“1960’lar, Avrupa ve ABD çapında yaygın bir toplumsal devrim hareketine sahne oldu. Bu devrimin tek eksiği “iktidar” hedefine yönelmemiş olması, bu yüzden de “yeni bir rejim”le sonuçlanmamasıydı. Öte yandan, toplumsal ve kültürel alanlardaki kazanımları, yirminci yüzyıldaki siyasal devrimlerin, radikal iktidar değişikliklerinin toplumsal ve kültürel kazanımlarından daha geride değildi. Ne var ki, bu değişiklikler ve kazanımlar kurumlaşamadıkları için 1970’lerin sonlarından 1980’lerin ortalarına kadar uzanan bir süreç içinde ya yavaşça geri alındılar, ya da ‘evcil hale getirildiler’.”[1] Bu satırlarda, “68 hareketi” denilen toplumsal olgunun neredeyse tüm boyutlarını görmek mümkün. Dikkat edilmesi gereken ilk nokta, söz konusu olgunun bildik teorik kavramlarla kavranamaz bir nitelik taşıdığı gerçeğidir.
Her şeyden önce, “iktidar hedefine yönelmemiş bir devrim”, yaşanılan dönem -belki de tüm dönemler- açısından hiç beklenmedik, tuhaf bir şeydir. İktidarları, kendi dilleriyle konuşmayan başkaldırılardan daha fazla ne şaşırtabilir ki? Zaten ’68’in “toplumsal ve kültürel kazanımları”, bu şaşkınlığın yarattığı duraksamanın hanesine kaydolmadı mı? Fakat, yukarıda alıntılanan saptamada çok daha ilginç olan bir şey var. O da şu: İktidar hedefine yönelmemiş olma, iktidar sözcüğü tırnak içine alınarak, bu hareketin eksisi değil, artısı haline getiriliyor. Onu, “yirminci yüzyıldaki siyasal devrimlerin, radikal iktidar değişikliklerinin toplumsal ve kültürel kazanımlarından” geri kılmayan şey de bu. Ancak iş burada bitmiyor. “Ne var ki”, diye başlayan bir cümle var ki, ’68’in aritmetik sonucunu sıfırlayıveriyor. Evet, birçok şey kazanılmıştır ama, sonuç sıfırdır. Neden? Çünkü hareket ya da devrim “kurumsallaşamamıştır”. Niçin? Çünkü “iktidar” hedefine yönelmemiş, “yeni bir rejim”le sonuçlanmamıştır. Kısacası, avantaj dezavantaja dönüşmüştür, elbette zafer de mağlubiyete... Üstelik sonuç da, olabileceklerin en kötüsüdür: Esaret bile değil, düpedüz “evcilleşme”...
Bugün, “68 devrimi”nden çok “68 ruhu”ndan söz ediyor oluşumuzun nedeni de bu değil mi? Kuşkusuz, bununla, ’68’in “maddi kazanımlar”ının buharlaşmasını, elde sadece ruhunun kalmasını kasdetmiyorum. Söylemek istediğim, ’68’in zaten “tinsel bir devrim”, daha doğrusu “tinsel bir başkaldırı” olduğu.
Farklı coğrafyalarda farklı niteliklere bürünmüş olsa da, ’68 hareketinin ortak bir ruh haline dayandığı söylenebilir: “Sistem”in dışında kalma arzusuyla yanıp tutuşan, sürekli ve kapsamlı bir başkaldırı. Yıkılmak istenen “Sistem”, tıpkı dönemin öne çıkmış topluluklarından Pink Floyd’un “Duvar”ı gibi, neliği ve kimliği açıkça ortaya konmamış, koordinatları belirsiz, bu nedenle de hemen herkesin kendisini içine sıkışmış hissedeceği bir hapisane olarak tasavvur edilmiştir ki, bu da, ’68’in, çok farklı kesimlerin, grupların toplumsal dertlerini dillendirebildikleri heterojen bir yapı kazanmasına olanak vermiştir. ’68’in ortak bir biçimde arzuladığı şey, “özgürlük”tü, ancak, her grup kendi “Duvar”ının karşısındaydı ve doğal olarak onun yıkılmasını istemekteydi. Kendiliğinden başlamış ve sürmüş bir başkaldırı olduğu için de, tikel sorun ve talepler tümel bir “toplumsal sorun” metafiziği içinde eritilmemiş, hiyerarşik bir düzenlemeye tâbi tutulmamıştı. Sonuçta, öğrencilerden işçilere, kadınlardan eşcinsellere, anarşistlerden çevrecilere kadar uzanan oldukça geniş ve renkli bir muhalefet yelpazesi ortaya çıktı.
