'68: İkinci Eleme

“1968” veya “68”, değişik biçimlerde olsa da bütün dünyayı (Batı dünyasını değil sahiden bütün dünyayı) sararak ’60’ların ikinci yarısından ’70’lerin başlarına kadar tesiri altına alan muhalefet ve özgürlük hareketleri dalgasını simgeleştiren bir tarih. Hikâyeyi hatırlatmakla fazla uğraşmayacağım, daha çok ’68’in etkilerini, bıraktığı izleri tartışacağım. Önce ’68’i mitoslaştırarak kalıplayan, donduran bir natürmort olarak, sonra canlı veya canlandırılabilecek bir birikim olarak...

’68, özellikle 1970’ler/80’ler dönümünde Batı dünyasında sol muhalefet tarafından mitoslaştırıldı. Yeni Sağ’ın yükselişine karşı nostaljik bir istinat noktası arayışı, bunda önemli bir saikti. Ama daha önemlisi, barış hareketi, yeni toplumsal hareketler ve özellikle Yeşil hareket tarafından girilen yeni muhalefet rotasının ve başvurulan siyaset etme tarzının bir istinatgâhı olarak güncelleştirilmesiydi.

Burada bir “keşif”ten söz edilemez; zira bu güncelleştirmeyi yapanlar, esas itibariyle, 1968’den sonra da bir süre yürütmeye çalıştıkları yerleşik sosyalist/komünist siyaseti sorgulayan “68’liler”di ve on-onbeş yıla yayılan bu tecrübeleri bir süreklilik içinde algılıyorlardı.

Ne var ki ’68, “yarım kalmış devrim” sıfatıyla bir tecrübe kaynağı olmanın ötesinde, “çok kuvvetli olduğumuz eski güzel günler” diye yüceltildikçe, mitoslaştı. Mitoslaştırma, bir bilgi, imge, sezgi, duygu muhtevasıyla mesafeli, rasyonel, alışverişli ve aynı zamanda samimi bir ilişkiyi engellemeye birebirdir - öyle oldu. Daha beteri de oldu: ’68’in mitoslaştırılması, medya ve imaj çağına girmekte olan kapitalizmin bu taze dinamiği tarafından istismara ve tersine çevrilmeye fevkalâde müsait bir zemin sundu. Kapitalist kültür ve eğlence endüstrisi, ’68’i sulandırma işine epey yatırım yaptı. “Devrim” sözünün -keza mesela “radikal”in de- günübirlik heyecanlara, tüketim zevklerine, narsistik benlik imgelerine ve bunlara şâmil olmak üzere reklamlara hizmet eden fiyakalı bir ‘lâf’a indirgenmesi, bu yatırımın mahsûlüdür.

Tam da ’68’de bir profesyonel tüketici sınıfı olarak teşekkül etmeye başlamış bulunan şehirli gençliğin ‘isyankârlığının’, kılık-kıyafet ve müzik/sinema sanayiince dolaşıma sokulan edâlar yoluyla ‘temsil edilir’ hale gelmesi, bu ‘post-’68’ stratejinin önemli bir unsurudur. Geçen yıl gördük, Che imgesinin müptezelce istismarı, bu performansın ulaştığı son zirve oldu.

TÜRKİYE’DE ’68 MİTOSU

Türkiye’de ’68’in mitoslaştırılması, Batı’dakinden daha ‘verimsiz’ ve pervasız bir manzara arz etti. Bence bunun temel nedeni, Türkiye’nin de pekâlâ dünyadaki ’68 dalgasının bir parçası olmasına mukabil, solun ve muhalefetin, ’70’lerden ’80’lerin ortalarına kadar uzanan dönemde ’68 tecrübesi üstüne düşünmemiş, muhasebe çıkarmamış olmasıydı. Çünkü, genel dünya konjonktüründen farklı olarak, Türkiye’de sol muhalefet ’68 sonrasını bir yenilgi ve geri çekilme olarak değil, parlak bir yeniden yükseliş, hattâ bir devrimci durum tasavvuru içinde yaşamıştı. Bu şartlarda 1968, Türkiye solu için, hiç de özel surette hatırlanması ve üstüne kafa yorulması gerekmeyen bir duraktı sadece.

12 Eylül sonrasında da, ’70’lerin bile derli toplu, üretken ve paylaşımcı (grup sınırları içinde kalmayan) bir muhasebesini yapmaktan geri durulurken, ’68 tecrübesi üzerinde yoğunlaşılması hiç beklenmezdi. ’80’lerin sonlarına doğru, başka bir yol tutanlar oldu: ’70’lerin devrimci hareketine karşı ’68 devrimci hareketini yüceltmek - ve yine mitoslaştırmak. Bu son derece yüzeysel ’68 hayranlığı, ki bir kuşağın kendine-hayranlığıyla içiçe gelişiyordu, her şeyden evvel ’68 hareketi ile 70’li yılların hareketi arasındaki siyasal ve düşünsel bağları görmezden gelmeye davet ettiği için, saptırıcıydı. Dolayısıyla, ’70’ler tecrübesinin cesur bir muhasebesinden sarfınazar etmenin kolay bir yoluydu aslında. Bu ’68’cilik üslûbu, üstelik 1968’i “şerefli yenilgi” olarak melankolikleştirip bir “olmayacak iş” serüvenine benzettikçe, hâlâ ve bugün-burada bir şeyler yapmak isteyenlerin tepkisini çekti. Bu sefer de ’68 vakasının tahlilinden sarfınazar eden, “yorgun demokrat”lara yönelik bir bıçkın alaycılık tepkisi türedi buradan. Nostaljik böbürlenme ile bu alaycı küçümsemenin oluşturduğu ikilem, ’68 üstüne sağlıklı bir şekilde düşünmeyi iyiden iyiye zorlaştırdı.

