“(...) söyleyin / aynada iskeletini / görmeye kadar varan kaç /
kaç kişi var şunun şurasında?
Gelin / bir pazarlık yapalım sizinle ey insanlar! / Bana kötü /
bana terk ettiğiniz düşüncelerinizi verin /o vazgeçtiğiniz günler, eski yanlışlarınız / ah, ne kadar aptalmışım dediğiniz zamanlar/ onları verin yakınmalarınızı /
artık gülmeye değer bulmadığınız şakalar / ben aştım onları dediğiniz ne varsa / bunda üzülecek ne var dediğiniz neyse onlar / boşa çıkmış çabalar, bozuk niyetleriniz / içinizde kırık dökük, yoksul yabansı /
verin bana / verin taammüden işlediğiniz suçları da/
Bedelinde biliyorum size çek / yazmam yakışık almaz / bunca kaybolmuş talan /
parayla ölçülür mü ya?/ (...)”
İsmet Özel
’68 üzerine yazmak/konuşmak, belki de ölçülebilir olandan daha az, sezilebilir ve duyulabilir olandan daha çok söz etmekle anlaşılabilir... Benim gibiler için ve/veya herkes için yapılması gereken, siyasal–kültürel deneme tarzında ve/veya’yı, hem/hemde’li konuşmayı–yazmayı göze almak olabilir...
Her biri “suyun huysuzu” olanlardan bana soracak olursanız; hem anarşist, hem sosyalist, hem de; köylere gidişlerindeki mujikal edalarına bakınca narodnik gibidirler...
Kuşlar gibi nota bilmeden şarkı söyledikleri doğrudur, muziphal, müzikhal bir kuşak oldukları da doğrudur... İnanmak istemeyen çıkardıkları, düşaşırı seslere kulak vererek müziğin bu evrensel tınısını duyabilirler...
Türkiye’de ’68’e ilişkin, sosyolojik, bilimsel çalışmaların pek olmayışı, olanların daha çok siyasal olanı gözeten bir yerden kurgulanışı, siyasal hatıraların, tanıklıkların, saptamaların içinde, “tarihsel hareketi içinde somut insanın yitirip gitmesi”, siyasetin yetmediği yerde ham bir nostaljinin devreye sokuluşu işi zora sokan birkaç şey... Hele de 74’ten sonra ’68’in resmî tarihlerin bir parçası haline getirilerek “esas biz”e ait bir gelenek olarak kodlanması ve “en kıymetli tabularımızdan biri” olması konuşmayı, yazmayı, fikir ileri sürmeyi güçleştiriyor. Çünkü, ’68, sosyalist–devrimci geleneklerin, resmî tarihlerin “anafikir”lerinden biridir. “Lehinde” veya “aleyhinde” yazmak/konuşmak bir yana, “üzerin(d)e” konuşmak/yazmak için, göğüslenmesi gereken şeyler vardır...
“Adın / Sonu gelmez bir tartışma / Herkesin / Bildiğinde direndiği bir yanılma / Kutsal bir yanılma / Ki çözümü / Dünyanın son gecesinde / Şimdilik kimsenin bilmediği”
Turgut Uyar
Sistemle bütünleşerek, sistemin bütün tarihsel ve güncel etikini yeniden üretenlerin, “altmış sekizli taklidi” yaparak işi idare ediyor olmaları da işin bir başka boyutu. Bir kere yaşanmış ve bitmiş, tarihen ve siyaseten var olmayan bir kuşağı, “kuşak” gibi tanımlamak sorunlu olsa gerek. Bu nedenle bu yazı, ölçülebilir olmasa da sezilebilir bazı not kırıntılarını serpiştirerek paylaşmanın yanısıra, özellikle de ’68 imgesini kullanarak, “iş bilenin, ’68 kullananın” mantığıyla hareket eden ikinci üçüncü şahıslara, özel ve tüzel kişilere itiraz olarak da okunabilir... Kendiliğinden ve kendi kendine efsane olan ’68’i, insani bir isyan olmaktan çıkarıp, önce “nisyan” sonra da, “pişman bir isyan” haline getirmek isteyenleri kınamak etiki...
