Devrimcilerin hayata bakışlarında bir sorun var (bir sürü sorun var da sadece biri ilgilendiriyor beni şu anda). Dünyayı benim “Ankaist” demeyi tercih ettiğim bir gözle görüyoruz. Ölen istisnasız her şeyin küllerinden yeniden doğacağına inanıyoruz. Doğanın uzun vadeli, uzun dalgalı süreçleri için doğru bu belki. Ama bazı şeyler de hayatta kalmayı beceremez ve ölür. Öldüğünde de ölü kalır. Çürür; üstünde bokböcekleri dolaşır, çalılar biter. Tamam, belki “yeni bir hayata” gübre olur, ama bokböceği olarak yaşamak ister miyiz?
Bu dediğim, insanlar için geçerli olduğu gibi, insanlık için de geçerli. İnsan denilen hayvan türünün ilanihaye yaşayacağı fikri de nereden çıktı? Bakın, dinozorlar yok artık. Bir sürü hayvan ve bitki türünü de biz, elcağızlarımızla yok ediyoruz. Yok olup gidebiliriz.
Üstelik bizden sonra gelecek bir akıllı canlı türünün bizden hiç haberi de olmayabilir; maceralarımızdan, “başarılarımızdan”, yarattığımız “harikalardan” bihaber, kendi “uygarlığını” kurup yaşayabilir. Ya da böyle bir canlı türü hiç gelmeyebilir. Belki de yalnızız evrende. Belki de “akıllı yaşam”ın tek, ilk ve son şansı biziz.
Marx ve ondan sonra Rosa Luxemburg “Ya sosyalizm, ya da barbarlık içinde yok oluş” derken bu ihtimali de göz önünde bulunduruyorlardı herhalde. Beceremeyebiliriz, yüzümüze gözümüze bulaştırabiliriz. Kapitalizm sermayeyi biriktire biriktire çatlayıp gider; biz de onunla birlikte yolcu oluruz. Ne “kâr hadlerinin azalma eğilimi yasası” kurtarır bizi, ne de “eşitsiz ve bileşik gelişme yasası”. Diyalektiğin “kanunları”nın umurunda bile değiliz.
Bütün bunları bile bile, “Yine de Devrim!” diyeceksek, bu sözün sırf inattan biraz fazla bir şey olmasını sağlamamız gerek.
İki yüzyıla yakın bir süre, Fransız İhtilali’nden 1968 Dünya Devrimi’ne kadar, kapitalizm sermaye biriktirdi, gezegenin dört bir yanına yayıldı. Midas’ın dokunduğu her şeyi altın etmesi gibi, dokunduğu her şeyi kendine benzetti, metalaştırdı. Gene Fransız İhtilali’nden başlayarak, kapitalizmin muhalifleri oldu. Kapitalizm öncesi değerlerin özlemini çeken muhafazakârlar ve kapitalizm-sonrası bir toplum hayal etmeye çalışan sosyalistler, anarşistler, devrimciler. Kapitalizm onlara da dokundu, kendine benzetti. Zaman oldu, bu muhalifler bir ülkede iktidara geldiler. Onlar da sermaye biriktirdiler. Kapitalizm içinde ve onun yöntemleriyle, başka bir söylemle ama aynı dille, iktidarın ve şiddetin diliyle muhalefet ettiler.
Derken 1968 geldi. Kapitalizmin son yirmi beş yıldır yeni bir patronu vardı artık. Adına Amerika Birleşik Devletleri deniyordu. Muhalefet eden bıyıklı adam ve onun halefi olan matruş ve şişman adam, yirmi üç yıl önce anlaşmışlardı onunla; “soğuk savaş”ıyorlardı ama danışıklı savaşıyorlardı. Mehtap uyandırılmıyor, kayık sarsılmıyordu. Bol bol bağırılıyordu yalnızca. Sonra. ABD’de ve Fransa’da, Çekoslovakya’da ve Çin’de insanlar ayaklandı. Kışlık Sarayı ya da Bastille’i zaptetmediler. Aslında hiçbir yeri zaptedemediler. Yalnızca, düzeni ve muhalefetiyle birlikte, kapitalizmin düzeninin meşrûluğunu tanımadılar. Bunu yüksek sesle söylediler. Şarkıyla, şiirle, sloganla. 1848’den bu yana ilk kez toplumu “sol/sağ”, “ileri/geri” diye değil, “devrim/düzen” diye ikiye böldüler. Üç-beş yılda çanlarına ot tıkandı, sustular. Ama kapitalizm ve onun en has ideolojisi, liberalizm, bir daha iflah olmadı; 1968’de kaybettiği meşruiyet kalkanını bir daha geri alamadı.
Yirmi yıl sonra, kapitalizmin ve liberalizmin danışıklı muhalifi “sosyalist” dünya çöktü. Buna çok sevinirmiş gibi yapan kapitalizmin liberal çığırtkanları da aslında eşekten düşmüş karpuza döndüler. O sözümona “iki-kutuplu” dünya, o soğuk savaş, o “nükleer savaş tehdidi”, o “şer imparatorluğu” olmadan kendi şerlerini nasıl meşru göstereceklerdi şimdi dünyaya? Kapitalizm artık yalnızca devrimcilerin dilinde değil, maddi olarak da meşruiyetini yitirdi. Bunu büyük kalabalıkların görmesi de yakındır.
Ama incir yaprağını ilk çekip alan 1968’di. Che’siyle, Kızıl Dani’siyle, Malcolm X’iyle, “İnşallah geberirsiniz Savaş Beyleri” diyen Bob Dylan’ıyla, “Özgürlük, kaybedecek hiçbir şeyinin kalmamasıdır” diyen Janis Joplin’iyle, Paris kaldırım taşlarını yeniden politik hayata sokan Sorbonne işgalcileriyle, askere çağrılma belgelerini yakan Amerikan hippileriyle, tankların önünün kesip Tienanmen’e yol gösteren Prag Baharı göstericileriyle 1968, İsrafil’in Sûrunu çaldı. Vakit tamamdır.
Otuz yıl sonra hâlâ, bunun arkası olmayan bir kıyamet habercisi mi, yoksa bir yeniden doğuşu haber veren bahar ayini mi olduğunu bilmiyoruz. Ya da şöyle diyelim: 1968, birinci cemreydi. İkinci cemre, 1989’da Rusya’nın (ve uydularının) “sosyalizmcilik” oynamaktan vazgeçmesiyle düştü. Şimdi üçüncü cemreyi bekliyoruz. Ancak ondan sonra arkasından gelenin bahar mı, yoksa tufan mı olduğunu görebileceğiz.
Ya da şöyle diyelim: Gelenin bahar mı yoksa tufan mı olacağı, bizim üçüncü cemreye kadar ne yapacağımıza bağlı. Bedava Anka’lar yok artık.