Daha beteri de oldu. Sol içi ’68 muhasebesinin bir eksik teşebbüs olarak akîm kalması, ’68’in “zamanın ruhu” adına, sol dışından, ama sola nasihat vererek gûyâ-hayırhâh yorumlanışlarıyla titreşime geçince, çok ama çok antipatik sonuçlar yarattı. “Zamanın ruhu” adına gülüp söyleyenlerce, ’68’in 20. yıldönümü, 1988’de ve ona takaddüm eden yıllarda, hilekâr bir menkıbeleştirme havasında ‘kutlanmıştı’. Estirilen hava, “30’una kadar komünist olmayan budaladır, 30’undan sonra da komünist kalan budala!” diye vaaz eden o ünlü ortayaş/ortasınıf vecizesiyle özetlenebilir. Ertuğrul Özkök’ün Elveda Başkaldırı’sı (Afa, 1987), bu kutlamanın manifestosu olsa gerek: “Kaleyi içerden fethetmek isteyenlerin başkaldırıya değil kabullenmeye dayalı yeni ahlâkı... her şeyi kabullenerek de bir yerlere varılabileceği... yorgun bir yüzyılın sonunda başkaldırmadan da devrimci olunabileceği... çatışma değil, uzlaşma katsayılarına göre hesaplanmış bir tercih...” (agy., s. 180) Ertuğrul Özkök, bu çeşit ’68’ciliği devam ettirdi, hâlâ ettiriyor. Bu ’68’cilik tarzı, zaten ikbal kıdemi gelmiş bir kuşağın kendi kendini methetmesinden çok farklı bir şey değildir - prestijli bir kolejden mezun ve şimdi hepsi “bir yere gelmiş” devre arkadaşlarının okul zamanındaki haylazlıklarını anması gibi...

’68, Özkök vb.’lerine göre, tutkulu, atak ve -dağlara çıkmayı, devrim yapmayı haddinden fazla ciddiye alıp telef olmamışsa- başarıya mahkûm bir “insan türünün milâdı”dır. ’68 kuşağı, gençliğinde asiliğini yapmış, 30’undan sonra da, vâdesi geldiği üzere, başarıya, zenginliğe erişmiştir. Kendi hayatını sadece maddeten değil zevkçe-renkçe de zenginleştirirken, ülkenin de gözünü gönlünü açmış, ufkunu genişletmiş; böylelikle, başka bir yolla, kariyer ve “gusto” yoluyla, gençlik hedefine de ulaşmaktan geri kalmayarak Türkiye’de “devrim” yapmıştır. Böyle olunca, örneğin İlhan Kesici de bir “’68’li” oluverir. “En ’68’li” olarak kendini gören bu yupi ’68’ciliği,romantik” Deniz Gezmiş’i “acımasız rasyonel” Mahir Çayan’a yeğ tutmak gibisinden kıyas oyunları oynamayı da hak görür kendine.

Başta bu son andığımız muazzam sevimsiz çeşidi olmak üzere, nostaljik ’68’cilik tarzları bizi alıkoymasın. Bunların etrafını dolanıp soğukkanlı bir ’68 değerlendirmesi yapmak, daha doğrusu ’68’in artık 30 yılı bulan izlerinin bir değerlendirmesini yapmak, zorluğu ölçüsünde verimli ve zihin açıcı olacaktır.

GELENEKSEL SOLUN NEGATİF ’68 OKUMASI: NAFİLE BİR TUTARLILIK

Sosyalistler arasında ’68’in, bir kere bu güncel mitos ve karşı-mitoslara tepkiden kaynaklanan bir negatif okuması vardır. Salt bu tepkiselliğe bağlı olmayan, doğrudan doğruya ’68’in sol adına sahiplenilen temel özelliklerini sorgulayan bir geleneksel sol negatif okuma da vardır. Bu okumaya göre, ’68 hareketinin anti-otoriterliği, yerleşik bütün kurumlara karşı körüklediği şüphe, kendiliğindenliğe açtığı saha, doğrudan eylemciliği vb. özellikler, sosyalist birikimi sakatlayan, kolunu kanadını kıran sonuçlar doğurmuştur: inisyatiflerin, hedeflerin, eylemlerin bölük pörçükleşmesi; bunun sonucunda bütünlüklü bir siyasal stratejinin tasarlanmaz -buna gerek duyulmaz- olması; dolayısıyla iktidar perspektifinin kalmaması; sosyalizmin tarihsel hedeflerinin günlük ve keyfî-rastlantısal tepkilere (‘anti’ciliğe) indirgenmesi; sınıfın yerini, toplumsal-tarihsel bir yükümlülüğü olmayan “yeni toplumsal hareketler”in alması; hiçbir örgütsel ve ideolojik bağlayıcılığın kalmaması; anarşizmin ve ütopizmin yüzelli yıl önce kovuldukları sosyalizme geri dönmeleri...

Bu eleştiriler, geleneksel sol/sosyalizm bakış açısından tutarlıdır; gerçekten, ’68’i bu bakış açısına karşı savunmak pek anlamlı değildir. ’68’e atfedilen temel özelliklerin, geleneksel sol/sosyalizm bakış açısı korunarak, onunla tutarlı kalınarak ‘beğenilmesi’ gerçekten pek mümkün değildir.[1] Veya, bu negatif ’68 okumasının negatif bir okumasını yaparsak, şunu söyleyebiliriz: ’68 hareketi, gerçekten de geleneksel sosyalizmden farklı bir sosyalist siyaset arayışının kendini bir gereklilik olarak duyurmasıyla, “sosyalizmin bir dönemi”nin bitişiyle ilgili bir konaktır.

Bu erken uyarı resmî sosyalizm tarafından dikkate alınsaydı; hattâ bu, kapitalist sistemin ’68’in uyarısını ‘okuyup’ onu evcilleştirmesi ve soğurması ölçüsünde bile yapılsaydı, belki reel-sosyalist sistemin çöküşü ‘toplam sosyalizm’ açısından daha az yıpratıcı, daha verimkâr olabilirdi.[2] Bence bu gayet gerçekçi bir kehanettir.

