Columbia ve Fransa’dan sonra bir şeylerin gerçekleştiğine kani olan Amerikalı iki lisanüstü öğrencisi, 1968 yılının Temmuz ayını Avrupa’yı dolaşıp öğrencilerle konuşarak geçirirler. Her ne kadar Fransız Komünist Partisi ve Fransa dışındaki sempatizanları, Mayıs ayında yaşananların bu ülkede devrimci bir durum yaratmadığını iddia etmiş olsalar da,[1] Rockefeller Üniversitesi’ndeki sükunetten bunalan John ve Barbara Ehrenreich, Berkeley ve Columbia’dan farklı bir şekilde, doğrudan üniversitelerle ilgili sorunlara büyük önem atfeden kitlesel öğrenci hareketlerinin yaşandığı Fransa, İtalya ve Almanya’da devrimci bir sürece tanıklık ederler.
Bu sürecin, anti-emperyalizm, anti-otoritaryanizm, anti-reformizm ve polisin şiddetli baskısına karşı doğrudan eyleme hararetli bir bağlılık gibi birçok ortak yönü vardır ve Fransız Komünist Partisi gibi partilerin asıl tepkilerini çeken, Avrupa’daki öğrenci hareketlerinin içindeki Yeni Sol unsurların ortodoks Marksizme yönelttikleri şiddetli eleştirilerdir. Özellikle Almanya’da Alman Sosyalist Öğrenci Birliği’nin, Fransa, bir kutbunu Marksizme yakın anarşistlerin, diğer kutbunu anarşizme yakın Marksistlerin oluşturduğu ve Bakunin ile Marx kadar, Uluslararası Durumcular’ın manifestolarına da aşina olan 22 Mart Hareketi’nin ve İtalya’da 1973 sonrasında Özerklik Hareketine evrilecek unsurların eleştirileri, önderlik kuramının kötü kullanımına ya da ihanete uğramış olmasına değil, doğrudan kendisine yöneliktir. Leninist parti tasavvuruna, devrimci önderliği kendi tekelinde gören hiyerarşik olarak örgütlenmiş, disiplinli öncüye karşı gelirler.
22 Mart Hareketi kurucularından Daniel Cohn-Bendit, Ehrenreichler Avrupa’yı dolaşırlarken Guardian gazetesinde kısmen yeniden yayımlanan John Paul Sartre ile yaptığı bir şöyleşide, “Önderlik iddiası olmadan eylemi teşvik eden, sürekli coşkunluk yaratan unsur rolünü üstlenen etkin azınlığa ait bir diğerini benimsemek üzere, ‘yol gösterici öncü’ kuramını terk etmek gerek”tiğini söyler. “Belirli nesnel koşullarda, etkin bir azınlığın katkısıyla, kendiliğindenlik toplumsal hareket içinde yerini bulur. İleriye dönük atılımı sağlayacak olan, öncü bir grubun sloganları ve komutları değil, kendiliğindenliktir.”[2]
Yöneticileri yönetme kabiliyetlerinden yoksun kılarak, tahakküm edenlerin ve tahakküm altında olanların bulunmadığı bir özgürlük ve demokrasi alanı yaratma çabaları bu dönemin temel özelliklerinden biri olarak ortaya çıkar. Ortodoks Marksizme yönelik eleştirilerin yanısıra, 1968 yılının doruk noktasını belirlediği bu dönemde hayata geçirilen devrimci pratiklerin kaçınılmaz olarak gündeme getirdiği “yönetilemezlik”, var olan düzene eklemlenmiş ortodoks Marksist tasavvurun temsilcilerini ve bunların benzeri bir tür tasavvurun kalıpları içinde düşünen sol muhaliflerini ürküttüğü gibi, daha sonraları siyasî analistler ile ulusal güvenlik stratejistleri için de bir kabusa dönüşecektir.
