Almanya'da '68 Gençlik Hareketi

1968 gençlik hareketlerinin 30. Yıldönümü Almanya’da “olay” olmaya aday görünüyor. Basın yayın dünyası yoğun bir hazırlık içinde. Wolfgang Kraushaar bu kuşağın temsilcilerinden birisi. Hamburg Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nde çalışan siyaset bilimci, 1945 sonrası Almanya Protesto Hareketinin tarihi üzerine yayımı hâlâ süren 10 cildi aşkın büyük ansiklopedisinin yanısıra 1968 üzerine yaptığı çalışmaları ile tanınıyor. Mart sonunda, Frankfurt Okulu (Adorno, Horkheimer, H. Marcuse, J. Habermas vb.) ile gençlik hareketinin ilişkisi üzerine üç ciltlik bir derlemesi yayımlandı. ’68 olaylarının, sınırlı olarak Türkiye de dahil, kronolojisi üzerine bir başka çalışması da basımda. Kraushaar ile Almanya ’68’i üzerine yaptığım sohbette, olayların kronolojik anlatımından daha çok, Türkiye ile kıyaslama imkanı sunabilecek noktalar üzerinde durmayı tercih ettim.

Wolfgang, ’68 gençlik hareketi Avrupa’nın tüm ülkelerinde yaşandı. Almanya’da yaşananlarda, diğer ülkelerden farklı olan neydi? Bugünden baktığımızda ’68’i hangi özellikleri ekseninde tanımlamak istersin? Almanya’da yaşananlarda, diğer ülkelerden “farklı” olan neydi? Benim aklıma hemen, Almanya’nın bölünmüşlüğü, Nazi geçmişi, Frankfurt Okulu gibi noktalar geliyor.

• Gerçekten de ’68 olaylarının ana karakteristiği onun uluslararası bir özellik taşıyor olmasıdır. Dünya’nın yapısal olarak birbirinden farklı birçok devletinde ve toplumunda öğrencilerin niçin eş zamanlı olarak “ayaklanmaya” başladıklarını tam anlamıyla açıklayacak bir izahı bugüne kadar yapabilmiş değiliz. Şüphesiz Vietnam savaşı ve bu savaşta Vietnam halkına karşı yapılan vahşet burada önemli bir rol oynadı. Amerika’yı eleştirecek önemli bir silahtı bu. İkinci neden, Medya’nın rolüdür. İlk defa özellikle televizyon sayesinde, uluslararası kamuoyu dediğimiz bir şey bu dönemde oluşmaya başlamıştı. Televizyon, dünyadaki çeşitli olayların ortak gözleyicisi haline gelmişti. Kanadalı bir iletişim bilimcisi Marshall McLuhan, 1968 yılında, dünyanın bir “Global Köy” haline dönüştüğünü söylerek bu gerçeği kavramsallaştırdı. İletişim araçlarının gelişmişlik düzeyi nedeniyle, artık gözlenebilir bir komünal bağlantı içinde hareket ettiğimiz bu düşüncenin temelini oluşturuyordu. Olayların uluslararası boyutuna ilişkin yapabileceğim gözlem bu. Ulusal boyuta gelince... Almanya’da ’68 gençlik hareketini başlatan ve onu bir isyan boyutuna dönüştüren en önemli faktör zannediyorum Nazi geçmişidir.

Bu konuda aksi yönde çok şey duydum ve okudum. Yeşil Hareketi üzerine çalıştığım sıralarda, ’68 hareketinin önderi konumunda olan birçok insanla da tartışmıştım. Konuştuğum insanların çoğu bana, Almanya’da gençlik hareketinin, “çıraklar” ve genç işçiler hareketi olarak, aslında 1964’lerde başladığını söylemişlerdi.

• Bu bilgi doğru değil. 1968 öncesi Almanya’sı için burada bir parantez açacak ve ön gelişmeler hakkında birşeyler söyleyecek olursak, Almanya’da “APO” (Parlamento Dışı Muhalefet) olarak adlandırılan bir hareket vardı. Bu hareket sınırları son derece belirli bir zaman diliminde etkin olmuştu. “Büyük Koalisyon Dönemi” olarak bilinen, Kasım 1966’da başlayan ve Eylül 1969 genel seçimleriyle sona eren bir dönemdir bu. 1969 Eylül ile birlikte Sosyal-Liberal koalisyon işbaşına geldi. Sosyal Demokratlar ve Hıristiyan Demokratlar arasındaki Büyük Koalisyon Dönemini sorunlu hale getiren en önemli nokta, 1962 yılında “Spiegel Olayı” diye bilinen olayla Hükümetten ayrılmak zorunda bırakılan Franz Joseph Strauß’un yeniden koalisyon hükümetinde görev almasıydı. 1962 yılında Spiegel dergisi, Doğu Avrupa’dan gelecek bir saldırıya karşı nasıl savunma yapacağına ilişkin NATO’ya ait bazı planları yayımladı bunun üzerine dergi yöneticisi “vatana ihanet” suçundan tutuklandı. Olayların perde arkasında Strauß vardı ve yoğun kamuoyu baskısı nedeniyle istifa etmek zorunda kalmıştı.

Strauß’un da hükümette yer alması nedeniyle, “Sağa Kayma” bu dönemde en çok korkulan konuydu. Parlamento içinde hemen hemen hiç muhalefet yoktu ve yine bu dönemde Nazi Partisi son derece güçlenmişti. Parlamento Dışı Muhalefet’in en önemli özelliği, hiçbir parti tarafından yönetilmiyor olması ve geniş bir tabana dayanmasıydı. Nazi Partisi bu dönemde tüm Eyalet Parlamentolarına girmeyi başarmıştı ve 1969 seçimleriyle de Federal Parlamento’ya gireceklerinden korkuluyordu. Sağ Radikallerin bu denli güçlenmiş olması, toplumda, 1945 öncesi döneme geçişin mümkün olacağı yolunda büyük bir korku yaratmıştı. Üstelik gene 1933 yılında olduğu gibi faşizme geçiş, demokratik mekanizmalarla sağlanacaktı. Korkulan buydu.

Büyük Koalisyon dönemini belirleyen bir başka faktör ise işçi eylemleriydi. Özellikle kömür ve demir işletmelerinde işçi hareketleri söz konusuydu ve bugünle kıyaslandığında daha az boyutta olmakla birlikte, o gün için ciddi sayılan bir işsizlik problemi vardı. Mevcut iktisadi ve siyasî koşullarda, “başka bir muhalefet” şansı var mıdır ve bu muhalefet kendisini nasıl ifade edecektir sorusu önemliydi. APO (Parlamento Dışı Muhalefet) bu koşullarda oluştu. Hareket Berlin’de şekillenmişti. Ama ne 1966 öncesi ne de 1969 sonrası APO benzeri bir hareket söz konusu olmadı. 1966 öncesi Barış Hareketi (Paskalya Yürüyüşleri) vardı 1969 sonrası ise Marksist-Leninist hareketler ortaya çıkacaktır.

Burada söylediklerini, 1968 gençlik olaylarının daha önce yaşanan politik muhalefetin bir devamı olarak görülmesinin doğru olmadığı şeklinde anlıyorum. Gençlik hareketinin bu anlamda yaşanmış bir öncesi yoktu, diyorsun. Peki, ortaya çıkan bu hareketin ana özellikleri neydi?

• 1968 Hareketinin en temel karakteristiği, onun bir “Gençlik Alt Kültürü” tarafından belirlenmiş olmasıdır. Bu kültürün başını çekenler öğrenci gençlik içindeydiler ve yapmak istedikleri ile hangi taşları yerlerinden oynattıklarını kendileri de bilmiyorlardı. Örneğin Berlin’de bir grup genç biraraya gelerek bir Komün kurmuşlardı. Tahayyül edilen hayat tarzının bugünden yaşanması hedefiyle kurulan ve “Komün 1” olarak bilinen bu çevrenin elemanları basın yayın dünyasında, örgütlerden çok daha fazla tanınıyorlardı. 12-15 kişilik bir gruptu bu ve Amerika’ya giden bir yazarın evinde birlikte oturuyorlardı. Bu grup, günlük hayatın düzenlenmesinde bir başka ideali savundukları için meşhur oldular. Prusya geleneği dışında, onu tanımlayan “temizlik”, “düzen”, “çalışkanlık” gibi anlayışların dışında bir yaşam tarzını savunuyorlardı. “Bir başka insan” olmak, anti-Prusyalı olmak istiyorlardı. Örneğin, “tembel” olmak istiyorlardı. Tembellik hakkını savunuyorlardı.