Bunları söylemekle, ’68’i bizatihî geleneksel sola/sosyalizme karşı bir “program” veya “milâd” olarak almayı asla önermiyorum. Bu, en azından büyük bir kolaycılık olurdu. Her şeyden önce, mitoslaştırma tuzağına yaklaşmak olurdu. ’68’in en anlamlı ve verimli ‘kullanımının’, ona, “sosyalizmin bir döneminin kapandığı” ’80’ler/’90’lar dönümünün arefesi olarak bakmakla mümkün olacağını düşünüyorum. Bu da, ’68’i, onun sürdürücüsü olan, ’70’lerin tazelenmiş sosyalist ve yeni sol hareketleri ve onların yanısıra “yeni toplumsal hareketler”le süreklilikleri içinde ele almayı gerektirir. Bu yazıda bundan sonra bunu yapmaya çalışacağım. ’68’i bir yeni-başlangıcın milâdı olarak almak yerine; ’60’lardan 80’lere yayılan bir kesitte ‘sönümlenen’ sol/sosyalist hareketin bu gidişe karşı direnme, zaaflarını farkedip üstesinden gelme yönünde bir “hayat hamlesi” olarak alıyorum. Bu hamlenin ’70’lerden ’80’lere ve ’90’lara -bugüne!- uzanan süreçte doğurduğu bazı sonuçların muhasebesine bakmayı, nostaljik bir ’68 muhasebesinden daha anlamlı buluyorum.

DEVRİM VE ÖZNESİ

’68, “devrim” ve “devrimci özne” nâmına bir ‘bolluk’ devriydi: Devrim, -1917 gibi- bir daha yaşanması müşkül bir geçmiş zaman hâdisesi olmaktan çıkıp güncelleşti; devrimci özne adayları çoğaldı ve çeşitlendi. Bu bolluğun düşünsel dayanakları, bütünlüklü teorik programlardan ziyade, ilhamlardı. Fanon’un Cezayir bağımsızlık savaşı etrafında söyledikleri, yanısıra Latin Amerikalı devrimci hareketlerin ve tabiî Mao’nun ve Vietnam’ın etkisi; sömürgeleştirilmiş, tebâ statüsüne konmuş olanların, dünya düzeninin proleterleri sayılan Üçüncü Dünyalıların devrimin öznesi olarak düşünülmesine ilham vermişti. Başkalarının yanısıra özellikle Sartre’ın düşüncelerinden yayılan dalgalar, ‘niyeti’ olan herkese, iradesiyle kendi kendini devrimin öznesi kılmayı ilham etmişti. Marcuse’nin aslında biraz arkadan gelen ilhamı, refah devletinin toplumsal hoşnutluk çemberinden dışlananlara ya da öğrenciler gibi,[3] henüz toplumun “tek boyutlu insan” matrisine yerleşmemiş olanlara, devrim ruhsatı sağlamıştı. “Genç Marx”ın ve örneğin Ernst Bloch’un ilhamı, nesnel koşulların olumsuzluğundan değil, varılacak hedefin, özgürleşmenin olumluluğundan doğru tanımlanan bir devrimci özne anlayışını güçlendirmişti. Bütün bu ilhamların, çoğunlukla Marksizmin o zamana dek gayrıresmî kalmış yorumlarının kanavasına işlenen gevşek, eklektik ama yaratıcı bir örgüsü, ’68 devrimciliğinin düşünsel zeminini oluşturdu.Devrimci ve tarihsel özne olmanın, üretim ilişkilerinden ve maddî hayatın analizinden türetilecek bir mezuniyet ve memuriyet selâhiyeti olmadığı, temel kabuldü. Batı’da daha sonra Yeni Sol’u oluşturan veya anarşist eğilimli hareketler bu kabulü açıkça dillendirdiler - Doğu’da/Güney’de de, ortodoks sosyalist teoriyle iş gören hareketlerin de fikri değilse bile zikri bu merkezdeydi; ilmihâller, âcil devrim stratejilerine ruhsat vermeleri için eğilip bükülmekteydi.

Bu durum, kapitalizmin emek gücü ve yeniden-üretim öznesi olarak insanın varoluşuna yüklediği çelişki katmanlarının birincisi çoğullaştığı ve ‘dağıldığı’, ikincisi maddî sefalet boyutundan ‘manevî’ sefalet boyutuna kaydığı bir çağının -tabir caizse- ‘kendiliğinden eleştirel’ bilinciydi. ‘Maddî temeli’ belki sadece Batı dünyasında billurlaşmaya başlamış bir kendiliğinden bilinçti bu, fakat o maddî temelin kâmilen mevcudiyetine pek muhtaç olmadan da dünyaya yayıldı. Bugün, söz konusu maddî temel de dünyaya çok daha fazla yayılmış durumda.[4] Örneğin Türkiye’de yaklaşık on yıldır, “yeni toplumsal hareketler” başlığına uysun uymasın, toplumsal muhalefetin taşıyıcısı olarak bir yığın özgül mücadele alanının ortaya çıkmasıyla beliren ayrışma, sanıldığı gibi bir örgütsel ve ideolojik pusulasızlıktan değil -en azından, sadece ondan değil-, kapitalist modernliğin dinamiğinden kaynaklanıyor.

Tekrar “devrim” ve “özne” bolluğu konusuna geri dönersek...Devrimin bir saray darbesinden öte bir şey olduğunu -bazı- Marksistler hep söylemişlerdi. Fakat epeydir unutulmuş bu hakikate ’68’de yeni bir soluk üflendi. ’68’e dünya çapında hâkim olduğunu iddia edebileceğimiz şiar, meâlen şuydu: “devrim belirli bir hedefe dönük bir araç değildir, amacın kendisidir; devrimci hareketin bizzat kendisi devrimdir.” Bu devrimcilik tarzının bir cephesi de şuydu: ’68 hareketi, bütüncül ve ‘tek’ bir siyasal hedefe kilitlendiği örneklerde dahi, kapitalist egemenliğin, devletlû ve yerleşik sosyalizmlerin epeydir ihmal edegeldikleri bir yığın veçhesini mesele etti: sanatı, cinselliği, ruhsal/psişik ve manevî hayatı, gündelik hayat rutinini... Çin Kültür Devrimi’nin, yazık ki içindeki püritanist ve totaliter etmenler de kâh görmezden gelinip kâh tam tersine yüceltilerek, bütün dünya solunda yarattığı derin tesir, devrimci faaliyeti bir hattan bütün satha yayma ufkunu açmasından kaynaklanıyordu.

