Bir Aydınlanma ve Aydın Hareketi Olarak '68

1960’ların ortalarından 1970’lerin başına kadar ABD’den Hindistan’a, Japonya’dan Türkiye’ye, Doğu Avrupa’dan Latin Amerika’ya, Çin’den Batı Avrupa’ya kadar pek çok ülkede, yani iktisadî-siyasî düzenleri, genel refah ve gelişkinlik düzeyleri, kültür havzaları birbirinden çok farklı ve hep birlikte modern çağların oluşturduğu toplum türleri yelpazesinin hemen tamamının içerildiği çerçevede bir “devrim”, köklü dönüşüm sloganlarıyla yükselen hareketlerin dönemi yaşandı. Dünyanın şu son yüzelli yıl içinde gördüğü birkaç ülkeyi, bazan kıtayı ya da ayrı kıtalardaki benzer siyasal düzenlere sahip ülkeyi kapsayan “devrim dönemleri”nden birçok bakımdan farklıydı bu.

Örneğin, Batı-Orta Avrupa’yı sarsan 1848 devrimi, 1905-1908 döneminde “modernleşme” sancıları içindeki “Doğu” imparatorluklarını (Çin, Rusya, İran ve Osmanlı) kaplayan dalga ve hattâ 1. Dünya Savaşı ve özellikle Ekim Devrimi akabinde hemen tüm Avrupa’ya yayılan devrim girişimleri döneminde salt siyasal mücadeleye, iktidarın ele geçirilmesine odaklanmış hareketler belirleyiciyken; “1968”de hayatın hemen her alanına, kültürün, yaşam tarzı kalıplarının dönüşümüne yönelik ilgi, enerji ve girişimler en az verilen siyasal mücadeleler kadar önplandadır. Kaldı ki, anılan devrim dönemlerinde -şüphesiz aynı kategoriye giren toplumlar söz konusu olduğu için- verilen siyasal mücadelelerin talepleri, yöntem, araç ve örgütleniş formları birbirlerine bir hayli benzemekte iken, 1968 dönemi, siyasî mücadeleler boyutunda bakıldığında bile kıyaslanamaz bir “zenginlik” gösterir. Pasif siyasî mücadele biçimlerinin her türünün yanısıra, denenmemiş silâhlı mücadele, devrim teorisinin hemen hiç kalmadığı “1968 dönemi”nde önceki devrim dönemlerinin görece tektipliği söz konusu bile değildir. Ağır yoksulluk koşullarında yaşayan veya “tam bağımsız”lığa kavuşmak isteyen “Üçüncü Dünya” ülkelerinin -Latin Amerika, Hindistan, Türkiye’nin- “68 devrimcileri”nin talep, yöntem, araç ve söylemleri ile “Batı ’68’i”nin tüketim toplumuna, onun uyuşturucu refahına, bunun beslediği filisten, ikiyüzlü ahlâka, insanî duyarsızlaşmaya karşı kitleleri sarsarak uyarmaya, uyandırmaya dönük siyasal-ideolojik perspektifi ve bunun gerektirdiği eylem mantığı ve yöntemleri iki ayrı zaman ve duruma ait olduklarını kabullenmişçesine yan yana durmaktaydılar. Şüphesiz, Batı ’68’inin “Üçüncü Dünya”dakilerin emperyalizm ve bağımsızlık temalarıyla yüklü söylem ve eylemlerine gösterdikleri ilgi ve destek hiç de tali bir boyutu değildi, ama sık sık kesiştikleri, eylem ve söylem olarak en fazla benzer göründükleri bu noktalarda bile, aradaki “mesafe” kendini belli etmeyi sürdürdü.

Aynı şey, daha farklı biçimde de olsa, o dönemin “sosyalist ülkeleri”nde başgösteren muhalefet hareketleri için de söz konusudur. Çünkü, 1960’ların sonlarına doğru Polonya’daki güçlü işçi ayaklanması, “Prag Baharı” ve Çin’deki “Kültür devrimi” ile “Sosyalist dünya”da da bir ’68 yaşanmaktaydı. Henüz var olan sosyalizm içinde çözüm umutlarını terk etmemiş olan Polonya’daki işçilerin talepleri ile “insan yüzlü sosyalizm”i denemeye kalkışan Çek halkının ve aydınlarının rotası ile, Çin’de kurulu sosyalizmin önündeki tıkanıklığı aşmak için başlatılan “Kültür Devrimi”nin rotası ve mantığı neredeyse tamamen yabancıdır birbirlerine.

Söz kültürden, yaşam tarzı dönüşümünden açılmışken, 1968’in dünya ölçeğindeki kanavasında özellikle bu temanın vurgulandığı iki hareket arasındaki “uçurum”a mutlaka değinmek gerekir. Bunların her ikisi de burjuva-feodal kültürün, yaşam tarzı ve kalıplarının reddi ve aşılması iddiasını taşıyordu. İlki, “Batı ’68’i” denildiğinde ilk akla gelen boyut, yani içinde beatnik ve hippilik akımlarının da yeşerdiği, özgürlüğü, alabildiğine doğal, kuralsız ve kalıpsız bir yaşam ve ilişkiler ortamı yaratma hareketiydi. Rengarenkliği, sınır tanımaz çeşitliliği ile bu hareket, aynı tarihlerde, aynı genel iddia ile başlatılan Çin’deki “Kültür Devrimi”nin çabucak vardığı istisna tanımaz tek tip, tek kalıp yaşam biçimi manzarasıyla taban tabana zıttı.

Daha da sayılacak bütün bu farklılıklar, zıt yönde oluşumlar 1968’in dünya ölçeğinde geçerli bir tarifinin yapılmasını neredeyse imkânsız gösterir; ya da yapılabilecek tarifi kurulu düzen ve duruma isyan gibi bir ortak noktadan ibaret bırakır. Bu durumda çıkar yol, çeşitli ülke-toplum kategorilerine ait ’68’lerden söz etmek, her birinin özel tarifini yapmak ve bununla yetinmektir.