Bu hareketin bir başka özelliği de yaptığının bir nevi “cinsel devrim” olmasıydı. Cinsiyetin tanımlanması, kadın-erkek arasındaki rol ayrımı, bu ilişkinin bağlı bulunduğu kurallar bolluğunun boğucu karakteri karşı çıkılan noktalardı. Gençler, etraflarını çeviren duvarlara karşı, kendi hayallerini yaşayabilecekleri, sadece kendilerine ait olan bir mekân yaratmak istediler. Bu nedenle ’68 hareketi başından itibaren, kadın-erkek ilişkilerini, başta cinsellik olmak üzere, insan ilişkilerini radikal olarak değiştirmeyi amaçlayan bir kültür hareketiydi. “Komün 1”de bu açıkça gözleniyordu. Bu hareketin kurucusu olan Dieter Kunselmann daha Kasım 1966’da, “Metropollerde Devrimci Komünlerin Kurulması Üzerine Notlar” adlı bir yazı yazmıştı. Bu bir manifestoydu ve toplumu değiştirmeye yönelik bir programdı. Temel düşünce şuydu: Almanya’da toplumsal değişim ancak, onun en temel kurumu olan ailenin parçalanması ile sağlanabilir. Eğer bu hücre parçalanırsa, dünya devriminin en önemli bir halkası olmak başarılabilirdi. Artık bu düşüncenin nerelere kadar gidebileceğini tahmin etmek zor değil.

Bu ilk Komün ne zaman kuruldu ve nasıl bir hareket haline dönüştü?

• Komün 1 Ocak 1967’de kuruldu. Rudi Dutschke de evli olmasına rağmen bu komünün üyesiydi. Eşi, Rudi’ye kendisinin izin verdiğini hatta bu fikrin kendisinden çıktığını söylüyorsa da buna inanmak oldukça zor. Bu grup Mayıs 1967’de, Amerikan Başkan yardımcısına düzenledikleri bir pastalı saldırı nedeniyle SDS’den (Almanya Sosyalist Öğrenci Birliği) atıldı. Çünkü bu hareketleri kamuoyunda çok yoğun eleştiriye neden olmuştu. Fakat grup üyeleri SDS içindeki eylemlerine devam ettiler.

SDS konusunda şunları bilmekte fayda vardır. 1946 yılında Sosyal Demokrat Partinin öğrenci gençlik kolu olarak Hamburg’da kuruldu. Helmut Schmidt 1948’deki başkanıdır. 1961 yılında SPD ile bazı sorunlar yaşandı ve Parti, “bağdaşmazlık” kararı aldı. Buna göre SDS’de üye olmaya devam edenlerin SPD üyeliklerine son verilecekti. Aynı anda SPD ve SDS üyesi olunamazdı. SPD daha sonra kendi gençlik örgütünü kurdu. Bu tarihten itibaren SDS, herhangi bir partiye bağlı olmadan, bağımsız bir Öğrenci Derneği olarak faaliyet gösterdi.

SPD’nin, öğrenci derneğini bünyesinden koparmasının çok önemli bir nedeni vardı. Doğu Almanya’nın yönetici partisi SED (Almanya Sosyalist Birliği Partisi) bu örgüt içerisine sızmıştı. Hamburg’da hâlâ yayımını sürdüren Konkret dergisi yöneticilerinin çoğu gizli Alman Komünist Partisi üyesi idiler. Ulrike Meinhof (daha sonra RAF-Kızıl Ordu Fraksiyonu olarak bilinen silahlı mücadele yürüten örgütün kurucusu) bunların arasındaydı. Grup Sosyalist Öğrenci Birliğinin içine girerek, resmî komünizm ideolojisini bu örgütte yaymaya çalıştı. Bu gençlik örgütü içinde bir kutuplaşmaya yol açtı. Sosyal Demokratların pozisyonuna mı yoksa Doğu Almanya Sosyalist Birlik Partisinin (resmî komünist partinin) pozisyonuna mı yakın bir yerde durulacaktı? Ana soru buydu. Sosyal Demokratlar, komünistlerle aynı çatı altında bulunmayı dayanılmaz buldular ve gençlik örgütünü saflarından uzaklaştırdılar.

Daha sonraki yıllarda hepimiz bu kararın yanlışlığını savunduk. Ama bugün Almanya’nın birleşmesi ile birlikte elimize geçen yeni bilgi ve dökümanların ışığında sızmanın merkezî bir politika olarak başarıyla yürütülmüş olduğunu anlıyoruz. Bu nedenle şimdi, Sosyal Demokratların yaptıklarının son derece mantıki göründüğünü söylemek zorundayım. Tabiî bu karar bir başka olgu ile birlikte değerlendirilmelidir. 1959 yılında Sosyal Demokratlar yeni bir program kabul etmişlerdi. Buna göre SPD artık bir sınıf partisi değil bir halk partisiydi. Batı Entegrasyonu konusunda yeni bir tutum benimsemiş, NATO’ya bağlı olmayı savunuyordu, vb... O zamanki ifadeyle söylersem SPD artık sol bir parti değildi.

Sosyalist Öğrenci Birliği 1966’ya kadar bir geçiş dönemi yaşadı. Bu dönemde Doğu Almanya’nın bu örgütü tam anlamıyla kontrol altına alma çabası sürdü. Doğu Almanya SED’sinin gençlik örgütü ile çeşitli ortak çalışmalar yapıldı. Fakat Öğrenci Birliği’nin merkezî yayın organı Neue Kritik (Yeni Eleştiri) dergisinde Frankfurt Okulu’nun teorik etkisini de gözlemek mümkündü. Bu dönemde “Yeni Sol” kavramı merkezî bir rol oynuyordu. En azından teorik olarak, oluşmuş blokların dışında bir üçüncü alternatifin oluşturulması konusunda yoğun bir çaba vardı. Bloklardan birisi Sosyal Demokrasiydi ve red ediliyordu. Çünkü sosyal demokrat olmak artık anti-kapitalist olmamak, sisteme teslim olmak, popülist bir reform partisini savunmak anlamına geliyordu. Sınıf kavramının içi boşaltılmıştı ve bu gençlerce red ediliyordu. Diğer taraftan ise Stalinizme karşı çıkılıyordu. Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeler gözler önündeydi. Doğu Almanya korkutucu bir örnek olarak duruyordu. Özellikle Duvar’ın örülmesi, Berlin’in bir ada gibi izole olması, gençlik hareketinin önderlerinin çoğunun Doğu Almanya’dan kaçmış olmaları resmî sosyalizm ile araya mesafe koyma ihtiyacını ortaya çıkarıyordu.

Bu gençler aynı zamanda, Doğu Almanya’dan kaçmak isteyenlere yardımcı oluyorlardı ve bu son derece tehlikeli bir işti. Her an öldürülmek işten bile değildi. Bu açıdan Yeni Sol kavramı kendini tanımlamak için çok önemliydi. Macaristan ve Polonya 1956 olaylarından sonra bu kavram ortaya çıkmıştı. Bu kavramla, hem solcu olmak hem de Stalinizme karşı olmak ve totalitarizm tehlikesine düşmemek imkânı elde ediliyordu. Yeni Sol kavramının büyüleyici bir boyutu vardı. Hiç değilse en azından entellektüel boyutta hem resmî sosyalizme karşı olmak hem de solcu olmaya devam etmek mümkündü. Bu nokta bugün fazla önemli bir sorun değilmiş gibi gözüküyor ama Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliğini eleştirmenin çok zor bir olay olduğunu hatırlatmak isterim.