O döneme atfedilen, çağrışım gücü yüksek olan bir slogan, “yerin, göğün, tarihin, zamanın ve suyun huysuzu” olarak tarif edilebileceğimiz ’68’in ortak imgesi olabilir (mi?): “Tanrı öldü, ama bakire yine hamile”...
Devletin, Allah’ın/Tanrı’nın reddi, babanın/ailenin reddinin yavaşlığı!..
En önemli boyutunun, en ayırt edici özelliğinin sınırtanımazlık olduğu (etik, ahlâki, dinî, siyasî, gelenek vs..) söylenebilir... (“Duvarları aşabilene derler sevgili / ama ne eksik ne fazla iken uçamazsınız” [Mehmet Yaşın]) Bunun daha özel anlamı, özgürlüğün gençlik biçimi’ne bürünüşüdür... İktidar istemeyen gençliğin yıldızının parlayarak iktidar olması!..
Bir isyan gerekliydi... İkinci savaş sonrasında tarihen ve siyaseten birikenler bu isyanın nesnel koşullarını yaratmıştı... Soğuk savaşın içinde daha hegemonik olarak gelişen baskı ve ideolojik hegemonya aygıtlarına karşı bir tepkiydi... Bir deyişi ödünç alıp söylersek; dipten gelen genç dalga, denebilir... İkinci Savaş’ta yenilen faşizmin toplumun ve devletlerin içinde süren, yeniden üretilen araçlarına, alışkanlıklarına karşı ciddi bir uyarı ve itiraz... Özellikle Avrupa’da gündelik yaşama ilişkin “aşırılıklarını” son raddeye kadar tırmandıran bir şekilleniş olarak yaşandığı vurgulanabilir. Toplumun üstünde ulaşılmaz bir yaprak gibi yükselen devlete, ona mahsus olan her şeye, resmî ve ulaşılmaz olana karşı gibidirler... (Toplumun, soğuk savaşın siyasal, psikolojik, sosyolojik iyileştirme çabaları karşısında bir tepki veya tercih olarak uyuşturucuya yöneliş, alternatif yaşam söylemi içinde, özgürlük, kimlik, cinsellik, hayat, iktidar, hiyerarşi, ben, öteki, biz, amaç, araç gibi kavramların sorgulanarak bazen nihilist, bazen anarşist bazen sosyalist tınılarda yeniden tarifi... Ve toplumun kenarında yaşamayı tercih etme noktası... vs.. vs... ) Sertleşenin parıltısı, sertlik içinde yumuşak ve naif olanın romantizmi, tercih edilen ve görülen aşırılık içinde, görülmeyen bir ılımlılık...
’68, sistemle benzeşenin reddi gibi’dir. Verili alışkanlıların reddi, yeni olan kültürel, pratik davranışların alışkanlık olmadan kesintiye uğraması... Bu durum belki de ’68’in şansıydı. Çünkü, böylece ’68 bir “garip leke” olarak değil, parlayan bir yıldız olarak kaldı hafızalarda, hatıralarda... Hiçbir zaman bütün olmayan ve tamamlanamayan, tamamlanmaması gereken bir duygu, düşün, pratik, an’lar ve süreçler... Bir biletle çok kişinin girdiği bir sinemada, filmin ikinci yarısının makinistin marifetiyle seyredilememesi ve tadın damakta kalması...
Onun (bendeki) bu izdüşümünü önemsiyorum. Yarım olanda tamamlanmış, tamamlanmış da yarım kalmış bir duygu, bir tad. Tamamlanan ama yarım kalan, öfkesi alışkanlıkların reddine yönelen bir duygu, düşün, pratik...