Toplumu değiştirmenin, siyasal devrime ertelenemeyecek bir kültürel devrimcilik kipi içermesi gerektiği bilincinin, geleneksel solun ’68 anlatısında vaz’edildiği gibi sadece Batı’ya özgü olmadığını önemle vurgulamak gerekir. Makro siyasal sorunların (başta emperyalizm) daha dolaysız ve çok yer kapladığı Üçüncü Dünya’da (ki kültürel devrimciliğin güçlü ilham kaynağı olan Çin Üçüncü Dünya’da ve Üçüncü Dünyacıydı!) veya Türkiye gibi ‘ara’ ülkelerde de, bu etkiyi görebiliriz. Türkiye’de örneğin “devrimci sanat” ve “devrimci ahlâk” gibi konulara ilginin doğuşu bir ’68 vakasıdır ve alabildiğine araçsallaştırılmalarına rağmen, örfen siyaset-dışı sayılan alanlarda küçümsenmeyecek bir arayış ve üretim ortaya çıkmıştır.

Velhâsıl yeni devrimcilik tarzının özü, siyasetin ayrı bir alan ve bir “iş” olarak yalıtıldığı yerleşik toplumda, farklı alanların özgüllükleri arasında bağ kuran ve her alana nüfuz eden bir siyasallık kurmaya çalışmasıydı. Muhasebemiz açısından sorun şu: ’68’de taze olan bu siyasal keşif, 70’lerin yenilgi atmosferi ve ‘olağan hayatın’ gücü karşısında heyecanından yitirerek rutinleşti. Hem düzenin ehlileştirici etkisiyle rutinleşti, hem de kendi kendisini rutinleştirdi. Bunun da sonucu, açıkçası tedricî apolitikleşmeydi. Eleştirel Teori’nin radikal izleyicileri Oskar Negt ve Alexander Kluge, tam da siyasetin hattan satha yayılması meselesinden hareketle, bu rutinleşmeyi/ehlileşmeyi “yarıyolda kalış” olarak tanımlıyorlar. Onlara göre ’68 hareketinin sınırlarını zorladığı özel-kamusal ayrımını dönüştürmekte yarıyolda kalışı (psikanaliz kavramlarına başvurarak “eski özel ilişkilerden aktarılan libido enerjisinin yeni ve görece istikrarlı nesne ilişkilerine raptedilemeyişi”, diyorlar), toparlanması hayli zor bir enkaz yaratmıştır: “Böyle yarıyolda kalmış bir huruç denemesini siyasal açıdan bir ara-ürün olarak tanımlayabiliriz. Böyle bir ara-üründe kritik olan nokta, onun maddî meta üretimindeki ara-mallar gibi zamanla ve iyileştirilmiş tesisatla nihâî ürüne dönüştürülemeyecek oluşudur. Zira geçen zamanda bu halin (yarıyolda kalma halinin-T.B.) tahammül edilemez ve çelişkili yanlarıyla ilgili çok kuvvetli duygu yükleri ve dirençler oluşmuştur - bunlar geriye, ara-ürünün kaynağına giden yolları kaparlar. Böylesi siyasal ara-ürünler, tıpkı yarıyolda kalmış reformlar gibi, siyasal değişimi önleyen aşı etkisi yaparlar. Özel ile siyasal arasında böylesi bir karışım oluştuğunda ve bu arada özel olan sahiden kamusallığa ve siyasallığa dönüşemediğinde, isyanın başlangıcındaki ayrılma/kopma enerjileri, ayrılma/kopma korkularına dönüşür.”[5]

’68’in mirasını sürdürmeye ve yenilemeye (ara-ürünleri nihayetine erdirmeye) çalışan sol/sosyalist akımlar, yeni toplumsal hareketlerle bağ kurarak bu heyecanı ve devrimci etkiyi tazelemeye yöneldiler. Başlangıçta böyle bir umudu yaşatan hamleleri görülse de (özellikle Almanya’da Yeşiller’in ilk döneminde), yeni toplumsal hareketler, bürokratikleşme, ‘meslekîleşme/uzmanlaşma’ gibi geleneksel siyaset alışkanlıklarına yakalandılar. Üstelik, siyasal alanda, post-Fordist -ve her nevi “post-...”- kapitalizmin, ‘eski’ toplumsal bütünlükleri ‘dağıtıp yeniden toplayan’ yapbozcu yapısına alışkanlık kazanılmasına yardım etmiş oldular. Bu süreçle ilgili toparlayıcı bir yorumu aktarayım: “Fordizmin krizi bağlamında ‘yeni toplumsal hareketler’ denilen hareketlerin ehemmiyeti şurada ortaya çıkar: emekçilerin (ücrete bağımlı olanların) Fordist sınıf uzlaşmasına eklemlenmesinin başarılmasından sonra bu toplum modelinin ideolojik, teorik ve pratik eleştirisini ve yeni toplumsallaşma biçimleri arayışını kararlılıkla sürükleyenler, bu hareketler oldular. Fordizmin krizi içinde ve bu kriz aracılığıyla ortaya çıkan toplumsal sonuçların onların tasavvurlarıyla pek az ilgisi vardır, yani muhtemelen kendi iradeleri hilâfına ‘postfordist’ kapitalizmin ebeliğini yapmışlardır ve bunun neticesinde de kendi hızlandırdıkları kriz ve yeniden yapılanma süreçlerinin bizzat kurbanı olmuşlardır.”[6]