Eğer söylediklerini özetlemek gerekirse, şu tür devrelerin varlığından söz etmemiz gerekiyor. Önce, Öğrenci Birliği kendi isteği ile olmasa da, bir partinin kariyer yapılan yan kuruluşu olmaktan çıktı bağımsız bir örgüt halini aldı. Sonra, yayın organında “Yeni Sol” kavramı üzerine tartışma başladı ve Komün 1’in kurulması ile birlikte ’68 Hareketinin “solu başka türlü tanımlamak” olarak ifade edebileceğimiz önemli bir özelliği şekillenmiş oldu. Burada hareketin oldukça “teorik” başlamış olduğunu gözlüyoruz. İki soru sormak istiyorum. Teori gerçekten bu denli ağırlıklı bir rol oynadı mı? Ayrıca ’68’i tanımlayacak başka ne tür özellikler saymak istersin?

• ’68 Hareketinin en önemli özelliklerinden birisinin onun güçlü teorik temellere dayanmış olmasıdır, demek yanlış olmaz. Gerçekten de gerek günlük insan ilişkilerinin nasıl düzenlenmesi gerektiği ve bunların bugünden nasıl hayata geçirilebileceği sorusu ile ideal bir toplumsal düzenin ne olduğu ve bunun nasıl kurulabileceği sorusu hareket daha belli bir ivme kazanmadan ayrıntılı tartışılan konular arasındaydı. Bu bağlamda, teorik olarak düşünülmüş şeylerin hayata geçirilmeye çalışılmasından söz edebiliriz. Hareketin önemli bir özelliği olan “anti-otoriter”lik bu tartışmaların sonucu bilinçle yapılmış bir tercihtir. Buradan ikinci soruna geçebilirim.

1967 ile birlikte yukardaki gelişmelerin sonucunda, SDS (Öğrenci Birliği) içinde kendisini “Anti Otoriter” olarak tanımlayan bir fraksiyon oluştu. Anti-otoriter kavramı, Almanya toplumunu değiştirmeyi amaçlayan bir program gibi idi ve Frankfurt Okulu’nun iki önemli teorik varsayımına dayanıyordu. Birincisi, bununla bir devlet teorisi anlatılmak isteniyordu. İkincisi ise sosyal psikolojik bir teorik açılımdı. Birinci teorik açılımda Max Horkheimar’in “Otoriter Devlet” makalesi merkezî bir rol oynuyordu. Max Horkheimer’in 1941’de ele aldığı Otoriter devlet, faşizme geçiş için anayasal bir kırılmaya, dönüşüme ihtiyaç duymayan diktatör bir devlet tarzıydı. Bu devletin anayasası öyle bir tarzda düzenlenebilirdi ki, anayasal değişikliğe gerek olmadan faşist bir devlet kurmak imkân dahilinde olabilirdi.

Federal Almanya’da 1960’lı yılların ortalarından itibaren zaten “Olağanüstü Hal Kanunu” (Notstandgesetz) tartışması vardı. Bu kanunu çıkarabilmek için Anayasal bir değişiklik gerekiyordu. Horkheimer’in tezi bu bağlamda kullanıldı ve Büyük Koalisyonun yapmak istediği şey, faşizmin kurumsal temelini oluşturmak olarak yorumlandı. Yeni bir faşizm tehlikesi Almanya’nın en merkezî sorunu halini aldı. İlginç olan bu tasarı Mayıs 1968’de, Öğrenci Hareketinin en tepe noktasında bulunduğu sırada kanunlaştı. İki gelişmede aynı tarihte, en tepe noktasında birbiriyle buluştu. Kanunun çıkması büyük bir korku yarattı. Liberal düşünceli birçok insan, bu kanun çıktıktan sonra Almanya’da artık yaşamanın bir tehlike haline geldiğine inanıyordı. Örneğin, Konstanz’da yapılan bir mitingde, İsviçre’ye geçilerek, sembolik olarak Almanya terk edildi.

Anti-otoritarizmin diğer boyutu, sosyal psikolojinin alanına giriyordu ve otoriter kişilik konusunda Frankfurt Okulu’nun geliştirmiş olduğu teorik çerçeveyi kalkış noktası yapıyordu. Adorno, Horkheimer, Erich Fromm, Marcuse gibi teorisyenlerce savunulan bu teorinin özü şuydu: Almanya’da anal-sadist olarak tanımlanabilecek esasa dayanan bir eğitim anlayışı vardır. Bu eğitim, sonuçta sadece “emir alan” insanlar yaratmaktadır. Prusyalı-militarist insan tipinin ortaya çıkmasının nedeni budur. Ortaya çıkan bu “otoriter tip”, Nasyonal Sosyalizmin (faşizmin) kitlesel temelini oluşturmuştur.

Anti-otoritarizm bu iki ana eğilime karşı düşünülmüş bir programdır. İki boyutu vardı. Birincisi, otoriter bir devletin kurulmasına, parlamenter yapının korunarak faşist bir sistemin temellerinin atılmasına karşı çıkılacaktı. İkincisi bireyin kendisi, içinden değiştirilmeye çalışılacaktı. Bireyin kendi içgüdüsünden, kendi özgürlüklerinden kalkarak kendisini tanıması gerektiği savunuluyordu. Birey, kendisinin bilincine vararak, kendisi hakkındaki kararları alacak duruma gelecek ve kendini özgürleştirecekti. Emansipasyon kavramı bu bağlamda yaygın olarak kullanıldı. Bu noktalar, 1967 yılında “gençlik ayaklanmasının teorik temel ön koşullarını oluşturdu.

1967 yılının Eylül ayında Sosyalist Öğrenci Birliğinin Frankfurt’ta yapılan temsilciler toplantısında Rudi Dutschke ve Hans Jurgen Krahl bu noktalar etrafında oluşturdukları bir “Örgütlenme Yazısı sundular ve çoğunluğun desteğini kazandılar. Anti-otoriter fraksiyon öğrenci gençlik içinde çoğunluğu arkasına almayı başardı. Yönetim esas olarak bu fraksiyonca belirlendi. Böylece gençlik eylemliliği SDS’in çatısı altında örgütlenmeye onun tarafından yönetilmeye başlandı.

Frankfurt Okulu’nun gençlik hareketi üzerinde bu denli etkin olabilmesini hangi nedenlere bağlıyorsun?

• Gençlik hareketin önemli bir özelliği onun Batı Berlin’den başlamış olmasıdır. Rudi Dutschke bu hareketin sembolü idi. Bu sadece kendisine yönelik silahlı saldırı nedeniyle değildi. Bu saldırı ile Almanya çapında büyük bir üne kavuştu gerçi, ama çok daha öncesinden hareketin karizmatik önderiydi. Bunu şöyle anlaşılır kılabilirim. Örneğin Frankfurt’ta bu harekete katılan Joschka Fischer (bugün Yeşil Partisinin Parlamento Grup Başkanı) ve benim gibi birçok insan Rudi Dutschke’ye duyduğumuz hayranlık nedeniyle gençlik hareketine girmiştik. Hepimiz ona hayrandık. Bugün bile hâlâ, Almanya’nın hangi şehirlerinde, ne kadar sık arayla konuşmalar yapmış olduğunun dökümünü çıkartabilmiş değiliz. Her gün bir başka şehirdeydi. Almanya’da büyük bir “Turne düzenlemiş gibiydi.

Batı Berlin’de ortaya çıkan gençlik hareketi, kaçınılmaz bazı özelliklere sahip olmak zorundaydı. Öğrenci Hareketinin Berlin’de yaşayan önderlerinin çoğu Doğu Almanya’dan kaçmışlardı. Batı Berlin o dönemde bir adaydı. İstediğiniz zaman terk edemezdiniz. Özellikle Doğu Almanya’dan kaçarak gelen Rudi Dutschke gibi isimler ancak uçakla Berlin’i terk edebiliyorlardı, yoksa tutuklanırlardı. Sırada insanların Berlin’e gidip gelmesi bile o zamanlar son derece sorunluydu. Bu özelliği nedeniyle Berlin’in, diğer hiçbir şehirle kıyaslanmayacak kendine has sosyal bir yapısı vardı. Berlinli öğrencilerin şehirdeki konumu, şehir halkıyla ilişkisi de buna bağlı olarak farklıydı.