’68’in 1974’ten sonra devralınma süreci, yeni davranışların alışkanlık haline getirilmeleriyle, onun kendine rağmen “resmileşerek” eskimesini, parıltısının resmî tarihler ve pratikler içinde donuklaşmasını beraberinde getirdi.
’68’in en temel özelliği, genel kabulü yıkıyor olmasıdır... İdeolojik rıza mekanizmalarının olmadığı, politik toplum–sivil toplum ayrımının olmadığı bir ülkede, topluma zorla, genel olarak da devlet/ordu marifetiyle benimsetilen genel kabullere karşı çoğul bir itiraz hareketidir ’68...
Avrupa’daki siyasal kültürel gelişmelerden olumlu etkilendiği söylenebilir... Ne ki, yerli ’68’in gözü daha bize benzeyen coğrafyalarda; Latin Amerika’da, Küba’da, Vietnam’dadır... Avrupa’daki adaşı olanlarla benzeşen ve farklılaşan yanları elbette vardır. Ancak, Türkiye’de ’68, oldukça nev–i şahsına münhasırdır, kendine özgü yerel renklerle bezelidir... Benzeşenin içindeki benzeşmezlik, yalnız rejimle ve düzenle çatışmanın boyutları ile ilgili de değil, kitlesel olanın ve tekil olanın renginin bize ait oluşuyla da ilgilidir...
’68 sadece bir itiraz mıdır? Yani 68’liler denilenler; “Bir parmağın var, bir parmağın daha mavi/ Vurursun vurursun kapılara onunla”, dizelerini slogan yaparak, esastan ve usulden itiraz ederek, tarihin kapısını mı vurmuşlardır?.. Hem öyle hem de değil... Ama bana onlardan soracak olursanız, işaret parmakları gelişmiş bir kuşaktır... Onları tarihen ve siyaseten işaret parmaklarından tanımak mümkün. Bana onlardan soracak olursanız onlar için şöyle tekerlemeler yapardım:
Bir parmakları vardı, o parmakları daha âşıktı, vururlardı vururlardı kapılara onunla... Bir parmakları vardı, o parmakları daha haşarı/yaramazdı, vururlardı, vururlardı kapılara onunla... Bir parmakları vardı, o parmakları daha sivildi, vururlardı vururlardı kapılara onunla... Bir parmakları vardı, o parmakları daha anti–faşistti, vururlardı vururlardı kapılara onunla... Bir parmakları vardı, o parmakları daha anti–emperyalistti, vururlardı vururlardı kapılara onunla...
’68, hem tam teşebbüs, hem de nakıs bir teşebbüs gibidir... Bu aşkın ve aşkiyaların içinde hem, “Bu aşkın ölümdür kafiyesi, dağlara filan denk gelir” diyerek bu anafikri yaşayanlar da vardır. Hem de, öbürlerinin elini bırakıp sadece kendi elini tutarak, sol’una değil yoluna devam edenler vardır...
(Ben tarihin yalancısıyım: Okulun en çalışkan öğrencileri birer birer devrimci oldular... Kenarda köşede kalıp kompleks geliştirenler ise zamanın kendilerine gelmesini hep beklediler. Ve bilir misiniz, ruhunda, onlara karşı eziklik, kompleks taşıyanlar, yeteneksizler, itiraz etmeyenler, evden her zaman en geç çıkıp eve en erken girenler, 12 Eylül sonrasında devlete “tek kişilik devlet”ler olarak akıl veren akil yazılar yazarak, hatıralar naklederek, milletvekili ve/veya bakan olarak görevlerini yerine getirdiler, “68’in rövanşını” aldıklarını varsayarak fesferah kapıkulu olmaya devam ettiler!)
’68, geçmiş şimdiki zaman içinde bazı zamanelerin heveskâr, hercai, sarmaşsalaş halleri, hiçbir gelecek kaygusu ve tarih teorisi olmayan bir şey midir? ’68’de kurulan düşlerin, bir toplum tasavvuru ile ilgisi nedir? Naif, romantik bir gelecek tasavvurundan belirtik olarak söz edilebilir, diye düşünüyorum...