Evet; ’68 sol/sosyalist hareket açısından “devrim” ve “özne” bahsinde bir devrim yaptı, fakat bunu yarım bıraktı. Muhasebenin bu kalemiyle ilgili, hâlâ tatminkâr çözümler ve tecrübeler üretilmiş değil. “İktidar”a ve siyasal güç oyununun “dar alanda tufan”ına kitlenmiş yerleşik siyaset erkânına mahkûm olmak, sol/sosyalist hareketi nicel ve nitel olarak daraltıyor. Buna karşılık özgül alanlarda kültürel dönüşüm hedefleyen mikro hareketlerin rutini, siyasallığın yayılması adına ‘buharlaşması’ riskini taşıyor. Şubeleştirici olmayan bir siyasal bütünlük, kendini özgül bağlamlar ve sorunların hakkını vererek yeniden üretebilen bir bütüncül perspektif nasıl kurulabilir? - Devamla: Bu perspektifin zemini ve âleti ne olabilir? Parti mi, başka bir şey mi? ’68’de geleneksel siyasal biçimler sorgulanmıştı: bildik merkeziyetçi partinin sorgulanması, bizzat parti biçiminin sorgulanmasına varmıştı (Almanya’da Yeşiller şimdi terk ettikleri “parti olmayan parti” şiarını akletmişlerdi). Türkiye’de ise örneğin, bugün ÖDP’nin hazmetmeye çalıştığı, parti-hareket ayrımı vardı. Ulus Baker, -partiden farklı olarak- “hareket”in bir direnişi dışavurmaya müsait olduğuna dikkat çekiyor: “insanları boyun eğdirmeye yönelik tüm tahakküm girişimlerine ‘karşı’ verdikleri cevaptan çok, bizzat bu tahakküm girişimlerine neden olan özelliklerinin toplamı direniştir.”[7] Harekete atfedilen dolayımsızlık ve ‘yıkıcılık’ ile partiye atfedilen kurucu/yapıcı karakter arasında bir ‘melezleme’ mümkün mü, anlamlı mı? Yazının sonunda bu sorular civarlarına geri döneceğiz.

ENTERNASYONALİZM

Sosyalizmin ölü bir sloganı olmaya yüz tutan enternasyonalizme kazandırdığı hayatiyet, ’68’in mümeyyiz vasıflarından biriydi. ’68 hareketi sahiden belki de ‘tüm zamanların’ en kuvvetli enternasyonalist cereyanını yaratmıştı. Çarpıcı olan şu ki, anti-kapitalist muhalefet, bünyevî olarak bir dünya sistemi olan kapitalizmden daha canlı bir uluslaraşırılık dinamiği kazanmıştı. Geç-kapitalizmin 80’ler/90’lar dönümünde “globalleşme” diye takdis edilen evresinin ilk sinyallerini ’68 muhalefetinin verdiği söylenebilir: bütün dünya “bir ve aynı yer” haline gelmiş gibi hissediliyordu ve bu hiç de -“globalleşme”ninki gibi- yanılsamalı bir tahayyül değildi. Dünyanın her yerindeki devrimci/özgürlükçü hareket, dünyanın başka her yerindeki devrimci/özgürlükçü hareketleri merak ediyor, onlarla ilgili bilgi topluyor ve hepsi hakkında her türlü ahkâmı kesme hakkını kendinde görüyordu. Bizatihî devrimci bir ‘ön alış’tı bu.

Bu bahsi ayrı bir altbaşlıkta ele almamın nedeni, ’68’in devamında dünya solunun özellikle de enternasyonalizm adına bir hayli kan kaybına, bozulmaya uğramış olmasının oluşturduğu paradoks. Bu bozulma, esas olarak, Doğu-Batı (veya Kuzey-Güney), Birinci Dünya-Üçüncü Dünya ekseninde gözlenebilir ve eksenin iki ucu da temiz değildir.

’68 bakiyesi ‘metropol’ solunun enternasyonalizme verdiği yeni anlamlar deyince unutulmaması gereken bir eğilim, uç ve ‘mükemmel’ örneğini (Baader-Meinhoff adıyla meşhur) Kızılordu Fraksiyonu’nun hükmî şahsında Almanya’da bulmuştu: emperyalist-kapitalist egemenlik zincirinin ancak çevre ülkelerden kırılabileceği, metropollerdeki devrimcilerin buralarda yapabileceğinin ise, Üçüncü Dünya’da başlayacak dünya karşı-devriminin cephe gerisinde gayrınizamî harp yürütmekten ibaret olduğu düşüncesine dayanan bir tedhiş stratejisiydi bu. Bir “dünya devrimci işbölümü” varsayan bu tasarım, ciddi bir özeleştirinin ardından bugün terk edilmiş bulunuyor. Bu akım, ‘askerî’ değerlendirmesini bir kenara bırakırsak, nafile bir Üçüncü Dünya yüceltisine yol açtı - buna bağlı olarak da Birinci Dünya-Üçüncü Dünya solcuları/sosyalistleri arasındaki potansiyel ortak gündemin alabildiğine indirgenmesine...