Kaldı ki; söz konusu dönem esnasında, o farklı kategorideki ülkelerin ’68 hareketleri de -aralarında ilişkiler olmasına, destek eylemlerinde bulunmalarına rağmen- ayrı dünyaların, hattâ zamanların hareketleri olduklarını peşinen varsayan bir “bilinç”le algılamaktaydılar birbirlerini. O nedenle de aynı genel sorundan söz ettiklerinde bile, her birinin o sorunun başka yönüne ağırlık vermesini anlayışla karşıladıkları gibi; o soruna ilişkin çözüm tasavvurları arasındaki apaçık uyumsuzluğu, yöntemlerinin bambaşkalığını da bir kınama, eleştiri konusu yapmıyor, hattâ sempatiyle karşılıyorlardı. Aralarındaki görünmeyen, ama ifade edilmesini gereksiz kılacak kadar kesin ve gerçek sayılan o dünya ve zaman “mesafe”si sanki birbirleriyle özdeşleşmeden “muaf tutan bir geçirimsizlik ile” yüklüydü. ABD ve Avrupa’nın seçkin üniversitelerinin kampüslerinde örneğin cinsel devrimi tartışan ve yaşayan öğrencilerin Çin’de “Kültür Devrimi” yapan yaşıtlarının cinselliği bastırtan sert püritanizminden irkilmemelerini kendi rengarenk ve özgür giyimleri içinde, bir örnek giyinmiş Kızıl Muhafız taburlarının yürüyüş ve eylem fotoğraflarını sempatiyle seyredebilmelerini sağlayan da galiba bu geçirimsizlikti. “Savaşma seviş” pankartının yanıbaşında devrimin silâhların eseri olacağını haykıran bir “Üçüncü Dünya”lı posterin yer almasını mümkün kılan da buydu. Aynı “devrim” sloganını yanıbaşındaki bir “Üçüncü Dünya”lı ile aynı coşkuyla haykıran bir Batılı öğrenci, “kendi” koşulları ve sorunlarının bir silâhlı devrim ile çözümlenebilir mahiyette olmadığını sezme ve kabullenmenin seddi üzerinden Üçüncü Dünya’da ancak ve sadece silâhlı bir devrimin mümkün olacağını hararetle tartışabiliyor, oradaki her tür silâhlı mücadele-devrim denemesini alkışlayabiliyordu.


Refah -tüketim- toplumu var kaldıkça ne genel olarak devrimin ne de özel olarak “silâhlı devrim”in söz konusu olacağı kabulü, ’60’lı ve ’70’li yılların hemen tüm devrimci akımları için ortaktır. Bu toplumlarda silâhlı bir devrimin ancak bu toplumların karşılıklı birbirlerini tahrip edecekleri bir emperyalistler arası savaş bağlamında ya da o refah-tüketim-düzeyini mümkün kılan kaynağın, yani “Üçüncü Dünya’nın sömürülmesi” kanallarının bu Üçüncü Dünya’daki devrimlerle kesilmesi ile gündeme geleceğine dair kesin yargının ürünüydü bu kabullenme.

Bu şüphesiz her şeyden önce Marksizmin “öğrettiği”, ondan türetilmiş bir yargıydı. Bütün ülkelerdeki 1968 dalgasının en güçlü fikir ve esin kaynağı olan, dönemin siyasal-felsefi atmosferinin eksenini oluşturarak tarihinin en prestijli noktasını yaşayan Marksizm, o döneme kadarki fikrî-pratik mirasından türetilmiş farklı yorumlarının yanısıra, bu dönem içinde ortaya konan yeni yorumları ile her çeşit devrim teorisi ve stratejisinin temel referansıydı. O yorumların doğru ve vaadedici gösterdiği eylem -“devrim”- stratejileri ile harekete geçen hiçbir akım, Üçüncü Dünya’da yeterince devrim ve kopuş gerçekleşmeden Batı’da bir devrim olabileceğini “gerçekçi” bir düşünüş olarak kabul etmiyordu.

Aynı “gerçekçi” düşünüşün Üçüncü Dünya’daki devrimleri gayet mümkün sayması, ama buna mukabil o devrimlerin de “öncü devrimciler”in uzun süre tek başlarına verecekleri öncü savaş mücadelesi -şehir veya kır gerillası- sonucunda halkın da geniş katılımının sağlanabileceği bir süreç olarak tasarlaması da dikkate değer. Gerçi o “gerçekçi” yaklaşımlar açısından bakıldığında hemen tüm Üçüncü Dünya halklarının derhal isyan etmesi, “devrim” yapması için gerekli her neden yeterince, hattâ fazlasıyla var gözükmekteydi ve dolayısıyla kimi “halk savaşı”ndan yana akımlar öyle “uzun, dolambaçlı, sarp” bir süreç öngörmüyorlardı. Nitekim başlattıklarını ilân ettikleri sürecin böyle bir şey olabileceğini, yani halkın daha epeyce bir süre “devrimciler”den uzak duracağını fark ettikleri an, çok daha gerçekçi teorilere, örneğin daha önce hiç de yeterince devrimci saymadıkları, SSCB ve ÇHC’nin devlet politikalarına -çıkarlarına- uyarlı olarak önerdikleri stratejilere yöneldiler.

Bu son bahsedilen gelişme, 1968 dalgasının durulma trendine girdiği 1970’li yılların başlarında oldu. Bu sürece ileride değineceğiz. Ancak şimdi asıl üzerinde durmak istediğimiz nokta, 1968 dalgasının zirve döneminde, birçok varyantlarıyla ortaya atılan Üçüncü Dünya ülkelerine özgü silâhlı devrim modelleri ile “Batı”da -koşulları aynı kaldığı sürece- genel olarak bir devrimin imkânsızlığı yargısını birlikte içeren düşünüş ufkunun gerisindeki örtük önkabullerdir.

Bu önkabulleri tek tek saymadan önce, hattâ buna gerek kalmaksızın belirtelim ki, tüm bu önkabuller, Aydınlanma çağı zihniyetinin henüz liberal, sosyalist ... akımlara ayrışmamış, doğuş saflığını yaşıyorken, hayatın ilk gerçekleri diye tanıştığı, -ki daha sonra iç dünyasında yaşayacağı yol ayrımları, akımların teşekkülü o gerçeklerin yorumlanışından türeyecektir- şeylerdir. Dolayısıyla bütün dünya ölçeğinde baktığımızda ’68’in bir “ikinci aydınlanma dönemi” olduğunu söyleyebiliriz.

Çünkü, öncelikle, tıpkı birincisinde olduğu gibi, aydınlanmanın bu ikinci döneminde de toplumsal aktör “aydın”lardır. Şüphesiz şimdi çok daha fazla sayıdadır ve aydın adaylarından, öğrencilerden oluşmaktadır çok büyük ölçüde. İlk Aydınlanmanın bilimi, bilgiyi, bunlardan çıkarsanmış metodik fikirleri ve onlara paralel değer yargılarını sadece iletmekle yetinen genel tutumuna karşılık, bu ikincisinde öğrenci aydınlar, o bilgi ... ve değer yargılarını bir yaşam tarzı olarak somutlaştırarak ya da gerekçesi, dibaçesi olduğu bir siyasal-silâhlı eylemin fonunda “iletme”ye çalışmaktaydılar. Yani, bir başka deyişle “Batı ’68’i”nin genel olarak yaşam tarzı formları içinde, Üçüncü Dünya ’68’inin silâhlı mücadeleler ile yapmaya çalıştığı şey bir “aydınlatma” faaliyeti idi. Söz veya yazıyla ifade edilmiş bilgi ve fikirler ile insanların bunları benimsemesi sürecini neredeyse salt evrensel akıl yürütme faaliyeti üzerinden işleyecek bir öğretme-öğrenme ilişkisi olarak gören, dolayısıyla aydın işlevini sadece bilgi ve fikri üretmek ve iletmekle sınırlamış olan ilk Aydınlanma, benimsenme ve onun gerektirdiği davranışı - her insanda var olan doğru akıl yürütme yetisine bırakmıştır. Oysa ikinci aydınlanma, “doğru bilgi ve fikir” ile insanlar ve onların akıl yürütme yetileri arasında sadece iletimi kesen, çarpıtan dış engeller değil, örneğin refah durumu ya da siyasal baskı, korku gibi içselleştirilerek akıl yürütme yetisini de dumura uğratan ya da çarpıtan unsurlar olduğunu kabul ettiren bir tarihin deneyimiyle o içsel engelleri etkisizleştirecek bir tarz arayışındadır. İlk Aydınlanma nasıl doğru bilgi ve fikir kendisine ulaştığında insanların karanlıkta birden ışıkla karşılaşmışçasına etraflarındaki her şeyin farkına vararak sarsılıp, harekete geçeceklerini varsaymış gibiyse; “68’liler” ise aynı sarsılmayı iletilecek bilgi ve fikrin ya bizatihi davranış olarak somutlaşmış hali ile (alternatif yaşam tarzları, protestolar...) ya da taşıyıcı -yani taşıdığı ile aynı şey olmayan- eylem biçimleri (silâhlı eylem) ile yapıyor gibidir.

