’68’in gerçek yüzünün ne olduğunun henüz ortaya konmadığını ileri süren görüşe ben de katılıyorum. ’68, bazılarına (1848, 1871, 1917) özellikle atıfta bulunmuşsa da, o zamana kadar bilinen “Devrim” modellerinden hiçbirine uymuyordu. De Gaulle’ün, kendisine bir ara sarayı terk ettiren olayları “kavranılamaz” olarak nitelemesi yanlış değil. ’68’in ne olduğunun -bugün de- ortaya konamamasının nedenini hareketin benzersizliğinde aramak gerekir. Ancak bu “kavranamamazlık” herhalde yalnızca Fransa için, yani hareketin anavatanı için tam uygun düşüyor. Yoksa, ’68 Mayısı’nın otuza yakın ülkeyi saran ateşinin bırakın Türkiye’nin de aralarında olduğu Batı dışı ülkeleri, gelişmiş sanayi toplumları için bile içinden çıkılması zor bir denklem yaratmış olması pek söz konusu değil. Aslında ’68 sahnesinin Fransa’da da değil, Paris’te kurulduğunu söylemek daha doğru olur.
Bir tarihçinin söylediği gibi, olaylar bir “Yunan piyesi”nin aksiyonda, zamanda ve mekânda birlik ilkesine uygun olarak Paris’te bütün dünyanın de Gaulle iktidarının şaşkın bakışları altında başladı ve sona erdi. ’68 Mayısı Paris dışına tabiî ki taştı: ancak ne ABD’de, ne de Almanya, İtalya ve diğerlerinde yaşananlar arkalarındaki Paris’in sorularını bırakmadı. Savaş sonrasından başlayarak kendine has sorularla cebelleşen ABD, bir avuç entellektüelin dışında Paris’te olup bitenlere zaten “Fransız”dı; savaş sonrası Almanya’sı Nazizmin hayaletinin ortada dolaşmasının bir sonucu olarak zaten olaylara yetişmesi imkânsız, yüksek derecede bir depolitizasyonun yaşandığı bir ülkeydi; İtalya, hareketi “sürünen Mayıs” olarak niteleyerek zaten başka bir kanala sokmuştu.
Jürgen Habermas, ’68’in yirminci yıldönümünde, kendisine Almanya’da ’68 Mayısı’ndan ne izler kaldığı sorulduğunda CDU’nun aileden ve gençlikten sorumlu kadın bakanı Rita Süssmuth’u gösteriyordu; ’68’den önce bir CDU hükümetinde bir liberal kadın politikacı zor yer alırdı. Habermas’a göre ’68’den bu yana politikanın tanımları da değişmiş, önceden özel alana ait olduğu kabul edilen birçok şey artık politik olarak nitelenir olmuştu. Daniel Cohn-Bendit, Almanya’daki ’68 hareketinin asıl olarak bir kuşaklar çatışması olduğunu belirtiyor. Nazizme bulaşmamış olan savaş sonrası doğan kuşak, suçluluk duygusu içinde politikaya sırtını dönerek yalnızca hayatın maddi yönleriyle ilgilenen ebeveynlerine inat depolitizasyona ve otoriter zihniyete savaş açıyordu. Yani, Almanya da ’68’i bir türlü yaşamış ve hemen her ülkede olduğu gibi hiçbir şey hareketten sonra “eskisi gibi” kalmamıştı. Ancak bir kez daha söyleyeyim ki, ’68 Paris’inin ifade etmeye çalıştığı dava sanki bambaşkaydı. Bu “bambaşkalık” tabiî ki herhangi bir üstünlüğe işaret etmiyor; “herkesin kendi ’68’i” söz konusuydu. Bu çerçevede, ABD’de ’68’in çok daha ciddi, yani Paris’teki “oyunsal” boyuttan tamamen uzak olarak gerçek bir sınıf mücadelesi çerçevesinde yaşandığını ileri sürenler de haksız değildir. ABD’li gençler, liberter sloganlarla barikat kuran Parisli yaşıtlarından çok farklı ve daha ciddi sorunlarla karşı karşıyaydılar: İşçilerle aralarındaki gerginlik, Martin Luther King’in öldürülmesi ve dolayısıyla ırkçılık ve tabiî en önemlisi tombaladan Vietnam’da askerliğin çıkması gibi.