Doğu Almanya’dan gelen öğrenci önderleri Marksizm-Leninizm konusunda son derece derin bilgiye sahiptiler. Dogmatik Marksizmin “rahle-yi tedrisatından” geçmişlerdi. Marx, Engels, Lenin vb. gibi klasikleri ezbere biliyorlardı. Bu nedenle sürekli bir biçimde, “biz bunları biliyoruz, fakat biz başka bir şey yapmak istiyoruz”, diyebiliyorlardı. Bu ağırlıkları sayesinde hareketin karakterini de anti-Stalinist olarak belirleme şansına sahip oldular. Bu noktada, Adorno, Horkheimer, Marcuse, Habermas gibi Marksist olduklarını söyleyen, ama toplumla, insan psikolojisiyle, özellikle özgürlük kavramıyla oldukça değişik bir ilişki kurmuş insanlarla tanışmış olmalarının onlar açısından büyüleyici bir tarafı olduğunu görmek gerekiyor. Frankfurt Okulu’nda birey, devlet sosyalizminde hiç görmedikleri bir biçimde son derece önemli bir yer tutuyordu. Resmî sosyalizmde sadece yüce parti ve yüce devlet söz konusuydu, Frankfurt Okulu’nca savunulan “eleştirel teori”de ise her şeyin başı ve sonu insandı. Bu, gençler açısından Marksizmin yeni bir yorumuydu ve büyük bir hayranlık yaratıyordu.

Özellikle Herbert Marcuse’nin önemli bir ağırlığı söz konusuydu. Başlangıç döneminde gençlik hareketinin tepe noktalarından birisi, Haziran 1967 yılında Marcuse’nin yapmış olduğu bir konuşmadır. Serbest vezin yaptığı konuşmanın başlığı “Ütopyanın Sonu” idi. Burada kastedilen, tahayyül edilen ütopyanın artık bitmiş olduğu değildi. Aksine, “geç kapitalizmin” içine girdiği bu evrede, komünist ütopyanın gerçekleştirilmesi için tüm ön koşulların yaratılmış olduğu ileri sürülüyordu. Artık bir “fazlalık” haline gelmiş bu toplumda her şey mevcuttu, sadece durumun bilincinde olmak ve iktidar ilişkilerini değiştirmek yetecekti. Bu yapıldığı an devrim gerçekleşmiş olacaktı. Abartısız, yapılması gerekenin çok basit bir şey olduğuna inanılıyordu. Objektif tüm şartlar hazırdı, gerekli olan subjektif şartları yaratmaktı, bunun için ise istemek yetecekti. Büyük bir kararlılıkla mücadele etmeli ve iktidarı ele geçirmeliydik. Bu en açık Marcuse tarafından savunulduğu için, o hareket için bir “ışık” özelliği taşıdı. 70 yaşının üstündeydi ve Kaliforniya’dan gelerek bu konularda konuşmalar yapıyordu. Frankfurt Okulu’nun diğer profösörlerinin böyle şeyler yapmadığını burada eklemek gerekiyor.

Gençlik Hareketi ilk ivmeyi hangi eylemle kazandı?

• 2 Haziran 1967’de İran Şahı Berlin’i ziyaret etti. Bu ziyareti protesto etmek için bir gösteri düzenlendi ve bu gösteride bir öğrenci öldürüldü. Bu olayla birlikte gençlik hareketi yeni bir boyut yeni bir dinamizm kazandı ve tüm diğer üniversitleri, tüm şehirleri, en küçük kasabaya kadar okulları içine aldı. Üniversite öğrenci gençliğinin hareketi kısa sürede lise öğrencilerini, çırakları, genç işçileri de içine alan bir “gençlik başkaldırısına” dönüştü. 1967-69 arasında Almanya’da yaşanan gençlik hareketini bu genel çerçeve içinde açıklamak doğru olur zannederim.

Gençlik Hareketi içinde Nazi geçmişin fazla bir rol oynamadığı, gençliğin bu konuya gerekli önemli vermedikleri söyleniyor.

• Doğru değil bu. Herbert Marcuse örneği bu açıdan önemlidir. Yukarıda onu bir başka boyutuyla ele aldım. Eklemek gerekir ki, Marcuse, gençlik için bir baba rolüne de sahipti. Gençlerin babalarının büyük bir kısmı Nazi idi. Çoğu şu veya bu şekilde Nazilerin cinayetine ortak olmuştu. Gerçek babalar gençler için örnek teşkil etmiyordu. 1933’te hayatını kurtarmak için Almanya’dan kaçan Marcuse bu gerçek babaların tam karşıtı bir resim oluşturuyordu ve onun kişiliğinde gençler, reddettikleri bu büyüklerinin yerini dolduracak “yedek bir baba” bulmuşlardı.

Gençlerin babalarına yönelik sordukları, “sen ne yaptın ve neredeydin” sorusu o halde ’68 hareketinde önemli bir rol oynadı.

• Elbette, hattâ bu gençlik hareketi ortaya çıkmadan da çok önemli bir rol oynadı. Bunu ben kendi hayatımdan da biliyorum. Okullardaki eğitim sırasında en çok uğraştığımız konulardan birisiydi bu. Yahudi Soykırımı nedeniyle, 1962 yılında İsrail’de görülen Eichmann davası, Frankfurt Auschwitz davası gibi duruşmalar büyük tartışmalara yol açmıştı. Entellektüel çevrelerin ötesinde, okullarda en çok konuşulan konulardan birisiydi bu. Örneğin üniversitelerde, 1964-65 yıllarında, “kahverengi üniversite ve kahverengi profösörler” üzerine, yani Nazilerle işbirliği yapan kişi ve kurumlar üzerine seminer dizileri yapılıyordu. Bu nedenle, Almanya’daki gençlik hareketini diğer ülkelerden ayıran ana özellik, hareketin, Nazi geçmişleri nedeniyle ailelere karşı yönelmiş olmasıydı.

Özellikle anti-emperyalizmin çok öne çıktığı bu nedenle Nazi geçmişi ile hesaplaşmanın yeteri kadar yapılamadığını ileri sürenler var.

• Kesinlikle doğru değil bu. Elbette bu düşünceyi savunanların var olduğunu biliyorum. ’68 üzerine yapılan bazı çalışmalarda, sorun sadece sosyolojik bir kuşak çatışması olarak ele alınıyor ve Nazi geçmişle hesaplaşma tamamıyla dışlanıyor. Oysa, Hareketin en önemli halkalarından birisi, “Olağanüstü Hal Kanununa” karşı olmasıydı. Buradaki ana tema, faşist tehlikenin engellenmesiydi. Öte yandan, hareketin Nazi geçmişine karşı tavır alması boyutunu unutursanız, RAF’ın (Kızıl Ordu Fraksiyonu) kuruluşunu anlayamazsınız. Eleştirel teorinin hareket içinde bu denli etkin olması ancak bu bağlam içinde mümkün olmuştur. Gençlik Hareketinin kendisine teorik önder olarak seçtikleri insanların hepsi, geri göç etmiş Yahudilerdi. Bunlar, birincisi, soykırımdan kaçarak hayatlarını kurtaran, ayakta kalmış insanlar olarak görülüyorlardı; ikincisi, hepsi başka bir tarzını temsil ediyor olsalar da Nazi döneminde tabulaştırılmış ve yasaklanmış olan Marksizmi savunuyorlardı.

Eğer ’68 hareketinin ana özelliklerine bakacak olursak, anti-otoriter olmak ve bireyin özgürlüğünü merkeze almak gibi unsurlar öne çıkıyor. Burada akla şu soru geliyor; nasıl olur da bu denli özgürlükçü karaktere sahip anti-otoriter olduğunu söyleyen bir hareket, sonuçta otoriter bir karakter kazandı ve buna uygun bir ideoloji olan Marksizm-Leninizmi bayrak edindi ve özgürlükleri ortadan kaldıran örgütleri ortaya çıkardı?

• Cevap verilmesi gereken en önemli sorulardan bir tanesi budur. Zannediyorum, en önemli nedenlerden bir tanesi, hareketin “anti-otoriter” çizginin egemen olduğu dönemde politik bir yenilgi almış olmasıdır. Birincisi, “Olağanüstü Hal Kanunu”na karşı yürütülen muhalefet başarısızlıkla sonuçlandı. Kanun anayasa değişikliği için gerekli olan 2/3 çoğunlukla Meclisten geçti. Bu hareket için oldukça sert bir “iç yenilgi” idi. Dışarıda ise Vietnam Savaşı tüm hızıyla devam ediyordu. Yüksek okullarda yapılması istenen reformlar son derece eksik ve sınırlı bir biçimde gündeme geldi. Beklentiler gerçekleşmedi.