Refah-tüketim toplumunda “engelleme, uyuşturma mekanizmaları”nın çok daha içselleştirilmiş-, maddi ihtiyaç ve istek güdülerine cevap verici oluşu, buna mukabil “Üçüncü Dünya”da ise aynı mekanizmanın kendisinin değil etkisinin içselleştirilmiş, ihtiyaç ve istek güdülerini bastıran nitelikte oluşundan ötürüdür aradaki bu farklılık. O nedenle Batı ’68’i söz konusu “mekanizma”nın bu güdüleri karşılayan çekiciliğine alternatif çekicilikte bir yaşam tarzı oluşturmaya veya tersinden söylersek, tüketim toplumunun çekiciliğine karşı duyarsızlaşmayı, ona sırt çevirmeyi sağlayabilecek yollara yönelmiştir. “Üçüncü Dünya”dakilerin sorunu ise -sömürenler, işgal gücü veya baskı aygıtı gibi- dışsal gözüken engelleme mekanizmasının kendisi, ama daha ziyade onun -korku, yetinme, kaderine razı olma gibi- içselleştirilmiş- etkileridir.

Bu açıdan ele alındığında “Üçüncü Dünya”dakilerin her türünü denedikleri “silâhlı mücadele”, her ne kadar söz konusu “engelleme mekanizmasının kendisinden kurtulmanın yöntemi olarak tasarlanmış gözküyor ise de, bir “aydınlatma” faaliyeti işlevi yüklendiği dikkate alınırsa; onun, mekanizmanın kendisinden kurtulma yöntemini değil, etkilerinden -korku, kadere razı olma...- kurtulmuş olmayı gösterdiği ortaya çıkar. Dolayısıyla silâhı eline aldığı, silâhlı mücadeleye girdiği an kişi, gerçi henüz mekanizmanın kendisinden kurtulmuş, ondan kurtarmış değildir, ama etkilerinden kurtulmuştur. İlk Aydınlanmacının söz veya yazıyla fikre, bilgiye ulaştığında kişiyi “aydınlanmış” sayması gibi, silâh ve silâhlı mücadele de burada aydınlanmış olmanın ifadesidir, bir başka deyişle silâh ve silâhlı mücadele bilginin ve fikrin somutlaşmış halini sembolize eder. O nedenle ilk Aydınlanma çağında dünyanın bütün toplumlarında aydınlar, aydınlatıcılar seçkin söz ve yazı adamları iken, ikinci dönemde söz ve yazının adamları oldukları her hallerinden anlaşılan insanlar -1968, bütün ülkelerin en seçkin okullarının öğrenci aydınlarınca başlatılan ve sürdürülen bir harekettir- bilgi ve fikri kendileri ile “kuşandıkları” yaşam tarzı veya silâh arasındaki paradoksla iletmeye çalışıyorlardı. Berkeley’in ya da Oxford’un gıpta edilen ailelere mensup ve gıpta edilecek bir “geleceğe” aday öğrencilerinin kitlesel biçimde, onlara tüm bunları sağlamış bir düzeni protesto edişlerinin, elleri altındaki konforlu hayata sırt çevirmiş bir yaşantı sürdürmelerinin “normal olan”la yarattığı paradoksun uyandırdığı merak, tüketim -refah- toplumunun “sıradan bireyi”nde kendi normalini sorgulama eğilimine dönüşebilir. Aynı şey “Üçüncü Dünya”nın çok daha fazla gıpta edilesi konumda olan seçkin öğrenci aydınlarının silâhlı mücadelesi için büsbütün geçerlidir. Hattâ burada, şiddet ve silâhla hiç de uyuşmayan “temiz aile çocuğu” görünüm ve bakışlarıyla öncü savaş müfrezeleri oluşturmuş Üçüncü Dünya’nın ’68 devrimcileri, “kendisi için hiçbir şey istemeyen” izlenimini, zaten dolaysızca vermekteydiler. Bu izlenimin elbette seslenmeye çalıştıkları yığınlar, onlar için yapılan fedakârlığın büyüklüğü ile sarsabilme işlevi vardı. Ama, daha da önemli olarak, bütün köprüleri atmış olmayı, her şeyi kaybetmeyi göze almış olmayı ifade eden silâhları, yoksul yığınlara korku, yetinme ve kadere rıza gibi varoluşlarını kuşatan etkilerden kurtuluş fikri ve bilgisini sembolize ediyordu.

Silâhın bu anlamda, ikinci aydınlanmanın bilgi ve fikir sembolü oluşu, korku, yetinme ve kadere rızanın en yoğun bileşimini bulacağımız Hindistan’da en uç noktasına götürüldü. Burada, 1968 döneminin en çarpıcı “silâhlı mücadele” deneyinin bayraktarlığını yapan Hintli öğrenci-aydın Çarı Mazumdar silâhlı mücadelenin, silâhlara karşı silâhlarla değil, bizzat üretim aracının silâh olarak kullanılmasıyla verilmesini öngören bir hareket başlattı. Silâh kullanmayı “bilinçli” biçimde reddeden, ama silâhın işlevini üretim aracına yükleyerek, bu araçlarla makinalı tüfeklere, top mermilerine karşı savaşmaya kalkan bu hareket çabucak ezildi. Ama sorun bir Üçüncü Dünyalı aydının bu tür bir silâhlı mücadelenin vaadettiği “kurtuluş”u nasıl bir şey olarak tasarlamış, içeriklendirmiş olduğudur. Silâhlara karşı onları işlevlerini yapmaya tahrik etmekten başka sözü edilir bir etkisi olamayacak bir “mücadele biçimi”ni “kurtuluş” saymak, Üçüncü Dünya halklarını saldığı korku, kadere rıza ... gibi etkilerle kuşatan “mekanizma”da kurtulmayı tamamen yok sayacak bir içe dönüklükle sadece onun kendi içindeki -içselleştirdiği- etkilerden tamamen sıyrıldığını en katıksız biçimde kanıtlayan bir eylemi kurtuluşun ta kendisi saymak demektir bu.