(’68’i hem mektepli hem de mahalleli olarak yaşamış bir arkadaşımın geçtiğimiz günlerde söylediklerini “ben hatıraların yalancısıyım” diyerek aktarıyorum: “Dipdiri bir yeni toplum tahayyülüydü... Ankara’daki bütün binaların ne olacağına karar verdik... Çocuklar nerede kalacak, yaşlılar nerede kalacak. Her şeyi bitmiş bir toplum tahayyülüydü. Bu büyük bir yenilgi döneminden sonra artık insanların böyle tahayyülleri de yok. Mecalsizlik var. Bu biraz da yeni gerçekleri oluştururken hayallerden uzaklaşmayla da ilgili olsa gerek...” )
Hem, ham bir ilham, net bir fotoğraftan yoksun bir toplum tasavvuru, hem de, eski bir denizde yeni bir ütopya adası için başkaldıranlar...
’68 için; yatay bir mutluluk ve romantizm dönemi denilebilir... İçleriyle ve dışlarıyla kurdukları ilişkiler, yapısal bir “dikeylik” halini almamış gibidir.... Bireylerin/hareketlerin/geleneklerin, içbükey, ve düşbükey ilişkileri bir yataylık yatağı gibidir... Henüz naif, yeterince ideolojikleşmemiş aktörler, tavırlar, hatıralar ve aşklar, sololar ve korolar...
Sonraki dönem, tarihen ve siyaseten bütün gelişmelere karşın, hem yatay ve dikey mutluluk dönemi, hem de yatay ve dikey mutsuzluk dönemi gibidir... Akranların eşitliği bozulmuştur. Kimsenin “abi” olmadığı dönem kapanmıştır. Kalanlar, “abi”, “şef” ve dahası hayat bilgisinin ve hayal bilgisinin “bilirkişileri” olmuştur... Bu, eşitsizlik işbölümünün ve düşbölümünün başında bir hiyerarşi oluşturmuştur. Doğal bir hiyerarşi dense de, doğal olmayan bir hiyerarşidir ve sonuçlarını şimdilerde de görmek mümkündür. Cezaevinde birkaç ay kalanın, özel “forsunun” olduğu, siyasete devam etmenin, miktarı kafi teori, miktari kafi pratik, miktarı kafi hatıra bilmenin/biriktirmenin “önder” olmaya yettiği bir önkabul dönemidir... Devletin marifetiyle doğaya karışan doğal önderler gitmiş, (Her birine, “saygımız bir kuşun yarası kadar derin”...) kalanlar, doğal önder olmuştur.
Bilinen kodlarla konuşmak gerekirse, ’68’de kitle/kadro/önder üçlemesinde “kabul edilebilir” bir arkadaşlık, yataylık, dayanışma söz konusudur. Çünkü ucu açık bir süreçtir, öteki ile ilişkisi sonraki dönem gibi, tamamen kapalı devre, ideolojik bir dıştalayıcılık ilişkisi değildir. Biz ve öteki ayrımının henüz dogma olarak tamamlanmadığı, herkesin tarih yapma potansiyeli taşıdığı, bunun sadece bir geleneğe ait olmadığının izlerini görmek mümkündür... Sonradan silenen izlerdir bunlar, tarih yapma potansiyelinin sadece bir geleneğe ait olduğu, öteki’nin, sol çözümlemede, en hafif deyimle küçük burjuva olduğu bir kavrayışın egemenliği...