Burada birara soru sormak istiyorum. Türkiye’de gençlik hareketi başlangıçta, genel siyasî talepler etrafında değil, daha çok öğrenci gençliğin akademik talepleri etrafında örgütlenmişti. Almanya’da, bu tür talepler anladığım kadarıyla fazla bir rol oynamadı.

• Evet, öğrenci gençliğin akademik talepleri fazla ağırlıklı bir rol oynamadı. Gerçi 1965-66 yıllarında, Eğitimde “olağanüstü bir durum” olduğu yani eğitimin yetersiz olduğu konusunda şikayetler vardı. Dersanelerin yetersizliği, sınıfların fazla dolu olması, yeterli öğretim görevlisi yokluğu, bursların çok az olması gibi konular bu yıllarda Öğrenci Birliği’nin uğraştığı konular arasındaydı. Ama 1967’de gerçek anlamda gençlik hareketi başladığında bunlar artık önemli değildi. Genel toplumsal sorunlar “öğrenci başkaldırısı”nda daha belirleyici idi.

Anti-otoriter bir hareketten otoriter karakterdeki harekete geçiş konusuna geri dönebiliriz.

• Birinci neden söylediğim gibi, yenilgiden elde edilen tecrübelerdi. “Olağanüstü Hal Kanunu” ile elde edilen yenilgi öğrenci hareketinde bir tarzın giderek güçlenmesine neden oldu. Bunu “aksiyonizm” olarak tanımlayabiliriz. Politik içerikler ikinci plana düştü. Asıl önemli olan “eylemdir” denmeye başlandı. Eylemin, salt eylem olarak kendisi, politik taleplerden daha önemli oldu. 5 Kasım 1968’de Berlin’de yaşanan bir olay bu konuda dönüm noktası oldu. Öğrencilerin Avukatlığını yapan Horst Maler’in Avukatlık lisansı geri alınmak isteniyordu bunun için mahkemeye verilmişti. Öğrenciler buna karşı gösteri düzenlediler ve ofansif bir tavır içine girdiler. Çatışma çıktı. Çatışmada, camlar kırıldı, çok sayıda polis yaralandı. Öğrenciler, “savaşı kazandık” sevinci içindeydiler. Elde edilen başarı, öğrenci hareketi açısından bir dönüm noktasıydı. Gerçi öğrenci hareketi içinde bu tarz eylemlere karşı olanlar da vardı ama onlar azınlıktaydılar.

Elde edilen başarı, çoğunlukta, “daha radikal eylemlere yönelmek gerektiği” inancını güçlendirdi. Ama daha radikal eylem yapmak için, daha iyi örgütlenmek gerekiyordu. Nasıl daha iyi, daha sıkı örgütlenebiliriz sorusunun cevabı aranmaya başlandı. Daha militan bir örgüt tarzı nasıl yaratılabilirdi; örgütlenme gizli mi olmak zorundaydı; her şeyi açık ve ortada yaparsak devlet güçleri karşısında herhangi bir başarı elde etmemiz mümkün değildir, gibi soru ve tartışma noktaları etrafında yeni şekillenmeler başladı. Örgüt sorunu artık hareketin merkezî sorunu haline gelmişti.

Tabiî burada çok önemli bir noktanın altını çizmek gerekiyor. Öğrenci hareketi içindeki radikalleşmenin ana iticisi devrime olan inançtı. Bir devrim kaçınılmazdı ve gerekliydi. Ve devrimi yapabilmek için eski tarz eylem ve örgüt biçimlerinden vazgeçilmesi gerektiğine inanılmaya başlandı. Fakat burada geniş öğrenci kitlesi ile önder kadrolar arasında bir ayrım yapmak gerekir. Devrim için örgütlenmek gerektiği inancı, önder kadrolarda yaygındı; belki de toplam 1000 öğrenciyi aşmayan bir sorundu bu. Yoksa geniş öğrenci kitlesinin böyle bir eğiliminden söz etmek oldukça zordur. Devrime inanç, demokratik reformlar konusunda elde edilen başarısızlıkla da birleşince, “biz zaten eğitim reformu, eğitim koşullarının düzeltilmesi vb. gibi sınırlı şeyler istemiyoruz. Sadece reformlarla uğraşmak komiktir, biz toplumu radikal biçimde değiştirmek istiyoruz”, biçimindeki eğilimin güçlenmesine yol açtı.

Demokratik reformlar konusunda, parlamenter sistem içinde elde edilen başarısızlık ve yenilginin bir başka sonucu daha oldu. Radikal demokratik seçenekler üzerine düşünülmeye ve tartışılmaya başlandı. “Üreticilerin iktidarı” fikri geliştirildi, üretenler aynı zamanda yöneten olmalıydılar. Bunun için bulunan siyasî yönetim tarzı ise, “Şuralar Demokrasisi” idi. Parlamenter sistemin, Nazileri işbaşına getirdiği için Almanya’da itibarı zaten düşüktü. 1968’de ise seçimlerle oluşmuş bir parlamento yine “Olağanüstü Hal Kanunu”nu kabul ederek, demokratik kanalları kullanarak, diktatörlüğü inşâ etmişti. Bu kanunla, parlamentarizmin kendi içinden yıkılmış olduğuna inanılıyordu.

Sonuç, parlamenter kurumlara karşı duyulan derin güvensizlikti. Demokrasi ancak üreticilerin iktidarını sağlayacak tarzda örgütlenebilirse gerçek demokrasi olacaktı. Bu nedenle doğrudan demokrasi, parlamentarizmin yerine kondu. Bunun biçimi ise söylediğim gibi, şuraların oluşturulması idi. En küçük üretim biriminden başlanacaktı ve en üste doğru örgütlenilecekti. Alt şuralar biraraya gelerek üst şuraları oluşturacaktı. Taban demokrasisini temel alan bir örgütlenme modeli geliştirilmek isteniyordu. Fakat bu konudaki tartışmalar da kısa sürede sona erdi. Pratik başarısızlıktan daha önemli olan bu tartışmayı yapan insanların kendilerinin çok farklı örgütlenme modellerini tercih etmiş ve bu tarzda örgütlenmeye başlamış olmalarıydı.

Bir geçiş döneminden söz edersek bunu şöyle tasvir edebiliriz. Bir taraftan, Anti-Otoriter dalganın önemli bir kısmı mevcut partiler tarafından emilmeye başladı, öbür taraftan öğrenciler de benzeri partiler kurmaya başladılar. Yeni kurulan DKP (Alman Komünist Partisi) ve SPD (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) öğrencilerin yöneldiği iki büyük örgüt idi. DKP, 1958’de yasaklanan KPD’nin (Komünist Parti) yerine kurulmuştu. SPD iktidara geçmişti ve Willy Brandt Başbakan olmuştu. Sosyal Demokrasi yeniden çekim noktası haline gelmişti. Öğrencilerin kurulmasına aktif katıldıkları parti KPD-ML idi. 31 Aralık 1968’de KPD-ML’nin (Marksist-Leninist Almanya Komünist Partisi) resmen kurulmasını bir dönüm noktası olarak alabiliriz. Seçilen tarih de önemlidir. Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht’lerin Komünist Partisi’nin kuruluşunun tam 50. yılında kuruluyordu yeni parti. Bunun dışında kalan özellikle Berlin’deki “sert çekirdek” Kızıl Hücreler (Rote Zellen) biçiminde örgütlendi. KPD-AO (Almanya Komünist Partisi Yeniden İnşa) kurulan bir başka örgüttü. Bunu Güney Almanya bölgesinde kurulan KBW’nın (Batı Almanya Komünist Hareketi) kurulması takip etti. Bu son iki örgüt Mao’nun düşünceleri etrafında şekillendi. Böylece sahne artık tümüyle değişmişti.