Silâhın ve silâhlı mücadelenin Üçüncü Dünya ’68’inde işlevselliğiyle değil anlatılagelen bu sembolik anlamıyla öne çıkışı, Hindistan gibi, mistik geleneklerin “anavatanı”, en derin yaşandığı bir ülkede şu bahsedilen noktaya vardırıldı. Ama Türkiye de dahil “Üçüncü Dünya”nın tümünde silâhın ve silâhlı mücadelenin idealleştirme düzeyinde sembolizmi, Batı’nın daha farklı mecralarda yaşadığı sembolizm ile de yer yer kesişmekteydi. Bu kesişme noktalarının en bilineni, en anlamlısı Che Guevara idolüdür. Onun hem Batı hem de Üçüncü Dünya ’68’i tarafından aynı yoğunluktan benimsenmiş bir sembol, bir figür oluşunun nedenleri açıklama gerektirmeyecek kadar bilinebilir şeylerdir. Konformizmi, her türden hiyerarşik toplumun o iğva edici “nimetleri”ni hayranlık verici bir olgunluk ve sadelikle itiverebilmiş Mao, Ho Chi Minh gibi silâhlı mücadele vermiş ve vermekte olan devrimci kişiliklere de derin sempatisini eksiltmemiş olan Batı ’68’inin bu kişilikler içinde en fazla Che’yi sevmiş olmasının “gençliği” ve göz alıcı yakışıklılığı gibi ek nedenleri de vardır elbette. Çok yakın tarihte, 1967’de öldürülmüş olması da bir etkendi belki. Burada bahsetmek istediğimiz şey, Che’nin bu idolleştirilmesinde onun ünlü beresiyle ve destansı “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin...” diye başlayan savaş çağrısı ile çizdiği usta “silâhlı mücadele militanı” “gerilla savaşçısı” portresinin algılanma tarzına ilişkindir.

Bu portrede “öldürme” eylemi yok gibidir. Che’nin usta, uzun yıllar ve çeşitli ülkelerde, -Küba, Kongo, Bolivya- savaşmış örnek bir gerilla olması, onun birilerini -düşman askerleri- öldürmüş olması, ya da öldürmek için ateş etmiş olmasını da içerir. Savaş yapmak ve savaşçının işlevidir bu. Ama Che’nin usta bir savaşçı olarak bu işlevini nasıl yerine getirdiğinin hikâyeleri, Che üzerine binlerce hikâye içinde yok denecek kadar az yer tutar, ama buna mukabil “ölüm”ü, öldürülmesi, ona “modern çağların İsa’sı” sıfatını verdirecek kadar çok işlenmiştir. Çünkü önemli olan savaş ve savaşmak -dolayısıyla öldürmek- değildir. Savaş sadece, iletilmek istenen mesajın -bilgi ve fikrin, uğruna ölünecek kadar değerli olduğunu en tam ifade edebilecek “biçim” olduğu için, bu sembolik anlamıyla önem taşımaktadır.


’68’in ikinci bir aydınlanma oluşunun bir diğer göstergesi de, ilkinin “kahramanları” olan “aydınlar” gibi, ikincinin kahramanları olan “devrimciler”in de iletilecek bilgi ve fikrin kendisini üretmek kadar, iletme yol ve “araç”ları hakkında da kafa yorduklarını görmekteyiz. Ama elbette bu ikinci konuda ilk Aydınlanma bilgi ve fikir ile onun iletileceği bireylerin (akıl) arasında neredeyse hiç engel olmadığını varsayıyordu. Gerçi din ve ilkel inançlar gibi engeller yok değildi ama, bunların özellikle doğal, fen bilimlerinin alanına giren geniş sahadaki mevzilerinin yükselen bilim tarafından darmadağın edilmekte oluşu onları bu engellerin bizzat iletilen bilgi ve fikrin kendisi tarafından (akıl ve bitimin doğrudan ürünüydüler çünkü) bertaraf edildiğine inandırmaya yetiyordu.*

Oysa 1968’li var eden ikinci aydınlanma, az önce “engelleyici mekanizma” diye kabaca geçtiğimiz şeylerin ne denli önemli bir sorun olduğunun peşinen farkındadır. İlk Aydınlanma için bu “engelleyici”ler bahis konusu pek sayılmadığı için aklın işleyişi (mantık) akıl ve değerlerin ilişkisi, bilgi ve fikirleri iletebilecek doğru kavramların oluşturulması (felsefe) ile bu iletimin gücünü etkisini arttıracak yol ve kanallar (retorik, edebiyat ve -yeni- sanat) üzerine yoğunlaşmıştı. İkinci aydınlanma ise aklın, salt aklı ancak bir soyutlama kategorisi haline getiren bir dizi zihniyeti, -iktisadî- çıkar gibi güdüler, bilinçaltı gibi etmenlerin içiçeliğinde işlediğini, iktisadî ve toplumsal koşulların da bu işleyişi etkilediğini bilerek, bilgi ve fikir iletiminin tam bu faktörlerin bilgisi olmaksızın mümkün olamayacağı hükmünden yola çıkmaktaydılar. Ekonomi politiğin, psikoloji ve psikanalizin, tüm toplum bilimlerinin ’68 aydınlarının yoğun biçimde ilgilendikleri alanlar olması bu yüzdendir de. Refah -tüketim- toplumlarının tüketme ve sahip olmayı hazza dönüştürerek seslendiği güdüler üzerinden oluşturduğu içselleştirme mekanizmasıyla tipik Batılı bireyin zihninde, algısında kurduğu engelin nasıl aşılacağı ile bu engeli mümkün ve kolay kılan sanayi toplumunun üretim organizasyonu kural ve kalıplarının biçimlendirdiği “tek boyutlu insan”a nasıl ulaşılacağı onun bu trajik durumunun bilincine nasıl var(dırıl)acağı 1968 aydınının entellektüel dağarcığının odak sorusudur.

Bu dönemde çok özel bir yeri olan müzik, bu sorunun cevabının değil ama, sorunun her vesileyle sorulacak yakıcı bir soru olduğu kanısını yerleştirebilmenin yolu işlevini adeta kendiliğinden üstlendi. Ya dışavurumcu ya da en az bunun kadar görünür bir içe bakışa kapılmış bir dinleme tarzı, dinleyici -aslında katılımcı- tipi ve tarzı da yaratan, 1968 müziği, 1968’in hâlâ yaşayan ve galiba daha da yaşayacak olan kalıcı belki de tek “kurumu” oldu.