Agnes Heller ve Ference Feher, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, esas olarak da Avrupa’da ardarda üç kuşağın ya da dalganın yaşa(n)dığını ileri sürerler. Birincisi, savaşın hemen sonrasında doğan ve doruk noktasına ’50’lerin başında ulaşan varoluşçu kuşak, ikincisi, ’60’ların ortasında doğan ve doruk noktasına ’68’de ulaşan, ancak ’70’lerin ortalarına kadar yayılan yabancılaşma kuşağı; nihayet üçüncüsü de, ’80’lerde ortaya çıkan ve henüz doruk noktasına ulaşmamış olan postmodernist kuşaktır. Yazarlara göre, bu dalga ya da kuşaklar arasında kopuşlar ve süreklilikler söz konusuydu. Örneğin; “Doruk noktasına 1968’de ulaşan yabancılaşma kuşağı, ilk dalganın hem bir devamı hem de ters dönmüş haliydi. Onları şekillendiren deneyim savaş değil, savaştan sonraki ekonomik patlama ve bunun sonucunda toplumsal olanakların genişlemesiydi. Dahası onların deneyimi, öznellik ve özgürlüğün şafağı değil, karanlığıydı. Varoluşçu kuşak yabancılaşmayı, modern kurumların cansızlığını ve olumsallığın anlamsızlığını keşfetmesine karşın yine de oldukça iyimser bir tür olarak kalmışken; yabancılaşma kuşağı yola umutsuzluk içinde çıkmıştı. Tam da bu kuşak bolluk ideolojisini ciddiye aldığı için, sınai ilerleme ve zenginliğin yarattığı rahatlamaya başkaldırdı ve kendisi için yaşamın anlamını ve duyguyu aramaya koyuldu. Ama özgürlük temel değer olarak kaldı; yabancılaşma kuşağı varoluşçu kuşaktan farklı olarak, kolektivizme bağlı kalmıştır. Özgürlük arayışı ortak bir arayıştı.”[2]
Varoluşçu kuşak, esasta bir “öznellik başkaldırısı”ydı. ’68’de doruğuna çıkan yabancılaşma kuşağı ise, bir anlamda bu başkaldırıyı anlamsız hale getiren, daha doğrusu öznelliğin bizzat kendisini tırnak içine alan reel koşullara karşı bir başkaldırıydı. Heller ve Feher’in de vurguladığı gibi, yabancılaşma kuşağı, eğer deyim yerindeyse, huzurun, yani konfor ve konformizmin yarattığı bir huzursuzluğu yaşamıştı. ’68’in gerçek anlamda büyük metropollerde, özellikle de sistemin henüz tam olarak merkezine çekmediği, çeperlerine ittiği toplumsal kesimler arasında yankılanmasının nedeni de, belki de buydu.
Gerçekten de, ’68, esas olarak bir gençlik hareketiydi ve yine Heller ve Feher’in sözleriyle, tipik özelliği “işlevsel işbölümü” olan bir toplumda “gençlik” terimi “işlevsellik-öncesi”yle eşanlamlıdır: “Başka bir deyişle, henüz işbölümü içinde bir işlev yüklenmemiş herkes gençtir.” Bu anlamda, genç olarak, sisteme ve sistemin işleyişine “dışarıdan” bakma olanağına sahip olmak demektir ve üstelik, bu kesime dayanan hareketlerin, son derece farklı toplumsal kesimlerden gelen insanları kendine çekip kucaklama bakımından oldukça büyük bir toplumsal “özümseme gücü” vardır. Ancak, ne yazık ki, “gençlik” ontolojik olmaktan çok toplumsal bir kategoridir. Yani toplumsal olarak “üretilmiş” bir şeydir ve bu nedenle de “fani”dir, günü geldiğinde biter. Dahası, gençliğe radikal karakterini veren, sisteme “dışarıdan” bakma olanağı da, aslında bizzat sistemin kendisi tarafından yaratılmış toplumsal bir olanak değil midir?
’68 hareketinin gücünün de, güçsüzlüğünün de buradan kaynaklandığı düşünülebilir, sanıyorum. Evet, sisteme topyekûn bir başkaldırı, fiilî haliyle yabancılaştırıcı etkileri olan modern gündelik hayatın topyekûn reddi, her türlü kurum ve kurumlaşmaya karşı; inatçı bir direniş, bütün bunlar ’68’in gücüydü. Bu güç de, esas olarak sistemin işbölümü yapısının dışında duruyor olmaktan geliyordu. Ancak “gençlik” denilen şeyin de, nihayetinde toplumsal bir “kurum” olduğu hiç düşünülmemişti ki, işte bu da, ’68’in en zayıf yanıydı, denilebilir.
Bu nedenle, bir “evden kaçış” hareketi olarak başlayan ’68, nihayetinde “eve dönüş”le noktalandı. Modern yabancılaşmış yaşama alternatif olarak önerilen yaşamlar bir tarz, moda haline geldi ve radikal özünü yitirerek kurumlaştı. ’68’in başkaldırı ideolojisi ambalajlandı ve nostaljik bir metaya dönüştürüldü.
Peki ama, ’68’den eve dönenler, bavullarından işe yarar hiçbir şey çıkarmadılar mı? Elbette hayır! ’68’den şimdi elimizde kalan, özlemle yad edilen kayıp bir “ruh” değil, sürekli tekrar edilmesi gereken acı bir “ders”: Bazen kazanım, aslında kayıptır!
[1]Bülent Somay, “Her Şeyi, Hemen Şimdi”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, cilt 5, s.1507, İletişim Yay.
[2]Postmodern Politik Durum, s.199, Öteki Yayınevi.