68 Mayısı’nda Paris’te yaşananların büyük ölçüde hâlâ bir muamma olmayı sürdürmesinin nedeni bir “ilk” olmasından kaynaklanıyor. Bu öyle bir devrimdi ki, o zamana kadar çizilmiş hiçbir devrim şemasına sığmıyordu. Fransa’daki hareketin en önemli cephesinin politik olmasına rağmen, bu politik de tanıdığımız politik değildi. Öyle bir politik pratik ki, aynı zamanda anti-politik. ’68 Mayısı’nda “Devrim”in şartlarının hemen hiçbiri ortada yoktu. Savaş sonrasının Fransa’sı İtalya ile birlikte hızlı bir ekonomik kalkınmayı yaşıyor, “Devrim” için vazgeçilmez bilinen yokluk söz konusu olmadığı gibi ülke hiç karşılaşmadığı bir bolluk içinde yüzüyordu. Geleneksel toplumsal yapılar ekonomik hayattaki bu hızlı dönüşümün ortaya çıkardığı tüketim sevdasına ayak uydurmakta zorlanıyorsa da, buradan devrimci bir ruhun çıkması herhalde mümkün değildi. ’68 devriminin “ahlâkı” da bir başkaydı. Devrimciler, “Devrim için ölmek” değil, onun sayesinde yaşamak istiyorlar, dünyayı değiştirmeyi düşlerken işe kendi hayatlarını değiştirmekten başlamaya niyetleniyorlardı. Hele bu “ahlâk”ta öyle bir sapkınlık vardı ki, Fransız Komünist Partisi bunu hemen farkedip ifşa ediyordu: Devrim “iktidarı ele geçirmek” gibi olmazsa olmaz bir arzudan da uzaktı! ’68 devrimi bu yönüyle de “teori”ye kapalıydı. Harekete yön vermek isteyen bütün analizler reddediliyordu. Leninizm daha ilk günden kenara itilirken, Sorbonne’un işgâlinden sonra hareketi yönetme niyeti gösteren Situationnist’ler iki gün zor dayanabiliyordu. Harekete hâkim olan ruh, Lefort’un söylediği gibi, iktidar koltuğunun mutlaka boş bırakılmasını talep ediyordu. ’68’in ne “Devrim teorileri” tarafından analiz edilmeye ne de entellektüellerce açıklanmaya tahammülü vardı. “Burada ve şimdi” gibi o zamana kadar toplumsal muhalefetin tanımadığı bir düsturdan hareketle Sorbonne’lu öğrenciler “Sartre kısa kes!” diyorlardı.
68 Mayısı’nda Fransa tarihinin en uzun genel greviyle tanışsa da, hareketin baş aktörü gençlerdi. Gençler ne eski ne de yeni tanımlarıyla bir sosyal sınıftı. Bu nedenden dolayı da, başta Fransız Komünist Partisi olmak üzere siyasal partiler ve “sosyal sınıflar”ın kendilerinden sorulduğu sendikaların daha ilk günden itibaren şimşeklerini üzerlerine çektiler. ’68’in baş aktörü bir sosyal sınıf değil, Edgar Morin’in dediği gibi bir “yaş sınıfı”ydı. Gençlerin niçin ’68’i beklediklerinin tabiî ki birçok sosyolojik delili var. Savaş sonrasında gençlerin “hayata atılma”sının gecikmesi ve dolayısıyla öğrenim döneminin uzaması, 1950’de sayıları 800.000 olan liselileri 3.7 milyona, üniversite öğrencilerini de 125 binden 600 bine ulaştırdı. Yine Bendit’nin haklı olarak söylediği gibi, belki ülkeyi endüstriyel bir modernizasyona götüren Gaullizm kültürel modernizasyonu çok ihmal etti. Ancak unutmamak gerekir ki, ’68 Mayısı’nın Paris’i Gaullizm’i olduğu kadar Sovyetler Birliği ve onun Fransa’daki uzantısı olan Fransız Komünist Partisi’nin temsil ettiği komünizmi de karşısına aldı. FKP’nin 1978 seçimlerinde % 21 gibi çok yüksek oranda oy almış olması -bir karşı-delil olarak ileri sürüldüğü gibi- komünizmin ’68’den yara almadan çıktığını kanıtlamaz. Sovyet komünizmi için sonun başlangıcı ruhu anti-otoriter olan ’68’le başladı. ’68’in sloganları arasında bolca rastlanan Marx ve Mao adları da bizi yanıltmasın; bu adlar ve bütün Troçkist ve Maoist temalar hareket içinde “operasyonal” olduğu için değil, “romantik” sıcaklığından dolayı kullanıldı. Nitekim hareketin içinde yer alan büyük çoğunluk, “iktidarı ele geçirmek” yani “mekânı fethetmek” isteyen Leninist çizgideki Troçkist ve Maoistlerden tamamen farklı düşünüyordu. Onların derdi “mekân”la değil, “zaman”laydı. Öğrenciler Troçki’nin “Hayatım”ından olduğu gibi, Lukacs, Korsch, Lefebvre, Gabel’in Arguments dizisindeki kitaplarından da etkilenmişlerdi. Luxemburg’un yazdıkları, Makhno üzerine okudukları ve tabiî Castoriadis ve Lefort’un Sosyalizm ya da Barbarlık’ı da onların anti-Sovyet teorik bagajlarını oluşturuyordu. Ancak yine de ’68’de dile gelen demokratik, liberter, hedonist ve komünoter özlem öncekilerin hiçbirinde bu yoğunlukta yoktu. Çünkü ’68 akla gelebilecek bütün iktidar ilişkilerini sorgulamaya koyuldu: Ücretli-patron, parti-seçmen, hoca-öğrenci, kadın-erkek, ebeveyn-çocuk, hekim-hasta, şehir-hemşehri vb. Ve hattâ “futbol futbolculara” sloganı! Maurice Blanchot’nun sözleriyle “politik olmaktan daha çok felsefi, kurumsal olmaktan çok toplumsal, gerçek olmaktan çok ibretâmiz” bir devrim.