1968 döneminde, “Marksizm, ilk Aydınlanma döneminde bilimlerin oynadığı rolü oynadı. Skolastik ve dinî düşünceye ya da düpedüz cehalet dediği şeye karşı Aydınlanmanın zihniyet dönüşümü için verdiği mücadelenin ekseninde yeralan -ve o ünlü ansiklopedilerde derlenen- bilimsel bilgilere eşlik eden felsefi ve edebi ürünler, neo-klasik sanat, Aydınlanma zihniyeti dediğimiz o ışıltılı, ama karmaşık, ileride birbiriyle çelişir hale gelebilecek “bütün”ü oluşturmaktaydılar.

1968 dönemi zihniyetinin ekseninde yükselen Marksizm, hiç şüphesiz, “reel sosyalist” devlet ve partilerin resmî ideolojisi olarak düzenlenmiş “Marksizm” değildi. 1968 döneminin havasında, bu Marksizmin bir kurulu düzen ve muhafazakârlık ideolojisi olduğu “asıl Marksizmi temsil etmediği” sanki bilinerek Marx’ın bu resmî ideolojiler tarafından “asıl” saymadığı eser ve metinler okunuyor, tartışılıyor ve yorumlanıyordu. Şüphesiz genel hareket içinde, özellikle Batı’da, Marksizmin “devrimci” bir öğreti olmadığını öne süren -anarşizm gibi- akımlar da etkindi. Ama Marx’a yöneliş belirgindi ve onun özellikle “gençlik dönemi” metinlerinin felsefi parlaklığı, hele bunlar psikanaliz ve antropolojinin en yeni ürünleriyle uzlaştırılabilir yorumlarla sunulduğunda çekiciliği çok daha artıyordu.

Şüphesiz Türkiye gibi düşünce dünyasına on yıllar boyunca Marksizm izi taşıyan hiçbir şeyin sokulmadığı bir ülkede, resmî Marksizm bile “yepyeni”, yenilikçi ve yasaklamanın cazibesiyle bir kat daha çekiciydi. Bu ortamda daha sindirmeye zaman kalmadan, Türkiye’nin o günkü düşünce ortamında karşılaşabileceği ve seçkin bir öğrenci-aydının sadece kafasını kızdıracak kaba eleştirilerin değersizliğinden de edinilen bir güvenle; Marksizm adına önüne getirileni adeta içen, Türkiyeli tipik ’68 devrimcisi, Marksizmi yorum farklarının geçmiş hangi pratiklere tekabül ettiğini değil, hangi yorumu nasıl bir “devrim modeli”ne karşılık düştüğü konusunun peşine düşmüştür hemen.

Marksizmin Türkiye’de ve tüm “Üçüncü Dünya”da öğrenci-aydınlar tarafından bu ve benzeri biçimde hızla benimsenmesi onun Üçüncü Dünya ülkelerinde devrimi, silâhlı bir devrimi en tam ve çeşitli açılardan meşrûlaştırmada rakipsiz bir “bilimsel teori” oluşuyla izah edilebilir. Ama “Marksizmin uygulandığı” toplumlara dair bilgileri -özellikle Türkiye gibi- yoğun bir karalama perdesi önünde söylenenlerden ibaret olmayan, ayrıca ülkelerindeki resmî KP’lerin şahsından ve söyleminden yeterince doğrudan bilgi sahibi olan Batı ’68’inin öğrenci aydınları, kendilerine kapitalist devlet ve düzen partilerinden pek de aşağı kalmayan bir yaklaşım gösteren -İtalyan KP’si bir ölçüde hariç tutulursa- bu Marksist-komünist devlet ve partilerin tavrına rağmen bile Marksizme yeni bir hevesle yönelebilmişlerdir. Dolayısıyla hem Üçüncü Dünya’da hem de Batı’da eşanlı denilebilecek bu Marksizme yöneliş olgusu -ki buna “Sosyalist Blok”taki ’68 muhalefetinin hâlâ “Marksizm içinde” konuşuyor olması da eklenebilir- ortak bir nedene bağlı olmalıdır.

Bu ortaklık, Aydınlanma ideal ve mirasının -her şeye rağmen, sadece Marksist akımlar alanında yaşıyor oluşundandır.

İleride görüleceği gibi 1970’li yıllar, yeni bir çağ başlatmaya aday, bu potansiyele sahip yeni olgular ve gelişmelerle Aydınlanma ile başlayan bir çağın sona ermekte olduğunu ortaya koymuştur. Ve sona ermekte olan bu çağ, Aydınlanmanın uyandırdığı, formüle ettiği ve gayet güçlü bir gerçekleştirilebilir duygusu yarattığı zengin yüklemli umutlar ve ideallerle başlamıştı. En azından Aydınlanma zihniyetinin taşıyıcı tabakası, temsilcisi, protogonisti olan “aydınlar” için başlayan modern çağ böyle algılanmış ve “aydın”ın kendisine dair bilinci ve bunun ifadesi olan “misyon”u, bu algılayış içinde olmuştu.

O halde, 1960’ların sonunda hemen her farklı toplum ve kültür havzasında “aydın”lar zümresinin büyük kısmını, bu zümreye yakında dahil olabilecek öğrenci-aydınları eşanlı olarak harekete geçiren “neden” bununla derinden bağlantılı olamaz mı?

Kanımca evet. tarihte böylesi “élan vital”lerin örnekleri de vardır. Ve aydınlar, ilk kez Aydınlanma çağı ve zihniyeti içinde açılan ve ifade edilen umut ve ideallerin değil -çünkü bunlar nitelikleri gereği geri döndürülemez, kapanamaz şeylerdir- ama, o umut ve ideallerin taşıyıcılığı işlev ve misyonuyla “aydın” konumunu da sona erdirecek bir yeni çağın gelmekte olduğunu adeta sezmişler gibi, kendilerini var etmiş o misyonu tamamlamak istercesine, var olan hemen tüm güçleriyle son bir hayat atılımı denemişlerdir. 1968’i hâlâ aydın kalıntılarının nostaljilerinin odağında tutan bu görkemli ve trajik veda niteliğidir.

AYDINLANMANIN İÇ SINIRLARI - 1968 DÖNEMİNİN SONU

“1968 dönemi”, 1970’li yıllara girilirken esas olarak sona ermiş sayılırdı. Gerçi Batı toplumlarının çoğunda “öğrenci hareketi” heyecan ve kitleselliğinden epey kaybetmiş olarak sürmekte, zaten illegal koşullarda “otomatik olarak” silâhlı mücadele kanalında akan Latin Amerika’da yine aynen devam etmekte, en kitlesel 1968’in yaşandığı Üçüncü Dünya ülkesi olan Türkiye’de ise seçkin ve metropol üniversitelerinden diğerlerine de yayılarak daha bir genişlemiş görünse de, en azından dar silâhlı mücadele örgüt ve eylemlerine doğru kayış, kitlesel öğrenci hareketi olma döneminin sonuna yaklaşıldığını haber vermekteydi. “Sosyalist blok”taki ’68 ise salt öğrenci-aydınları içermeyen bir hareket olarak zaten farklıydı ama, o da Polonya’daki işçi hareketinin bastırılması, “Prag baharı”nın blok devletlerinin askerî müdahalesiyle ezilmesi ile daha 1970’e varmadan sona erdirilmişti. 1970’e doğru Çin’deki “Kültür Devrimi”nin, isminin çağrıştırdığının tam tersine bir rotaya girip, yalınkat bir sözde kitle kültürü inşâsına, etnik temizlemeye benzer bir kültür temizleme paranoyasına dönüştüğüne ilişkin işaretler de çoğalmaktaydı.