Bilinmesi gereken ön önemli şeylerden biri, ’68’in yaşandığı ve bittiğidir. (“Çünkü aşk bir suçlamadır/ Sonuna kadar yaşanmamışsa/ Bir bardak birada yeni bir deniz/ Ve yağmur/ Eski bir denizde yeni bir ada/ Yaşanmamışsa.” [Turgut Uyar]) Sonuca karşı kararlı olmak, bir daha tıpkısıyla yaşanmayacak olanın taklitlerinden sakınmak gerekiyor. Bu nedenle tabuları yıkmaya yönelik bir kalkışmanın kendisinin tabu oluşu bir paradokstur. Siyasetin doğası, bir tabulaştırmayı özendiriyor ve mümkün kılıyor, demek, sol kültürde çok yaygın olan “gerekçeli zarar”lardandır. Özgürlükçü, dayanışmacı ve eşitlikçi hareketlerin anti–tabu olması gerekiyorsa, ’68’i de böyle ele almak gerekir. Örneğin şimdilerde gençlerin, kendi pratiklerini, bunların sonuçlarını tartışmak ve hayatı ilerletecek yeni kanallar açmak yerine, “ilk taklit edilecek kaynak” olarak ’68’e, onun temel aktörlerine bakıp yön tayin etmeye çalışmaları devasa bir paradoks. ’68’e müthiş bir özenti, tutku görülebiliyor. Kavramsal, pratik olarak pek kavranamayan kısmen okumalar, kısmen duyumlara dayanan bir özenti. Mümkün olmayanı çağırmak gibi bir şey...
’68’in bizde Avrupa’ya göre daha derin yaşandığı söylenebilir... O dönemde elde edilen fikirler, pratikler, figürler, sonraki dönemi bir bütün olarak belirledi... ’68’in doğrudan bir sonucu olarak, ’70’li yılların başlarında ortaya çıkan siyasal kümelerin, tek tek önderliklerin/önderlerin tekrarının ve/veya eleştirisinin, sonraki dönemde temel ayrım olarak günümüze kadar sürmesi ’68’in bıraktığı izlerin derinliği ile ilgili olsa gerek. ’68, gizli bir hegemonya biçimi, gizli bir öğrenme biçimi olarak bilinçaltında hep var oldu... O dönemin ortaya çıkardığı, silahi ve siyasî kümelerden esasta ve usûlde kopanlar bile, ideolojik, siyasî ve örgütsel olarak reddettiklerini, hatıralar yoluyla geleneklerinde içselleştirirek, hatıraları siyasallaştırarak, diyalektik kolajlarla tabu kültürünün gelişmesine katkıda bulundular. Bu nedenle de, eleştiri denen kavram, inkârcılık kültürünün birparçası olarak, kötü hallerden sayılır oldu... Hatıralar o kadar değerliydi ki, arkadaşlar, azizleştirildi. Makûl ve gerekli olanın ötesine geçilip, o figürler, birer yabancılaştırıcı güç haline getirildiler...
’68’in pozitif etkileri, verili olandan kopuş, devlete antipatizan, sosyalizme sempatizan olmak kadar güçlüydü ki bunu ’80’den sonraki gelişmeler bile değiştiremedi. Bir şeyler öz olarak var oldu... Avrupa’da çatışmanın bizdeki kadar derin yaşanmadığı söylenebilir. Çünkü orada çatışmanın siyasî, kültürel, örgütsel boyutları içinde zaman zaman yer değiştirse de kültürel boyut daha belirleyici oldu. Avrupa’da sistem, ’68 kuşağı/hareketi çatışmalara rağmen, temelde hegemonik bir zeminde hesaplaşmaya çalıştı. Bu bir bakıma kavramsal, kültürel çatışmaydı... Biz de ise, siyasal ve orgütsel boyut öne çıktı. Ve giderek statüyü savunanlarla, reddedenlerin çatışmaları ideolojik, siyasî ve askerî düzeylerde yaşandı... Devlet için temel sorun, ’68’de ortaya çıkan araçları ve figürleri yok etmekti... (Latin Amerika’daki sürecin bizdekine benzerliğinden söz edilebilir...)
