.

[35]A.g.y., s.200.

[36]A.g.y., s. 201.

[37]A.g.y., s.202.

[38]Mustafa Kemal Atatürk, Zabit ve Kumandanla Hasbihal, 4. baskı (Ankara: İş Bankası Yay., 1902), s. 26.

[39]A.g.y., s. X.

[40]Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış, çev. Şemsa Yeğin (İstanbul: Payel Yayınevi, 1988), s. 185.

[41]Taha Parla, Türkiye’de Siyasal... cilt 1, s.167.

[42]Max Weber, Economy and Society, c.3, Ed. by Guenther Eath, Claus Wittich (New York: Bedminister Press, 1968), s. 1010-1022.

[43]Şerif Mardin, “Power, Civil Society, and Culture in the Ottoman Empire”, Readings in Turkish Politics, Metin Heper (ed.) (İstanbul: Boğaziçi Üniv. Yay.), s. 25-28.

[44]Halil İnalcık, An Outline of Ottoman History (Londra: Trinity Press, 1973), s. 66.

[45]Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset Makaleler I, Tuncay Önder, Mümtazer Türköne (Ed.) (İstanbul: İletişim Yayınları, 1990), s. 179,184.

[46]Albert Howe Lybyer, Osmanlı İmparatorluğu’nun Yönetimi, çev. Seçkin Cılızoğlu (İstanbul: Süreç Yayınları, 1987), s. 53.

[47]A.g.y., s. 142.

[48]İnalcık, An Outline of... s. 99.

[49]Lybyer, Osmanlı İmparatorluğu’nun..., s.235.

[50]İnalcık, An Outline of... s.67.

[51]Demirkıran, Bir Milletin..., s.544.

[52]Atatürk, Zabit ve..., s.18.

[53]Bozkurt, Atatürk İhtilali, s.197.

[54]Karaosmanoğlu, Atatürk, s.80.

[55]Yaşar Nabi, Atatürk Yolu (İstanbul: Varlık Yay., 1966), s.32.a

[56]Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ergenekon (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1964), s.18.

[57]A.g.y., s.122.

[58]Ruşen Eşref Ünaydın, İstiklal Yolunda (Türk Tarih Kurumu Yay., 1960), s.13.

[59]A.g.y., s.16.

[60]Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk -Tarih ve Dil Kurumu Hatıraları (Türk Tarih Kurumu Yay., 1954), s.34.

[61]Parla, Türkiye’de Siyasal..., cilt 1, s.154.

[62]A.g.y., cilt 2, s.293.

[63]Ünaydın, Atatürk..., s.59.

[64]Karaosmanoğlu, atatürk, s.94.

[65]Demirkıran, Bir Milletin..., s.111.

[66]A.g.y., s.63.