1960’ların ortalarında dünya ölçeğinde kabaran bir devrim ve dönüşüm umuduyla yüklü dalga çekilmeye başlamıştı.

Bunu bazı ülkelerde bir karşı devrim hareketinin takip ettiği söylenebilir. O da ancak karşı devrim kavramını bir hayli zorlayarak mümkündür. Çünkü karşı devrim, devrimci bir hareketin ortaya çıktığı andaki mevcut düzenin özel olarak o çıkış kanallarını köreltecek biçimde daraltması, daha baskıcı ve otoriter hale gelmesi sonucunu veren bir reaksiyon ve restorasyon hareketidir. Oysa kurulu “reel sosyalist” düzende mümkün bir “reform”* amaçlayan “Prag baharı”na devrim denilebildiği ölçüde onu ezen askerî müdahale ve ertesinde yapılan otoriter düzenlemelere de karşı devrim denilebilir belki. Ama genelde ele alındığında, bir 1968 hareketi yaşamış ülkelerde, o hareketin çekilmeye başlamasından sonraki düzen, öncekinden çok daha baskıcı, otoriter değildir. Hattâ, özellikle “Batı”da, 1968 hareketi, daha belirgin bir çekiliş trendine girmemişken bile, kurulu düzenler bu hareketin talebe dönüştürülebilecek kimi eleştirilerini dikkate alan reformlar yapmaya koyulmuşlardı bile. 1968 dalgası epeyce durulduktan sonra da bunlar birer “1968 kazanımı” olarak kaldılar ve özellikle genel eğitim düzeninde ve gündelik hayatın çeşitli alanlarında 1968’in olumlu bir uyarı işlevi gördüğü birçok düzen, politikacısı ve ideolog tarafından da belirtildi.

Türkiye’de olanlar daha karmaşıktır. Örneğin, 1971’teki 12 Mart askerî müdahalesini ve 12 Mart rejimi esnasında yapılan düzenlemeleri Türkiye 1968’ine karşı bir reaksiyon, bir “karşı devrim” olarak nitelemek de mümkün görünebilir. Türkiye’de öğrenci-aydın hareketinin hızla sosyalist-devrimci sıfat edinerek yükseldiği yıllarda, yine bir grup sivil ve asker elitin Kemalist bir darbe peşinde olmalarıyla kızışan ve karmaşıklaşan bir iktidar mücadelesinin de cereyan etmekte oluşu, zaten 1970’lere girilirkenki durumu, bir 1968 hareketi ve kurulu düzen karşılaşması olarak ele alamayacağımızı gösterir. Türkiye’deki 1968 hareketi kökleri kendisinden önceye uzanan bu iktidar mücadelesinden ne ölçüde etkilenmiş, ne ölçüde bu mücadelenin özelliklerince belirlenmiş ve ne ölçüde de o mücadeleyi etkilemiştir gibi sorulara, 1968’deki hareketleri dünya ölçeğinde, dünya tarihi boyutunda ele alan bu yazıda cevap aramamız beklenmemelidir. Çünkü her ülkede 1968 hareketi kaçınılmaz olarak kendi özgül tarihsel, siyasal koşullarından da etkilenmiş olarak ortaya çıkmış ve şekillenmiştir. Ama bir Üçüncü Dünya ülkesi olarak Türkiye’nin, 1960’lı yıllarda o sözünü ettiğimiz sivil-asker elitlerin ciddi bir “sol” askerî darbe hazırlığı içinde oluşu olgusu bakımından hiç de istisna olmadığını belirtelim. 1968’i de içeren ve 1960 ve ’70’lerin ilk yılları arasındaki dönem, Üçüncü Dünya’nın birçok ülkesinde bir “sol” askerî darbeler dönemidir de aynı zamanda. Anti-emperyalizm, bağımsızlık, “sosyalist” değilse bile “kapitalist olmayan” bir iktisadî düzen gibi, ülkelerindeki devrimci öğrenci-aydın hareketinin temalarıyla güçlü rezonansları olan bu sloganlar eşliğinde iktidarı ele geçiren bu askerî darbelerin hiçbiri tutunamadı gerçi, ama o ülkelerdeki öğrenci-aydınların edinmeye çalıştıkları silâhı, silâhlı gücü zaten elinde tutan “üniformalı aydın”ların bu “potansiyeli”ni dikkate almamaları mümkün değildi.

Türkiye 1968’inin devrimci öğrenci-aydın hareketinin diğer ve benzer ülkelerdeki pek olmayan bir özelliğinden söz etmek gerekirse; bunun, daha doğuş anından itibaren yine “öğrenci-aydın” saflarından bir reaksiyon hareketi ile karşılaşmış olması olduğu söylenebilir. Türkiye’de devrimci öğrenci-aydın hareketi, bu sıfatıyla belirginleşmeye, kitleselleşmeye başladığı 1960’ların ikinci yarısına girildikten sonra, çoğu “okullu” sayılamayacak bir dinci muhafazakâr güruhlarca “sokakta” durdurulmak istendi. Dönem hükümetinin teşvik ettiği bu güruh o “görev”ini en son ve en kanlı biçimde 1969 kanlı pazarında icra ettikten sonra, devreden çekildi ve yerlerini bu kez okullarda örgütlenmiş milliyetçi faşizan bir öğrenci topluluğuna bıraktı. Türkiye’de devrimci öğrenci aydın hareketi 1970’lere kendi içinde yoğunlaşan “devrim stratejisi” tartışmaları ile girerken, bir yandan da giderek daha organize ve saldırgan olan bu gerçek karşı devrim militanlarıyla şiddetlenen bir mücadele vermekteydi.

Bu noktaya değinmemizin özel bir nedeni var. Daha önce de işaret edildiği gibi, 1968 hareketi, bütün ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de öğrenci aydınların en “seçkin” tabakasından, onların bulunduğu gözde üniversiteler, bilgi, kültür ve sanat kuruluşlarından başlayıp bütün öğrenci-aydınlar kitlesine yayılmıştır. Ama 1970’e kadarki ’68 hareketinin “yükseliş” döneminde genel hareketin dinamosu ve -eğer bu deyim yerindeyse- “hegemonik unsur”u bu seçkin öğrenci-aydın kesimidir. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi, İTÜ, ODTÜ, o denli olmasa bile Hacettepe ve -şimdiki adıyla- Boğaziçi Üniversitesi gibi devrin en güzide okullarında devrimci öğrenciler rakipsiz bir çoğunluğu hemen edinivermişlerdir. Diğer seçkin fakültelerde de çok geçmeden büyük çoğunluğa sahip olmuşlardır. Benzer bir durum 1970’li yıllarda öğrenci siyasallaşmasının yayıldığı liseler düzeyinde de görülür.