Burada söylediklerim bir durum tespitinden öteye gitmiyor tabiî ve nasıl oldu da böyle bir geçiş oldu konusunda bir açıklama getirmiyor. Anti-Otoriter olarak kendini tanımlayanlar ise hâlâ kendilerini öyle tanımlamaya devam ettiler ve Marksist-Leninist dalgaya karşı, ona bir reaksiyon olarak kendilerini “Kendiliğindenciler” (Spontis) olarak tanımladılar. Teorik arka planda Rosa Luxemburg’un görüşleri önemli bir yer tuttu. Rosa, kendiliğindencilik ve örgüt arasında sürekli gidip gelen bir diyalektikten söz ediyordu. Ve örgüt fetişistlerine karşı kendiliğindenciliğin önemini vurguluyordu. “İşçilerin (yığınların) kendi eylemliği” -bu o dönemde böyle anılıyordu- önemliydi ve eğer örgüt, yığın eylemliliğinden koparsa diktatörlüğe yönelirdi. Bunlar Rosa’nın Leninist örgüt modeline karşı yönelttiği eleştirlerin merkezini oluşuturuyordu. Marksist-Leninist örgütler, kendilerini “dogmatik olmayan sol” olarak tanımlayanları, Leninist örgütlenme anlayışına bağlı olarak “kendiliğindenci” olmakla suçluyorlardı. Bu kesim de “evet, biz tam da sizin söylediğiniz gibi kendiliğindenciyiz” diyerek kendilerini “spontiler” olarak adlandırmaya başladılar. Sonuç üniversitlerde bu iki kesim arasında ardı arkası hiç kesilmeyen kavgalardı. Üniversiteler bu gruplar arasında ufak savaş alanlarına döndü.

Burada söylediklerini, öğrencilerin savundukları “devrim” anlayışı gereği, kaçınılmaz olarak “eylem” ve “örgüt” gibi sorunlarla uğraşmalarının bu sonucu doğurduğu şeklinde anlıyorum. Bu bana “kafadan doğum” gibi geldi. Bu yönelimi mümkün kılan bazı geleneklerin varlığından da söz etmek gerekmez mi?

• Tekrar belirtmekte fayda var. Tüm gençlik hareketinin ana özelliğini, anti-otoriter bir çizgiden otoriter bir çizgiye geçiş olarak tanımlamak doğru değil. Söylediğim gibi, anti-otoriter eğilim, “sponti” hareketi biçiminde de devam etti. Ama haklısın, otoriter eğilimlerin ortaya çıkmasında, Almanya toplumunda var olan bir mantalitenin önemli bir payı oldu. Bunu geleneksel otoriter davranış kültürü olarak tanımlayabilirim. Daha öğrenci hareketleri sırasında bile, bir grup genç özellikle kılık kıyafetleriye kendilerini çoğunluktan ayırmaya başlamışlardı. Bunları “Deri Ceket Fraksiyonu” olarak adlandırıyorduk. Kısa sürede saçlarını da çok kısa kesmeye başladılar. Çünkü “işçi önderi” olmanın ancak böyle olabileceğini düşünüyorlardı. Bunlar 1920’lerdeki Muhafazakar Devrimciler geleneğinden etkileniyorlardı. Örneğin bu düşüncenin teorisyenlerinden, sonradan Nazilere de destek vermiş olan Carl Schmit’i okuyorlardı. Carl Schmit’in özellikle “Kararlılık” konusunda söylediklerinin bu gençler üzerinde büyük etkisi vardı. “Eğer sosyalizm gerçeklik olmaktan uzaksa, onu gerçekleştirmek için daha çok kararlılığa ihtiyaç vardır” ana sloganlarıydı. “Amaç ve bu amacı gerçekleştirmek için kararlı bir biçimde ileri atılmak”, savunduklarını böyle özetleyebiliriz. Bu tutum son derece sekter diyebileceğimiz, amaç için her şeyin kutsallığını savunabilecek bir kültüre denk düşüyordu ve Almanya’da güçlü kökleri vardı. Gençlik hareketi içinde güçlenen otoriter eğilimin bu kültürel kaynaktan beslendiğini söyleyebiliriz.

Sorun bir tek anti-otoriter hareketten otoriter örgüt yapılarının çıkması ile sınırlı değil. Yine bu dönemde “dogmatik olmayan sol” olarak kendini tanımlayan kesim içinden silahlı mücadeleyi savunanlar ve buna göre örgütlenenler de çıktı. Bu nokta önemli çünkü benzeri bir gelişme Fransa ve İngiltere’de gözlenmedi. Bu durum nasıl izah edilecek. Konuya ilişkin yapılan genel bir izah tarzı, Fransa ve İngiltere’de geleneksel komünist veya işçi partilerinin varlığıdır. Geleneksel partilerin gücü, öğrenci hareketini bünyesine almayı, entegre etmeyi başardı, oysa Almanya’da böyle güçlü bir Komünist Parti yoktu, yasaklanmıştı ve bu nedenle silahlı mücadeleye doğru radikalleşme kaçınılmazdı, deniyor. Bir diğer izah da sosyo-psikolojik. Örneğin Norbert Elias’da da bu tür bir izahı görüyoruz. Otoriter toplum yapılarında (ki Almanya böyle bir toplumdu) güçlü bir süper ego oluşmamıştır. Bu toplumda güçlü bir identifikasyon merciinin yokluğu anlamına gelir ve şiddeti frenleyecek toplumsal mekanizmaların oluşmaması sonucunu doğurur. Bu toplumlarda şiddete yönelik eğilimler kendisini daha kolay ifade etme şansını bulurlar, deniyor. Almanya için bu yönelimi nasıl açıklamak istersin?

• Bu konuda saydıkların şüphesiz önemli faktörlerdir. Bunların yanısıra, “esas olan şudur” demeden başka hipotezler de ileri sürülebilir. Hepsi bir tür açıklama denemesidir. Benim en ilginç bulduklarımdan bir tanesi, Daniel Cohn Bendit’in yaptığı açıklamadır. Silahlı mücadele üç büyük ülkede aynı anda örgütleniyor ve başlıyor. İtalya, Almanya ve Japonya. Bu üç ülke de, ikinci cihan harbinde müttefik idiler. Buradan çıkartılacak sonuç şu oluyor. Tarihsel özellikler bu ülkelerde silahlı mücadelenin oluşmasında önemli rol oynamış olabilir. Bu özelliklerin başında, gelişmemiş bir burjuva demokratik sistemin varlığı geliyor. Parlamenter sistemin zayıflığı ve bu sisteme karşı duyulan derin güvensizlik bu ülkelerin ortak özelliği. Bu nedenle de bu ülkelerde öğrenciler, parlamenter sistemi dışlayan silahlı biçimlere kolayca yönelebildiler. Norbert Elias’ın kastettiği süper ego sadece güçlü bir üst kollektif kimliğin varlığı olarak anlaşılmamalı. Demokratik bir kültürün, kurumlarıyla birlikte yerleşmiş olması da bunun bir göstergesi olarak anlaşılmalıdır. Söylediğim gibi, silahlı mücadeleye geçiş nedenleri konusunda yapılabilecek izahlardan birisi bu.

Bir diğer izah tarzını da daha çok kendi deneylerime dayanarak yapmak isterim. Bu en azından Frankfurt’ta benim de içinde bulunduğum çevrede gözleniyordu. Bizlerde bu tartışmalar sırasında “marjinal gruplar konsepti” diyebileceğim bir görüş ağırlık kazanmıştı. Bu fikri ilk ortaya atan Marcuse idi. Tek Boyutlu İnsan adlı kitabında bu fikirleri dile getirmişti. Buna göre, metropollerde proletarya kendisinden beklenenleri yapacak durumda değildi, bunun yerine marjinal gruplar daha önemliydi. Değişimin asıl taşıyıcıları sistem tarafından “dışlanmışlar” olabilirdi. İşçi sınıfı fazlasıyla sisteme entegre olmuştu, bir devrim yapabilecek konumda değildi. Bu nedenle çatışmanın en canlı ve en yoğun olduğu yerlere, gruplara yönelmek gerekir. Örneğin Amerika’da siyahlar böyle bir konumdaydı.