Batı dünyasında ’68 bakiyesi solda, Doğu/Güney/Üçüncü Dünya karşısında insancıl bir ilgiyle perdelenen bir ‘efendi’ duruşunun giderek yaygınlaştığını söyleyebiliriz. Hemen her Batılı sol grubun ve çevrenin özel ilgi ve sevgi besleyerek sıyanet ettiği ülkeler ve hareketler oldu - çıkarcı ya da samimî hislerle muhataplarından da büyük ölçüde kabul görerek... Nazizmin tarihsel mirasıyla başet(eme)me tecrübesinin yüklediği ‘üstün’ suçluluk duygularıyla yine Almanya solu, bu konuda trajikomik örnekler arz eder. Bizi yakından ilgilendiren bir örnek: bazı grupların Kürt millî hareketiyle ilişkilerinde sergiledikleri romantik ve sorgusuz-sualsiz meftunluk, son yıllarda bizzat Alman solu içinde de sert bir şekilde “başka bir ulusal topluluk adına milliyetçilik yapmak”la eleştirilmeye başladı. Keza bu eğilimdeki gruplar, Kürtleri “soylu vahşi” suretinde yüceltmekle, böylelikle Kürt millî hareketi içindeki ırkçılık veya şiddet gibi fenomenleri özgün bir kültürün özgün kuralları sayarak hiç sorgulamamakla, bir yandan da onların “yaban ama saf kültürleri”ni gelişkin bir bilincin taşıyıcıları sıfatıyla ‘sahiplenmekle’ eleştiriliyorlar. Böylesi uç örneklerde oryantalist bir havaya bürünen bu acaip sevme biçimi, kuşkusuz insanlık nâmına hayırlı sonuçlar doğurabilen yardım ve yataklıklara zemin hazırlıyor - bu da ’68’in mirası olan bir kazanımdır. Fakat bu ‘kazanımın’, eşdeğerler arasında olacak türden bir ilişkiye pek yer vermediği ortada. Yine örneğimize başvurursak: bugün enternasyonalist Almanya solcuları, çoğunlukla, Türkiyeli solcuların Türkiye ve Kürt sorunu hakkındaki düşünceleri dışındaki görüşlerini pek merak etmiyorlar - onları bu sorunların raportörleri olarak görüyorlar.

Doğu/Güney/Üçüncü Dünya ülkelerinin ’68 bakiyesi solunda ise, Lenin-öncesi bir anti-emperyalizm anlayışının elverdiği kolaycılığın revaç bulduğunu söyleyebiliriz. Emperyalizm, kapitalizmin dünya ölçeğinde içselleşmesini ifade eden anlamından uzaklaşarak, uluslararası politika ve güç dengelerini öne çıkartan bir parola olarak iş gördükçe; komplocu bakış ve en önemlisi milliyetçilik, ‘çevre’ ülkelerdeki sol/sosyalist hareketlerde kök saldı. Bu tahrifatın, Üçüncü Dünya’daki (ve ‘ara’ dünyadaki) solun siyasal reflekslerinin körelmesine, görüş ufkunun daralmasına ve düşünsel ataklığına ket vurulmasına yol açtığını ileri süreceğim. Batı solunun enternasyonalizmi yardım-yataklığa indirgeyerek meraksızlaşmasının simetrik karşıtı olarak, Üçüncü Dünya solu da enternasyonalizmi anti-emperyalist yakarıya ve ilenmeye dönüştürdü; Batı solu hakkında, reaksiyoner bir anti-emperyalizm, akademik bir oryantalizm eleştirisi ya da himaye bekleyen taşralı mağdur pozisyonu dışında bir yerden konuşmaz oldu.

Velhâsıl bugün sol adına eşdeğerlik ilişkisi temelinde bir enternasyonalizmden -daha iyisi uluslaraşırılıktan- söz etmek zor görünüyor. ’68’in terekesinin belki de en fazla çarçur edilen parçası enternasyonalizmdir.

SİSTEMİN TAHKİMATI

“’68’den sonra ne değişti/’68 neyi değiştirdi?” sorusuna verilmesi gereken cevaplardan biri şudur: sistemin gerek baskı aygıtında gerekse ‘sivil’ egemenlik ve tahakküm mekanizmalarında kayda değer bir gelişme oldu. Bu gelişme kuşkusuz salt ’68 muhalefetinin etkisine bağlanamaz. 1. Dünyada refah devleti vaadinin, Üçüncü Dünya’da ise kalkınma vaadinin ’70’lerde tıkanması, arkasından ’80’lerde girilen “post-...” -yeniden-yapılanma süreçleri, kapitalist sistemin rıza ve meşrûiyet sağlamaya dönük cihazlarını zaten elden geçirmesini gerektiriyordu. Ancak ’68 bu yeniden-yapılanmanın arefesinde bir erken uyarı işaretiydi - sistemin sahiden bunun kadrini bildiğini teslim etmeliyiz.

’68’deki muhalefet dalgası dünyanın dört yanında “otoriteyi zaafa düşüren” manzaralar yarattı ve devlet(ler) bundan çok ciddi biçimde rencide oldular. ’68’den sonra yine dünyanın her yanında devlet(ler)in güvenlik kuvvetlerinin hukuken ve fiziken teçhizatlandırıldığını görürüz. Bu teçhizatlanmanın esas saiki, az evvel değindiğim gibi, sistemin rıza ve meşrûiyet üretiminde zorlanma ihtimalinin yükseldiği bir evreye giriyor olmasıydı; fakat tam da içine girilen bu evrenin yol açtığı tedirginlikte ’68 tecrübesinin payı vardı. Dahası, güvenlik aygıtları, yeni çatışmalara ve gerginliklere basbayağı ’68’in rövanşını alma saikiyle hazırlandılar! Bu şartlarda, 70’li yıllarda ve sonrasında demokrasi şampiyonu Batılı liberal hukuk devletlerinin sistem karşıtı hareketlere muamelesi olağanüstü sert oldu. “Terörizm” mitosunun şişirilmesine paralel olarak olağanüstü hukukun çerçevesi genişledikçe genişledi.