’70’li yıllarda da değişmeyecek bu olguya mukabil 1970’lere doğru organize edilmeye başlayan milliyetçi-faşizan karşı öğrenci hareketi, üniversite ve yüksek okulların “kalitelilik” sıralamasının altlarında yeralan okullarda, özellikle “taşra”daki yüksek okullarda taraftar bulmuştur. Dolayısıyla, Türkiye özelinden kalkıp, öteki ülkelerdeki buna paralel olguları da dikkate alarak bir yargıya varacak olursak...

Genel tarih planında bir “ikinci aydınlanma dönemi” olarak konumlandırılabilecek “1968 dönemlerinde” en geniş tarifiyle “aydın” kategorisine dahil edilebilen “okumuş”lar kitlesinin, bu vasfı en belirgin, etkin ve üst düzeyde olan kesimi, “seçkin öğrenci-aydınlar”ın oluşturduğu bir hareket, aydınlanma çağının kaynağındaki en derin arayışın, ulaşılmak istenen idealin, yani en özet haliyle tamamen özgür, her boyutuyla zengin ve eşit insanlardan, topluluklardan oluşan bir insanlık durumuna varmanın önündeki engelleri aşabilmek için, o ideal ve zihniyetin “aydın”a yüklediği “öncü” misyona büyük bir istek ve enerjiyle bir kez daha sarılırken; aynı genel aydın kategorisinin alt tabakalarında bunun tam karşıtı bir reaksiyon, şekillenebilmiş bu kesim de özgürlük ve eşitliğe kural olarak inanmayan, otoriter düzen ve hiyerarşilerin pekiştirilmesini, ideal ve misyon sayan karşı bir hareket oluşturabilmişlerdir.

Kurulu toplum düzenlerinin iç hiyerarşisinin tepelerinde yeralan, alabilecek durumda olan “seçkin” öğrenci aydınların özgürlükçü ve eşitlikçiliği; öğrenci-aydın hiyerarşisinin altlarında yer alanların ise aksine kurulu düzenin otoriterlik dozunun ve hiyerarşik yapısının daha da pekişmesini savunmaları ... seçkin kesim eşitliği ararken ötekilerin tam aksine özellikle eşitliği kategorik olarak reddetmeleri.

Yaman bir çelişki mi yoksa “Aydın”ın özel tarihinin bir ironisi mi?

Her iki soruyu da sorarak Aydınlanma zihniyetinin ve dolayısıyla o bağlamda oluşan aydın ve aydının misyonu kavramlarının iç sınırları konusuna girebiliriz. Ayrıca zaten 1968 dönemini, Aydınlanma hareketinin ikinci ve son -aşaması- dönemi olarak tanımlayabildiğimize göre bu konu “1968 hareketi”nin sona erişinin “iç” nedenlerine de ilişkin demektir.

Önce şunu belirtelim ki; Aydınlanma çağının son atılımını da yaptıktan sonra bitmiş sayılabileceğini söylemek, bu çağın kaynağında -başkalarıyla birlikte- yer alan tamamen özgür, kendi kaderine egemen ve eşitlik halindeki insanlık durumu idealinin, bu yöndeki arayışın da bitmiş addedilmesi gerektiği anlamına kesinlikle gelemez. Çünkü o ideal Aydınlanma çağının daha bir belirginleştirip boyutlandırarak devraldığı ezeli bir ideal, arayıştır. Şüphesiz Aydınlanma zihniyetinin önkabullerinin ve bu çerçevede Aydınlanmanın ana akımlarından biri olarak -geleneksel- sosyalizm akımının geçersizleşmesi ve tıkanması, o sosyalizm akımıyla özdeşleştirilmiş bu arayış ve idealin de gölgelenmesine yol açmıştır. Ancak bu hem kaçınılmaz hem de geçici bir durumdur.

Daha önce de bir yerde değinildiği üzre Aydınlanmanın -ilk- saflık dönemini sona erdiren, ardından da onun çeşitli akımlara ayrışmasını zorunlu kılan şey, 18. yüzyıl ortalarından itibaren görünür bir ivme kazanan kapitalizmin gelişmesi ve özel olarak endüstriyel devrimdir.

İkinci aydınlanma döneminin sona erişine de benzer bir gelişmenin, “ikinci sanayi devrimi” denilerek -bu deyişle boyutları daraltılmış olsa da- çapı ve kapsamının büyüklüğü ifade edilmek istenen bir yeni dönemin karşılık düşmesi ilginç ve anlamlıdır. 1970’lerin sonlarına doğru giderek belirginlik kazanan ve 1990’lı yıllara gelinirken “bilgi çağı” diye nitelenmekte olan bu süreç, neden odağında bilgi ve bilimin yer aldığı Aydınlanma çağı ve zihniyetinin tam egemenliği olmuyor da, aksine onun “bitişi” olarak yorumlanabiliyor?

Böyle yorumlanabiliyor; çünkü her şeyden önce, bilimin ve bilginin gelişmesi tarihi, Aydınlanma zihniyetinin ondan beklediği -öncelikle- toplumsal sonuçları vermemiş, hattâ birçok durumda öngörülenin tam tersi sonuçlarla karşılaşılmıştır.*

Çünkü, en özet biçimde ifade edilirse, Aydınlanma zihniyeti, bilimin bu faaliyetin ve ürünlerinin hayatımıza egemen olmasıyla olağanüstü parlak bir gelişme sürecine gireceğimizi inançla vurgularken; bu faaliyetin ve en azından onun bilgi olarak ürünlerinin herkes için erişilebilir, edinilebilir ve eyleme dönüştürülebilir olacağını varsaymaktaydı. Bilgi edinim ve üretim faaliyeti onun gözünde yararlanma ve paylaşmanın en eşit biçimde gerçekleştirilebileceği bir alandı. Yani Aydınlanma bu alanında toplumsal ilişkilerin, düzenin niteliğine göre şekilleneceğini, bilim faaliyetinin ve bilgi kullanımının bizzat kendisinin de bunu “yapısal” olarak yansıtan bir faaliyet olarak kurumlaşacağını öngörmüş değildi.

Özel olarak bilimin, bilginin zaferini temsil eden sanayi devriminin ilk toplumsal sonuçları, sınai üretimin bir faaliyet olarak niteliği belli olduğunda ilk aydınlanmacıların çizebildiği tablonun temelden gerçek ve gerçeklik dışı olduğu apaçık görülmekteydi. Esasta değişmeyerek, üstelik daha da pekişerek günümüze kadar gelen tablo, burada bilim ve bilginin gelişmesinin insanlar arası eşitsizliği “yumuşatmak” için bile değil, daha da katılaştırmak, ayrıca daha da boyutlandırmak gibi bir işlev gördüğünü ortaya koyar.