Söz kültürel kaynaklardan açılmışken, kaynakların azlığına rağmen her yer bir okul gibidir... Niceliğin içine nitelik sıkıştırılmıştır. Nazım’ın şiirleri, Alman İdeoloji’sinden fazla iş görür. Hem heyecanı, hem duyguyu ve estetiği taşır Nazım gençlere... Ankara Sanat Tiyatrosu’nun oynadığı altı yedi esaslı oyun bugün bile herkesin aklındadır. (Bozuk Düzen, Ayak Bacak Fabrikası vs..) Ruhi Su’nun müziği. Ankara’da SER kitapevinden çoğu zaman parayla alınan ve arada bir yürütülen kitaplar... Kitapların geceler boyu okunup tartışılması... Çok okunan, sinemaya tiyatroyo çok gidilen, çok tartışılan bir dönem... Sanata, müziğe yatkın kuşak... Sosyalist solun kültürü içinde daha sonra temel bir biçim alacak, resmî tarih, resmî okuma alışkanlığı henüz süreci belirlememektedir... Her şeye karşın, farklı siyasal kümelerin, ortak siyasî alanları vardır, mekânlar ayrışmamıştır...
Aslında ’68 ile ’74 sonrası kitlesel hareketlilik ve onu güdüleyen siyasal, etik, estetik, ideolojik olguların ötesinde militan modeli ile de mukayese edilmelidir. Ne ki bu konuda da, ortada övgü ve sövgü ötesinde, nesnel bir çalışma yok gibidir... ’68 model militan ve önder tipi nasıl bir şeydir. ’74 sonrasınının militan, önder tipi nasıl bir şeydir? Burada sadece şöyle bir not düşülebilir; ’68’de gelişen iki tür militan modelinin sonraki dönemde de gizli/açık devralındığı söylenebilir. Bunlardan biri Deniz’in temsil ettiği, parıltısı hemen görülen, vucut diliyle konuşan, görsel olarak da ütopya ile benzeştirilen bir önder tipidir. Mahir ise parıltısı sonradan görülen, ısrarı ve inadı teoriyle de donanmış bir figürdür.
’74 sonrası, kitleselleşmenin erken gelmesiyle de birlikte yenilenlerin “yenilmemiş taklidi” yapmaları, geçmişi esastan ve usûlden eleştirenlerin, “eleştirmemiş taklidi” yaparak etik bir sorunu günümüze kadar taşımalarıyla sol resmî tarihler, mücadelenin yanısıra, tabu taşıyıcılığını da üstlendiler. Tabular kitleselleşmenin aracı oldu.
’68’de de, en son ve en zor gelişen kadın sorunudur.. (Allah’ın, devletin reddi, babanın/ailenin reddinin ertelenişini anımsayalım!) O dönemde kadın erkek ilişkileri yeni yeni yakalanıyordu... Bu konuda da, özellikle ’74 sonrasında kitleselleşme/popülizm, veya başka gerekçelerle, kadın–erkek ilişkilerinin bir tabu olduğu, ’68’den geri noktalara gidildiği söylenebilir (mi?)... Son on yıldır, kadın sorununa ilişkin kavramların, pratiklerin ve araçların gelişimiyle bu konuda niteliksel ve niceliksel bir eşik aşıldığı söylenebilir...
O dönemde “abi”lerin yokluğu veya “azlığı” önemlidir. Çünkü, hemen hemen herkes yaşıttır. (Sözü yine, hem mektepli hem de mahalleli bir ’68’liye veriyoruz: Bugün otuz yıl sonra ’68, benim hafızamızda kırılmış bir “yalan” gibi... Düşünüyorum da o zaman abilik yoktu, sonrasında kurumlaştırılan liderlik yoktu... Çünkü, hareketin içindeki herkes neredeyse yaşıttı... Çok ilginçtir, çok çok yaşlı bir adam vardı... O zaman, çok çok yaşlı adam olarak gördüğümüz kişi (Mihri Belli), meğer bizim şimdi bulunduğumuz bir yaştaymış.. Ona karşı da tartışılabildi...)