Almanya, burada da iyi örnektir: ’68 sonrasında şiddeti tırmandırma ve kutuplaşma stratejisi izleyen Kızılordu Fraksiyonu bu işi gittikçe profesyonelleşen bir beceriyle yaparken, tenkilci ve intikamcı bir güdüyle hareket eden Federal Almanya Devleti de ‘fırsattan istifade’ devâsâ bir karşı-terör makinesi kurdu. Kızılordu Fraksiyonu’ndan bir grup, birkaç yıl önce bu stratejinin yol açtığı sonuçların muhasebesini yaparken şunları söylemişti: “...mücadelemizin, devletin faşist suratının yüzeye çıkmasına katkıda bulunduğu, bir vakıadır: tutsakların öldürülmesi, olağananüstü hal yasaları, ölü ele geçirmeler, Schleyer’in kaçırılmasından sonra öndegelen politikacıların idam cezalarının aleni infazını istemesi vb.... Ne var ki, bilinçli politik hedefimiz olan, bütün bunlara karşı geniş bir tepki hareketi oluşması, asla gerçekleşmedi. Tam tersine. Özellikle solun bazı kesimlerinde, olağanüstü hal yasalarının ve açık polis devletinin devreye girmesi, direnişten çok yılgınlığı beraberinde getirdi... Bu da şunu gösteriyor ki, bir devleti demokratik hukuk devleti vitrininin arkasındaki suratını açıkça göstermeye zorlamak, otomatik olarak buna karşı bir direniş gelişmesini getirmiyor. Doğrusu Nazi faşizmi döneminin tecrübelerinden de çıkarsayabilirdik bunu.”[8]

Türkiye’de de, ’68 tecrübesi, bekâ kaygısıyla belirlenen devlet aklına hâkim bulunan asayiş takıntısının iyice ‘abarmasına’ sebebiyet verdi. ’68 dönemi, beynelmilel anti-komünist soğuk savaş kalıpları üstüne işlenen “millî tehdit” kampanyalarının imge levazımatında hâlâ milâdî bir önem taşıyor: “masum öğrenci istekleriyle başlayan olaylar...” şablonu 30. yılında dehşet salmak için hâlâ sektirmeden kullanılıyor. Sistem, solun 70’lerdeki yükselmesi nedeniyle bir onyıl süren ’68’in izlerini öç ve “tedbir” yoluyla silmeye 1980’den beri çalışıyor - hiç bitmeyecekmişçesine canla başla yürütülen bir restorasyon uğraşı bu.

Özetle, bugün kapitalist sistemin bütün dünyalarında, ’68’dekinden çok daha ‘vahşi’ bir asayiş ve baskı aygıtı iş başında.

Bu gelişmenin diğer yüzünde, kapitalizmin gündelik nüfuz gücünde kaydettiği gelişme yer alıyor. Metalaşmanın, fetişleşmenin toplumsal ilişkilerde içselleşmesi ilerledi; gündelik hayatın ve onunla ilgili hayal ve tasavvur dünyasının ‘sömürgeleştirilmesinde’ büyük mesafe alındı. Özgül kullanım ve ilişki nesnelerini değişim değerine, somut/canlı emeği soyut/ölü emeğe indirgeme kapasitesinin artışıyla kendini giderek genişleyen bir alanda yeniden üreten kapitalizmin, kendisine karşıt/muhalif girişimleri -’68 gibi- uyarlama ve kendine uydurma gücü yüksek. Bu gelişme, ekonomi-dışı veya ekonomi-öncesi tabir edilen alanı temellük ediyor; bu da, kapitalist egemenliğin artan ölçüde politika-dışı bir görünüm ve işlerlik kazanması demektir. Bir başka deyişle, sistemin yeniden üretim ve meşrûiyet mekanizmaları politika diye tanımlanan alanın dışına kaçıyor; dolayısıyla bu mekanizmaları gerçekten politikleştirmek, politik olduklarını göstermek, çok daha yaygın bir enerji harcamayı gerektiriyor. Bir de, kapitalist işleyişin hıza dayalı rutini ve ‘parçalayıcılığı’ karşısında daha müteyakkız, daha ‘şuurlu’ ve daha duyarlı bir politik enerji - bunun için de başka alanlarla alışverişi, bağlantıları olabildiğince sıkı örülmüş bir politik enerji.

Burada slogan veya telgraf benzeri ifadelerle değinebildiğimiz bu süreç, ’68 bakiyesi muhalefeti, başka bir cephede, karşı-kültür devrimciliği cephesinde darboğaza sürükledi. Piyasa belirlenimli yerleşik kültürün karşıtlarını dahi kesip biçip eklemleyebilme, soğurabilme yeteneği, giderek onun dışında durmayı neredeyse imkânsız hale getirdi. Devrimci karşı-kültür girişimleri, marjinalleşmekten de beter, sistem tarafından içerilme veya ‘pop’laşma ağına yakalandılar. Kapitalist sistemin bağrında alternatif toplumsal ilişki adacıkları yaratma iddiasıyla yola çıkan girişimlerin dirençli olanları, başlangıç ideallerinden hayli gerileme pahasına ayakta kalabildiler - ve gerçekten alternatif ilişkiler kurmaktan ziyade, ‘bayrak göstermeye’ yaradıkları, bir karşı-kurum veya ‘başka türlü bir şey’ oluşturma iddiasının namusunu kurtardıkları söylenebilir.