Eklemek gerekir, Marcuse, kenar grupların proletaryanın yerini aldığını veya alacağını savunmuyordu. Kenar gruplar, sadece birer katalizör rolünü oynayabilirlerdi. Bunların eylemlerinin proletaryayı da harekete geçireceğine inanılıyordu. Bu görüşler doğrultusunda, Anti-otoriter çevrelerde bu kenar gruplara ve kültürlere yönelmek gerektiği fikri egemenlik kazanmaya başladı. Bunda öğrenci hareketinin içine girdiği kriz de önemli bir rol oynadı. “Artık devrimin gerçek öznesine yönelmek vakti geldi”, denmeye başlandı. Bu devrimci öznenin nerelerde olduğu aranmaya başlandı ve bunların en çok bakım evlerinde toplandıkları tespiti yapıldı. En fazla dışlanan ve kenara atılan onlardı. Buralara gidilmeye başlandı. Örneğin Frankfurt yakınlarında böyle bir bakım evine gidildi ve 50 genç buradan çıkarıldı. Bunların bazıları sonradan RAF içinde aktif görev alacaklardır.

RAF henüz kurulmamıştır fakat kurucu adayları, çeşitli olaylardan dolayı hapis cezasına çarptırılmışlardır. Bu nedenle illegaliteye geçmişler ve kenar grupları örgütlemeye çalışıyorlardı. İşte tam bu dönemde, özellikle Latin Amerika gerilla hareketlerine, Tupamaroslara karşı büyük bir sempati oluşmaya başladı. Yeni Strateji: Şehir Gerillası başlıklı kitaplar çıkıyor, dergiler yayımlanıyordu. Yayınevlerinden birisi, bugün de, o gün de Almanya’nın en yerleşik yayınevi olan Suhrkamp idi. Şehir gerillası büyüleyici bir kavramdı. Çatışma, ölüm vb. değildi ilk elde akla gelen, fikir romantik bir biçimde algılanıyordu. Bence Tupamaros hayranlığı, şehir gerillası fikri ve bunun başarıyla uygulanabileceği inancı Almanya’da silahlı mücadeleye geçişte önemli bir faktör oldu. RAF’a egemen olan anlayışın da Marksizm-Leninizm olduğunu söylememiz gerekir. Bu nedenle kendilerini Kızıl Ordu Fraksiyonu olarak adlandırdılar. Proletaryanın örgütlenmesi de onlar için esastı. Diğer Marksist-Leninist gruplardan sadece metod konusunda ayrılıyorlardı.

Eğer silahlı mücadeleye geçiş nedenleri üzerine söyleyeceklerin bu kadarsa bir başka soruya geçmek istiyorum. Frankfurt Okulu başlangıçtaki etkinliğini niye kaybetti? Öğrencilerin “Babaları” ile yolları niye ayrıldı?

• Önemli teorik sorun Leninizm idi. Frankfurt Okulu kendisini Marksist olarak tanımlıyordu. Marx’ın eserlerini Grundrisse, Kapital vb. yeniden gündeme getirdiler, ama Leninizmi esas olarak red ettiler. Leninizm onlar için, Marksizmin tersi sonuçlar doğurmaya yatkın, kabul edilemez bir öğretiydi. Kendilerini anti-Leninist olarak tanımlamaktan çekinmiyorlardı. Gençlik hareketi ise özellikle örgütlenme sorunu nedeniyle Leninizme doğru kayıyordu. Bu noktada Lukacs önemli bir rol oynadı. Frankfurt Okulu ile Leninizm arasında bir bağlantı bir kayış gibiydi Lukacs. Bu nedenle ’68’in ikinci yarısı ve ’69 yıllarında yoğun Lukacs tartışmaları yapıldı. Burada onun görüşlerini uzun uzun ele almak durumunda değilim. Ama Marx’ın Hegelyan yorumu ile Leninizme geçişin teorik zeminini sunuyordu Lukacs. Böylece öğrenci hareketi, başlangıç noktası olarak aldığı Marksizmin doğmatik olmayan yorumundan hareket ederek, en temel ihtiyaçları olan örgütlenme sorunlarıyla uğraşma imkânını elde ediyorlardı. Lenin’in örgüt sorunlarıyla uğraşan eserleri tartışmanın merkezine oturdu. Lenin’in savundukları öğrencilerin objektif durumlarına da son derece uygundu. Çünkü, teoriye göre, sınıfın kendiliğinden örgüt kurma imkânı yoktu, dışarıdan “politik boyut”un onlara taşınması gerekiyordu. Bunu taşıyacak olanlar ise kendilerini “devrimci” olarak tanımlayan profesyoneller olacaktı. Böylece öğrenciler kendi konumlarını izah edecek bir teoriye kavuşmuş oluyorlardı.

Leninizm, Frankfurt Okulu ile bağların kopmasının nedeni değil, belki sonucuydu. Ana sorun şu idi. Frankfurt Okulu politik bir teoriye sahip değildi ve kendisini hareketin dışında tutmaya dikkat ediyordu. Bu nedenle hareketin politik seyri içinde ağırlıklı bir rol oynamadılar. Başlangıçta Haziran 1967-Haziran 1968’de savundukları toplum teorisi itibariyle bir rol oynadılar, ama politik mücadelenin gelişmesi ve başat haline gelmesi ile birlikte, buna ilişkin bir teori savunmadıkları için arka plana düştüler. Gençler başlangıç döneminde hocalarının hareketin başına geçeceğini ümit ediyorlardı veya en azından öğrenci hareketini açıktan destekleyen bir tutuma girmelerini istiyorlardı, ama Adorno, Horkheimer, Habermas bunu yapmadılar. Aksine eylemlerle aralarına kesin bir mesafe koydular. Habermas burada önemli bir rol oynadı. Eleştirel teori adına, politik bir teori oluşturmaya çalışan oydu. Habermas’ın ana eleştirisi, gençlerin toplumun “Aydınlanması”nın eylemle gerçekleşeceğine inanıyor olmalarıydı. Berlin’de, Şahın ziyareti sırasında ölen gencin memleketi olan Hannover’de gömülmesi sırasında yaptığı bir konuşmada Habermas bu eleştirisini dile getirdi. Eylemin aydınlanma yaratacağı fikrini “rasyonalite dışı” olarak tanımladı ve bu tür bir anlayışın, sıradan bir aksiyonizm yaratacağını ve bunun bir anlamda “sol faşizm” olarak tanımlanabileceğini söyledi. Habermas’ın bu tutumu bağların kopmasında belirleyici oldu.

Şimdi bugüne gelelim. Bugünden geçmişe baktığında ’68 Hareketini nasıl değerlendirmek gerekir dersin. Anlamı neydi ve geriye ne kaldı? Rudolf Bahro’nun Yeşil Parti’sinin kuruluşu sırasında kullandığı bir kavram var: “Kültürel Fazla”. ’68 sence Almanya’da böylesi bir kültürel fazla yarattı mı? Toplumda temel bazı değerlere yönelik belli değişikliklere yol açtı mı?

• Bundan 10 yıl önce Habermas’a ’68’e ne oldu, geride ne kaldı diye sordular. ’68, Ritha Sismut (Federal Almanya Meclis Başkanı) oldu, diye cevap verdi. Anlatmak istediği şuydu. CDU (Hıristiyan Demokratik Birlik) gibi sağ bir partide bile ’68 belli değişikliklere yol açtı ve liberal eğilimli bir kadın önce bakan sonra parlamento başkanı oldu. Bu örnek, Almanya’da toplumsal dönüşümün nerelere kadar ulaştığını göstermeye yeter, demek istiyordu Habermas. Fakat Habermas’ın bu yorumunu oldukça iyimser bulduğumu belirtmek zorundayım. Ben daha çok “kötümser” yorumculara dahilim.

Eğer şüphesiz ’68’in bir kazancından söz etmek gerekirse, ki elbette vardır, bu Federal Almanya’da sağa kaymayı engellemiş olmasıdır. Alman Nazi Partisinin, 1969’da tüm çabalarına karşı %4,8 oyla, %5’in altına kalarak Parlamentoya girememiş olması öğrenci hareketinin bir başarısıdır. Eğer Naziler Parlamentoya girmeyi başarsalardı asla sosyal demokrat bir iktidar kurulamazdı ve Almanya nereye giderdi bilemiyorum. Ne yeni bir Doğu Politikası (Willy Brandt’ın Doğu Almanya’yı resmî devlet olarak tanıyan politikası) olurdu ne de bazı reformlar gerçekleşebilirdi. Bu konulardaki tutumumuz ne olursa olsun görmek zorundayız ki, 1969 Sosyal Demokrat-Liberal politikalarla Almanya’nın sağa kayışı durdu ve toplumda liberal eğilimler güç kazandı. Bugün eğer bazı demokratik kurumların varlığı itibariyle bu Cumhuriyet birilerine bir şey borçlu ise bu da ’68 Kuşağınadır.