Duygunun, arkadaşlığın ölmediği, herkesin birbirinin elinden tuttuğu, bütün tartışmalara rağmen, azami program ve asgari program, demokratik devrim ve sosyalist devrim tartışmalarının arkadaşlıkları birden koparmadığı, bu ikilemlere rağmen arkadaşlıkların da değerli olduğu ve yoğun yaşandığı yıllar... Birlikte öğrenmek, her şeyi hayretle karşılamak keşfetme coşkusu. Herkesin kendinde ve ötekinde “yeni yerler” bulduğu bir keyif ve keşif dönemi...
(Belki de, bütün ilerlemelere karşın içten içe, öğrenmenin durmaya başlaması dönemiydi ’74 sonrası... Hareketin ihtiyaçlarının ve hiyerarşinin mutlaklığı... Özgürlük ve iktidar sözcükleri etrafında, ilkinin ertelendiği, birincisinin her şeye kadir algılandığı bir tarih tezi... Kitle, sempatizan, kadro, önder kavramlaştırmalarının mesafe açıcı durumu... Yorumlama ve değiştirmenin bir işbölümü içinde birbirinden koparılarak devredilmesinin sonucu olarak, bir uçta kavramsal tembellik, diğer uçta pratik tembellik... Hatıraların hiyerarşik anlatılmaya başlanması... Resmî tarih döneminin başlaması ile yataylık ve dikeylik ilişkisinin yeniden tanımlanması...)
’68’de mekânların kullanımı önemli... Mekânlar günümüze göre daha yaygın. Az sayıda insan, büyük bir romantizm içinde sürekli yollardadır. Dağlara, köylere gitmek, sadece o bilinen toprak işgalleri, üretici eylemleri için değil, dergiyi bir okura ulaştırmak, yazılar üzerinde saatlerce konuşmak için bir köye gitmenin hevesi... Dergiyle ilgili bağlantıyı kurduktan sonra ise, aynı hevesle diğer köydeki bir başka okura gitmenin ritmi... Bugünle kıyaslandığında bu motivasyonun çok önemli olduğunu düşünenlerdenim. Bu nedenle zaman zaman, “her muhalif haftada bir kez Bolşevik olsa bize yeter de artar” deme cesaretini gösterdiğim bile olur! (Örneğin, ’68’de bir köye gidiyorsun. Muhtar, ihtiyar heyeti, öğretmen seni/sizi saygıyla karşılıyor. Belki de, M. Ali Aybar’ın önce bataryalı sonra pilli radyodan söylediği, “işçiler, köylüler, marabalar, ezilenler” sözleri onlara sempatik gelmiştir... Belki de, radyodan, bazı gençlerin devlete itiraz etmeleri onların hoşuna gitmiştir. Karnınızı doyuruyorlar, saygıyla dinliyorlar, size önem verdiklerini anlıyorsunuz. Belki de bu nedenle, Bolkar Dağları eteklerinde, adı “Komünist Beyağıl Köyü”ne çıkan o şirin köyde, o dönemde doğan ikizlerden birine Mustafa Suphi, diğerine Şefik Hüsnü adı verilmiştir. Belki de bu nedenle, o dönemde bazı köy imamları DEV–GENÇ’li olabilmiştir ve her cuma hutbeden, “memleket meselelerini” anlatabilmiştir... ’68’i organik olarak yaşayanlar bunları not düşerlerken, zaman zaman, anlattıklarından hayrete düşerek, “ben bunları uyduruyor muyum” dediklerini hiç duydunuz mu?)
’68, “fazla devletiniz var mı” diyenlerle, “fazla özgürlüğünüz var mı?” diyenlerin tarihen ve siyaseten karşı karşıya gelmesidir, diyesim geliyor içimden... Özetin özeti bu olsa gerek, diyorum... Ama; “aşktan hisse ne kalmıştır âşık” diye sormadan da edemiyorum...
Sonsuz nedenler, sonsuz dendenler, kalmıştır, denebilir...