’68 Türkiye’de yaşandı mı? Her kurumunu otoriter bir zihniyetin fethettiği bugünün Türkiye’sinde kim iddia edebilir ’68’in yaşandığını? ’68 hareketinin sesini yükselttiği ve değiştirdiği ilk kurum olan üniversiteden bizim payımıza düşenin durumu ortada. Biz hâlâ başlarında rektörleri olmak üzere yüzlerce hocanın hep birlikte marş söyleyerek cumhuriyeti kurtarmaya çalıştıkları bir ülkedeyiz. ’68 için bu manzaralar çok can sıkıcı ve gülünçtü. Bu konuda tek tesellimiz üniversite önünde toplanan her cenahtan öğrencinin “rektör, tırnak muayenesi ne zaman?” diye sormasıdır. İşte, bizi “gülme”ye davet ederek “otorite”yi otoritesiz kılan bu slogan tam da ’68 modeldir!
Türkiye niçin ’68’den nasibini alamadı. Mehmet Ali Aybar, “1968’in TİP için sonun başlangıcı olacağını kim tahmin edebilirdi?” diye soruyordu. Evet, ’68 bizler için Batı’dakilerden bambaşka şeyleri “keşfettiğimiz” bir yıl oldu. Onlar Stalinizme en ağır darbeyi vururken bizler Parti’nin ne yüce bir kurum olduğunu yeni anlamaya başlıyorduk. Batı’da Leninizmin defteri kapatılırken, bizler “Ne yapmalı”nın cevabını el kitaplarında arıyorduk. ’68 Ağustos’unda Çekoslovakya’nın işgali Sovyet totalitarizmini suç üstü yalnız bırakırken, bizler bu “müdahale”yi anlamlı kılmanın yollarını aradık. Aybar’ın ateşlediği hürriyetçi sol biraz olgunlaşabilseydi, ’68’de değilse de hiç değilse 78’de belki bizde de bir şeyler değişirdi. ’68’de de Türkiye’de gençler Gaullizm’le kıyaslanamayacak bir otoriter rejimle karşı karşıyaydılar. Ancak onlar ülkenin kültürel, siyasal ve toplumsal fakirliğinin bir sonucu olarak kendilerini rejimin en otoriter kanadının ya da /ve komünizmin en totaliter yorumunun kollarına attılar. Yani özetle, ne kadar “anti-68” düşünce ve pratik varsa hepsi sözleşmiş gibi bizde buluştu. TİP’in üçüncü kongresinin toplanma tarihi 9 Kasım 1968. “Beşler adına” yapılan konuşmalar, ’68’in hiç değilse gençler arasında bir daha masa üstüne dönmemek üzere çöp sepetine yolladığı metinlerin bin beteriydi. Bu kongrede ’68’den söz eden hiç kimse yok. Oysa üzerinden daha üç beş ay ancak geçmiş. “Beşler”in niyeti zaten belli, ama şaşırtıcı bir biçimde Aybar’ın ve Küçükömer’in konuşmalarında da ’68 yaşanmamış gibi. Belki fazla şaşırmamak gerekir; Türkiye her konuda olduğu gibi sol düşünce ve pratikte de içine itildiği büyük gecikmenin gereğini yerine getirmektedir. Türkiye, Sovyet komünizmiyle yarı açık bir biçimde daha yeni tanışmaktadır. Bu nedenle soru meşrûdur: ’68 Türkiye’de yaşandı mı?