Bana sorun bu kadarla sınırlı değil gibi geliyor. Konuşmamızda hiç değinmediğin bir başka nokta daha var. ’68 Hareketinden sadece M-L hareketler doğmadı. Daha sonra Yeşil Partisi’nin kurulmasında taşıyıcı bir fonksiyon rolünü oynayacak olan Taban Hareketleri, Vatandaş İnisyatifleri de ’68 Hareketinin ürünü olarak ortaya çıktılar. Kültürel olarak toplumda yarattığı değişim, geçmişte muhtemel bir sağa kaymayı engellemesi gibi faktörlerin yanısıra zannediyorum bu noktayı da eklemek gerekiyor. Bugün Parlamento’da %10’un üzerinde oy alan bir parti de söz konusu. Belki bu hareketin bugünkü taşıyıcısı durumunda olanlar, önceleri M-L hareketlere gitmişlerdi, ama 80’li yılların başıyla birlikte hepsi Yeşiller Partisi’nde buluştular ve bugün bu Parti yaş grubu itibarıyla da esas olarak ’68 kuşağınca taşınıyor.

• “Vatandaş inisyatifleri” noktası elbette önemli. Başlangıçta üniversite ve şehirlerle sınırlı olan öğrenci hareketi taşraya ulaştığında burada “vatandaş inisyatifi” biçimini aldı; bu doğru. Böylece 1970’li yılların başıyla birlikte, şehir entellektüelleri ile taşranın köylü yapısı arasında ilginç bir buluşma gerçekleşti. Burada özellikle kırsal bölgelerde atom reaktörlerinin hızla inşâsına başlanması ve bunun köylülerin varlık nedenlerini tehlikeye düşürecek boyutlarda olması önemli bir rol oynadı. Böylece ülkenin hemen her yerinde atom santralleri etrafında bir mücadele ortaya çıktı. Bugün bile hâlâ atom çöplerinin taşınması sorunu etrafında benzeri hareketleri gözlemeye devam ediyoruz. Diğer bir boyut da, hareketin giderek parlamenter sürece girmesi ve zamanla kendisini bir parti olarak ifade etmesidir. Fakat Yeşil Hareketi ’68’in doğrudan ürünü olarak ortaya çıkmadı. Aradaki gelişmeleri atlamak ve sanki yokmuş gibi değerlendirmek doğru olmaz. ’68 kuşağı Yeşil Hareketiyle zaman içinde buluşmuş olabilir. Ama ortaya çıkış koşulları itibarıyla Yeşil Partisi farklı bir mantıki zemin üzerinde yükseldi. İlk kurucuları esas olarak muhafazakârlardı. Sol bu partiye daha sonradan katıldı.

Bir başka önemli farkın daha altını çizmek gerekiyor. Öğrenci hareketi aynı zamanda son derece teorik bir hareketti. Teori daima önemli bir rol oynadı. Oysa Yeşil Partisi’ni eğer tek bir özelliği ile tanımlamak gerekirse o da teorinin önemsizliğidir. Bu partide hâlâ teori hemen hemen hiç önemli bir rol oynamıyor. Temel toplumsal sorunlara ilişkin ciddi teorik tartışmalar, bu konuların belli teorisyenler tarafından temellendirilmesi gibi şeylere bu partide rastlamak mümkün değil. Parti’nin şu andaki en büyük açmazı bu teoriye ilgisizlik gibi görülüyor. Sadece kendi içindeki fraksiyonların varlığını koruma sanatı ile sınırlı bir tutum, dışa karşı temel pozisyonların meşrû olarak savunulma imkânını zayıflatıyor.

Eğer ’68’in sonucu nedir, diye bir soruya kısaca cevap vermek gerekirse, söylediğin “kültürel fazla” kavramı oldukça uygun görülüyor. Federal Almanya toplumunun bu hareketle birlikte önemli bir sivilleşme yaşadığından söz edebiliriz. Bunu en açık bir biçimde eski Doğu Almanya ile kıyasladığımızda gözlememiz mümkündür. Eğer bugün eski Doğu Almanya eyaletlerini tanımlamamız gerekirse ’68’i yaşamamış Almanya demek yanlış olmayacaktır. Bunun ne anlama geldiği ise çok açık: Yabancı düşmanlığı bu eyaletlerde son derece fazla. Otoriteye düşkünlük ortalama insan davranışı. Sınırsız bir tüketim düşkünlüğü vb. Bunun gibi o kadar çok negatif unsur sayabilirim ki. Bunlar Federal Almanya’nın 1968 öncesi ne kadar problemli olduğunu bize gösteriyor. Doğu Almanya eyaletlerinde bugün yaşanan sorunlar bize, ’68 öncesi Batı Almanya’da yaşadığımız sorunları hatırlatıyor.

Bu açıdan ’68, geleneksel Alman toplum yapısında bir kırılmayı, bir kopmayı sağlamıştır, diyebiliriz. Alman ne demektir? Ulus nedir?, gibi konularda sahip olduğumuz doğal refleksler ’68 ile birlikte kırıldı. Bu tanımlar karşısında daha eleştirel, daha şüpheci hale geldik artık. Belli çıkarların savunulmasında değişik bir kültür, farklı tutumlar arasında uzlaşma bulma yeteneği gibi bazı şeyler kazandık. Özgürlük kavramına verilen değeri de burada saymak durumundayım. Eski Doğu Alman eyaletlerinde özgürlüğe yönelik güçlü bir ihtiyacın olmadığını gözlüyoruz. Batı toplumlarının sunmuş olduğu tüketim imkânlarının, araba, seyahat vb. hepsine sahip olunmak isteniyor, ama özgürlük kavramı burada hiç rol oynamıyor. Çöken totaliter rejimlerinin görünürdeki garantileri işyeri, sosyal devlet, eğitim vb. korunmaya devam edebilseydi sanki sistemden çok fazla şikayetleri olmayacaktı. Politik bilinç, kendi kaderini kendi eline almak, çıkarları doğrultusunda doğrudan kendisinin örgütlenmesi gibi anlayışların hiçbir anlam ve önemi yok. Ezilmiş kişilikler olarak yaşamaktan mutluluk duyuyorlar. Bu Prusyalı, Alman geleneğidir.

Görülen, ’68’in bu geleneği kırmış olmasıdır. ’68 kuşağının, otoriter ve sağ olarak tanımlanabilecek bir toplum tasarımı dışında bir başka toplum tasarımına imkân sağlayacak yolu açmış olduğundan söz edebiliriz. Şüphesiz otoritarizm özlemcisi eğilimler bugün bile hâlâ varlığını sürdürüyor, ama ’68 hareketi sayesinde bunların egemen konuma gelmeleri engellenmiş oldu. Sivilleşme eğilimleri, demokratik kurumlarda, eğitim sisteminde, iletişim organlarında oldukça güçlü bir biçimde temsil edilmektedir.

’68’in yarattığı bu değişim 1982’de Helmut Kohl’un işbaşına gelmesi ile birlikte önemli bir sınav verdi. Helmut Kohl, “Alman Ulusçuluğu” anlayışını merkezine alan bir politik tavır içine girdi, ama bunu fazla ileri götüremedi. İkinci önemli sınav iki Almanya’nın kurulması ile birlikte verildi. Bence henüz bu süreç tamamlanmış değil. Almanya’nın tarihî geleneklerinin mi ağır basacağı, yoksa ’68’den bu yana elde edilmiş kazanımların mı başat olacağı açık bir soru olarak duruyor denebilir. Bu noktada Avrupa Birliği sürecinin ikinci eğilimi güçlendirecek bir faktör olarak değerlendirilmesi gerekir.

Zannediyorum bu kadarı okuyucular için Almanya konusunda bir resim çıkarmaya ve Türkiye’deki ’68 Hareketi ile kıyaslamalar yapmaya yetecektir. Teşekkürler.