Kapitalist sistemin ve yerleşik politik düzenin ’68’den ders çıkartarak yaptığı tahkimatın bize öğrettiği ders nedir, neticeten? Cebrî ve sivil egemenlik mekanizmalarının birlikte güçlenmesi, solda -yine çoğunlukla ’68’den mülhem- iktidar perspektifi ile karşı-kültür devrimciliği arasında anormal bir mesafenin açılmasıyla beraber gelişti. İktidar perspektifini odak alan hareketler, gerçek bir iktidar ihtimalinden gitgide uzaklaşırken, “sistemin kalbi” saydıkları hassas noktalardan/hedeflerden başka bir şey görmez oldular; karşı-kültür devrimciliğine yönelen hareketlerde ise, kendi işini iyi yapmaktan ötesini düşünmeyen kanaatkâr bir ‘profesyonel etik’ kendini göstermeye başladı. Sol, elbette abartarak uçlaştırdığım bu iki kutup arasında anlamlı bir gerilimden mahrum kalmış bulunuyor. Ben anlamlı gerilimi, biraz önce değindiğim gibi, politikayı hattan satha yayan çok odaklı karşı-kültür devrimciliği temelinde, özgül alanları bir şebekeye bağlayarak meseleler/gündemler üzerinde yoğunlaşmayı sağlayabilecek bir politik koordinasyon gibi tarif etmeye yatkınım. Bunu düşünürken saiklerim, çok çok kabaca, şunlar: kapitalist sistemin, ilerledikçe, etrafı çitlenmiş politika (parlamento ve devlet politikası) alanı içinden hiç değiştirilemez hale geldiğini düşünüyorum. Buna karşılık, devrimci bir dönüşüm için şart olan karşı-kültürcü gelişmenin, gerek alternatif bir yaşam bütünlüğü (ve bir kamusallık) tasarlamak için gerekse sistemin baskı aygıtının kabarması karşısında durmak için bir güç, bir yoğunluk oluşturması gerektiği ortada. Bu gücün, gerek zaten ölçek olarak başedemeyeceği için gerekse benzerini kurması halinde tahakkümü bizzat yeniden üreteceği için, mevcut güç makinesinden ‘başka türlü bir şey’ olması gerektiği de ortada. İktidar/güç ile karşı-kültür arasındaki gerilimi tasarlamanın başka türlüsü de mümkündür ve tartışmaya açıktır. Ama önce böyle bir gerilimin enerjisine yeniden kavuşmanın gerekliliğini vurgulamak gerekiyor.

Son bir değinme... Bu gerilimin aynısı olmayan, ama onun çağrıştırdığı, sosyalizmin geleneksel bir gerilimi veya kutuplaşması var: devrimcilik-reformizm. ’68, reformizme karşı devrimciliği bayraklaştırdı, arkasından, yatışma sürecinde reformizme kanallar açtı - sistem de bunu var gücüyle destekledi (’68’in sulandırılmasında kullanılan, “30’una kadar komünist olmayan, 30’undan sonra da komünist olan budaladır” vecizesini hatırlayalım). Devrimcilik-reformizm arasında anlamlı bir gerilimin kopması da ’68 ertesinin bir kaybıdır. Bu kutuplar arasında anlamlı bir gerilim de, eninde sonunda, güçlü bir devrimci harekete bağlıdır - “solun solunda” güçlü bir akım olmadığı zaman, sosyal demokrasinin ve orta-solun ‘cıvıtmada’ sınır tanımadığını biliyoruz. (Örneğin Avusturya Marksizmi akımı içinde kısa ve sınırlı bir ömrü olan “devrimci reformizm” kavramı ve politikası, keza “Üçbuçukuncu Enternasyonal”, söz konusu gerilimden enerji üretmeye dönük kayda değer bir denemeydi ve devrimci sosyalizmin kuvvetli zamanının ürünüydü.)

‘68’den kalanların ilk elemesi, bir “doğal seleksiyon”la oldu; kendi kendine gerçekleşti. O fırtınanın yatışmasından sonra, yeni rüzgârlar ekmek için ’70’lerden ’90’lara uzanan süreçte ’68 tecrübesinden devşirilerek oluşturulan değerler, dirençler, karşı-kurumlar, hayat tasarımları, büyük ölçüde böyleydi: ’68’i yaşamış olanların refleksiydi bu... ’68’in otuzuncu yılında, artık onu kendi hayatlarının doğal devamlılığı içinde düşünmeyen kuşakların doluştuğu bir dünyada, yeni bir eleme yapmanın zamanıdır. ’68’den kalanın ve “‘68’den kalan” adına oluşan birikimden kalanın bir elemesi... Dondurmamak, kalıplaştırmamak, mitoslarla sersemlememek için gerekli bir eleme...

[1]Bu konumdan mümkün olan azamî beğeniyi Metin Çulhaoğlu’nun Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’ndeki yorumunda bulabiliriz (5. cilt, s. 1533). Bu yoruma göre ’68 hereketi, orta sınıf karakterinden ve iktidar boyutunu içermeme zaafından arındırılması kaydıyla sosyalizm adına a posteriori (sonradan, arkasından) bir kazanıma dönüştürülebilir.

[2]Unutmamalı ki Doğu Avrupa’da da bir ’68 hareketi yaşanmıştı ve bu hareket tarafından resmî sosyalizmin kendi içinden pekâlâ hayırhâh eleştirileri yapılmıştı. Bu konuda bkz. Tanıl Bora, “Doğu Avrupa’da ’68”, Toplum ve Bilim 41 (Bahar 1988), s. 129-151.

[3]Geç-kapitalizmin ’68’de ucun ucun görünen yeni dünyasında üniversite, insanlara bütünlüklü bir bilgi müktesebatı, toplumda garantili bir yüksek ve saygın mevki temin etmekten uzaklaşmaya başlamıştı. ’68’deki öğrenci hareketi, bu bakımdan saikleri itibarıyla, 19. yüzyıldaki radikal zanaatkâr hareketlerine (ve 1848 devrimlerine) benzetilebilmiştir. Analojiyi abartmamak kaydıyla anlamlı bir yorum olduğunu düşünüyorum.

[4]Üstelik ‘manevî’ sefalet iyice kahredici hale gelir ve dünya sathına yayılırken, ‘maddî’ sefalet de, ’68 konjonktüründen farklı olarak, göreceli olarak hızla artma eğiliminde.

[5]Massverhältnisse des Politischen, Fischer, Frankfurt 1992, s.96.

[6]Devamının konumuzla ilgisi dolaylı ama önemli: “Bu da, kapitalizmin toplumsal süreçlerinin yönlendirici bir merkezi olmadığını, bu süreçlerin gelişmesinin çelişkili ve birbirine zıt eylemlerin sonucu olduğunu ve gerek aktörlerin gerekse onların eylem sahalarının toplumsal altüst oluşlarla birlikte radikal değişimlere uğradığını bir kez daha gösteriyor.” (Joachim Hirsch, Der nationale Wettbewerbsstaat, Edition ID-Archiv, Berlin 1995, s. 65).

[7]Birikim 103 (Kasım 1997), s. 36.

[8]Die Beute 1/96, s. 25-6.