Bilgi üretme faaliyetinin en kritik ve ileri düzeylerinin toplumsal hiyerarşinin tepesinde bulunanların konum ve çıkarlarını pekiştirecek bir yapılanma içinde icra edildiğini bile bir yana bırakın, bilimlerin ve bilginin gelişmesi süreci, toplumun geniş kesimleri için toplam bilginin üretim ve uygulanımına katılım paylarının sürekli kısıtlandığı böylece, göreli olarak giderek cahilleştikleri bir süreç olarak yaşanmıştır. Üretim tarzının bir zorunluluk, kaçınılmazlık olarak empoze ettiği bu durumda, bilimin şimdiye kadarki her atılımını, bilgiyle üreten insan olarak kendi konumunda bir gerileyiş olarak yaşayan modern çağın tipik insanı, giderek kendinden uzaklaşan o bilimi kendisi için bir tehdit olarak algılarken; ilk Aydınlanmacıların bilimin gelişmesini insanlığın kurtuluşuyla özdeşleyen yaklaşımının nasıl bir inandırıcılığı olabilir?

Refah -tüketim- toplumunun tipik insanı bu varoluşsal perspektiften apaçıklıkla görülen manzarayı göremiyor, bundan yüz çeviriyorsa, nedeni ilk planda bu gelişmenin ona “tüketme” gibi bir teselli verebilmiş olmasıdır.

Bilimsel faaliyetler başka tür bir düzenleniş altında yapılamaz ve geliştirilemez; bilgi başka hiçbir düzenleme altında bu denli etkin ve verimli işlenemez yargılarıyla sıkı sıkıya donanmış bu yapı içinde, etkin kullanabildikleri sınırlı bilgi kırıntılarıyla var olan insanlara, muhteşem devrimci fikirler aşılamaya çalışan “aydınlar”, bilgi ve fikirlerin sadece maddi üretim alanında değil, her alanda da benzer yapılar içinde üretip “hayata geçirildiği”ni bile bile ve bunun dönüştürülebilirliğinden söz edemeden nasıl bir “kurtuluş”tan kendi kendilerini kurtarmaktan söz edebilirler?

1968 hareketi, kapitalist -refah- tüketim toplumunun insanca varoluş ve gelişim için ve onun önünde en az yoksulluk toplumları kadar ciddi -hattâ daha da boyutlu- bir engel, bir sorun olduğunu ve bu sorunun öğrenci-aydınların “özel” alanıyla gayet derinden ve doğrudan bağı olduğunu sezmişti. Ama bunu anlatabilmek, bilince çıkarabilmek ve hele çözüm sunabilmek için donanımsızdı. Dolayısıyla 1968’in bu anlamda özgün bir söylem ve eylem dili yoktu. Tüm bir Aydınlanma çağının mirasını yardımına çağırmış, denenip yarıda kalan veya daha hiç denenmemiş her alandaki girişimi zorlamış ve orada kalmıştır.

Kendi hareketine katmak, birlikte hareket etmek için çırpındığı refah toplumunun yığınları örgütlü işçi sınıfından umduğu ilgiyi görememiş ve bunu da doğal olarak onun görece “rahat” olan iktisadî durumuna bağlamıştır. Ama bu zaten beklenmedik, umut kırıcı bir olgu değildi. Özellikle Batı ’68’i refah toplumunun “sıradan”, tipik insanlarını hallerinden memnun kılan mekanizmanın gücünü biliyor ve o nedenle de söz konusu -emperyalist sömürü- mekanizması içinde “memnun” yaşamının bedeli olan edilgenlik, tek boyutluluk ... gibi sorunları öne çıkaran, Marcuse, Reich, Sartre gibi düşünürlerin modern refah toplumu eleştirilerinden derlenmiş bir söylemin çarpıcı eylem ve gösterilerle bezeli etkisine bel bağlıyordu. Ama kendisi de bu sorunların aslî, yani iktisadî -dolayısıyla refah- sorunun yanında birer garnitür; ya da o aslî sorunu yaşamamak için ödenebilecek küçük bedeller olduğu yaklaşımını onaylıyordu. Özellikle refah toplumu, sorunları yoksul, sömürülen toplumların sorunlarıyla aynı masaya konulduğunda. O nedenle Batı ’68’i ile Üçüncü Dünya ’68’i yaklaştıkları oranda aynı ortak dili kullanır, sorunlarını birlikte o dilin ufku içinde tanımlar oldular. Bu ekonomi politiğin diliydi ve bu dilin mantığında bir devrim tasarlayabilmenin bunu mümkün görebilmenin imkânı veren de “Marksist ekonomi politik”ti.

Ancak hangi sıfatla bezenirse bezensin ve hangi amaç için kullanılırsa kullanılsın, ekonomi-politik-refah toplumunu ve onun sürüklediği yoksul toplumlar dünyasını kuran dil ve mantıktır. Ve bu mantığı kendisi için kullanmaya çalışmış her türden hareket, sonuçta o dilin aslî sahibine, kapitalist topluma ram olmaktan kurtulamamıştır.

1968 hareketi de kurtulamadı. Ama bu tür bir yanılgıya kimsenin bir daha düşmemesi gerektiğini son ve kesin biçimde kanıtlamış da oldu.

(*) Şüphesiz bu inanç endüstriyel devrimin ilk sonuçları oturdukça sarsılmaya başlayacaktır. Bilgilerin, özellikle de fikirlerin akıl ve konusu arasındaki dolaysız, yani zaman ve koşullardan bağımsız ilişkide “üretildiğini”, daha doğrusu, konunun kendisine içrek olup, ne zamandır keşfedilmeyi beklediğini varsayan ilk Aydınlanmanın “safiyane” yaklaşımının da çok geçmeden terk edilmesini kaçınılmazlaştıran 19. yüzyıl felsefesi de bu sarsıntının üzerinden Aydınlanma zihniyetinin akımlara ayrışmasını hızlandıracaktır.

(*) Örneğin Macaristan’da benzer bir düzenleme adı konmadan yapılmış, rejim “yumuşatılmış”tı.

(*) Bu sonuçlar hiç şüphesiz bizatihi bilimin, bilme faaliyetinin kendi doğasından kaynaklanmış, kaçınılmaz sonuçlar değildir. Aydınlanmanın odağında yer alan, kendini ve dünyasını “bilme” yetisine tamamen sahip bu sürekli zenginleşen “bilme” faaliyeti ve bunun ürünleriyle kendini ve dünyasını dönüştürebilen, böylece kendi kaderine daha fazla egemen olabilecek insan kavramını reddeden yeminli Aydınlanma karşıtlarının öne sürdüğü ikiyüzlü gerekçeler bu konudaki ciddi bir tartışmada tutunamazlar.