Trilateral Komisyonu’nca 1975’te yayımlanan raporda, bugünlerde kendisini 1989 sonrasında yaşanan dönemde Amerikan üstünlüğünün meşrû kılınmasına yönelik, “medeniyetler çatışması” türünden kuramlar geliştirmeye adayan Samuel P. Huntington, kitapta Avrupa, Japonya ve Amerika’daki kriz üzerine yapılan çözümlemelerin Amerika üzerine olanını kaleme alırken, bu ülkedeki krizi şöylesi bir durumun ortaya çıkmış olması ile izah eder: “1960’larda yaşanmaya başlayan gelişmelerle, ülkede ‘demokrasi’ ile ‘yönetilebirlik’ arasındaki denge, ‘yönetilebilirlik’ aleyhine ‘demokrasi’ye doğru kaymıştır ve bu dengenin yeniden kurulması gerekmektedir.” Yani haddinden fazla demokrasi vardır; elbette, formal değil, tabandan gelen bir demokrasi.[3]
Fransa’da devrimci bir süreç yaratan 1968, İtalya’da bir yıl önce başlar ve 1977’deki Bahar Ayaklanması’na dek yaklaşık on yıl sürer. Fransa’da olduğu gibi Komünist Parti ve onun denetimi altındaki sendikalarla yaşanan çatışmalar ile başlayan mücadeleler, hem fabrikalarda, hem de toplumun bütününde yeni işçi sınıfı mücadelelerinin yaygınlaşmasıyla güçlenir. Fransa’da Mayıs ayında otonom bir ayaklanma ile fabrikaları işgâl ederek barikatlar kuran milyonlarca işçi ve yüzbinlerce öğrencinin yollarının bir süre sonra ayrılmasında olduğu gibi, diğer Avrupa ülkelerinde öğrenci ve işçilerin kısa süren flörtlerinin aksine, İtalya’da işçi ve öğrenci mücadeleleri örtüşür. Fransa’da olduğu gibi İtalya’da da ayaklanmaları bastırmak için kapitalist güçlerle bir olarak sermaye içi konumlarını açığa vuran sınıfın “resmî” örgütleri ile işçi sınıfı arasında yaşanan çelişkiler, ayrılıklara ve “yeni bir siyaset”in parçası olan yeni örgütlerin ve kuramların oluşumuna yol açar. İtalya’da bu yeni açılımla oluşan grupların büyük önem atfettiği kavramlardan bir tanesi işçi sınıfı özerkliğidir. Bu kuramsal çerçevede yeni sınıf kompozisyonu meselesi gündeme gelir.[4]
Bu yeni sınıf kompozisyonu içinde önemli bir yer teşkil eden İtalyan öğrencileri arasında hareketlilik, Almanya’da olduğu gibi, üniversiteden hoşnutsuzluk ve Üçüncü Dünya’da süren mücadelelere duyulan ilgiyle başlar. Her ne kadar Üçüncü Dünya’daki mücadeleler, öncelikle sadece halihazırda siyasal bir tavra sahip olan kesimi etkilediyse de, üniversitelerde yaşanan hoşnutsuzluk çok daha geniş bir kesimi mücadeleye yöneltir. İktisadî baskılar ve derslerin sıkıcılığı yüzünden öğrencilerin büyük bir bölümü sınavlar dışında okula devam etmemektedir. Aslında üniversitelerin de kayıtlı tüm öğrencileri barındırmaya yeterli binası yoktur. Öğrenciler mezuniyet sonrasında, aldıkları eğitimin birçok iş için yetersiz olduğunu fark ederler. Sermaye bu eksikliği hizmet içi eğitim programlarıyla telafi etmeye çalışır.
1965 sonrasında ulusal öğrenci birliği, üniversitede reform yapılması için baskı yapmaya başlar; ancak en militan döneminde bile, öğrencilerin inisyatiflerine yer bırakmayacak, tartışmaya kapalı bir şekilde tavandan verilen komutlarla öğrencileri harekete geçirmeye çalışan bürokratik bir örgüt olarak kalır. Bu yüzden öğrencilerin büyük bir çoğunluğu öğrenci birliğinin ve eylemlerinin uzağında dururlar.
1967 Kasımı’nda Torino’da militan öğrenciler, ulusal öğrenci birliğini devre dışı bırakarak doğrudan öğrencilerle hareket etme kararı alırlar. Torino dışında yeni bir üniversite kampüsü inşâ etme önerisinin tartışıldığı fakülte toplantısına verilen dilekçe reddedilince, öğrenciler önce toplantıyı dağıtmaya, sonra da üniversiteyi işgal etmeye karar verirler. İlk işgâli, üniversitenin neredeyse kış ve bahar aylarının tamamında kapalı kalmasına neden olacak diğer işgâller izler. Mücadeleler kısa sürede yayılır: Ocak ayında Floransa’da üniversiteyle ilgili sorunlara yönelik olarak düzenlenen gösteriler polis tarafından şiddetli bir şekilde bastırılır; Roma’daki destek eyleminde bazı fakülteler işgal edilir ve 1968 baharında “doğrudan eylem” iyice yaygınlaşır ve özellikle Torino, Roma ve Pisa’da kitlesel öğrenci hareketlerinin ortaya çıkmasına yol açar. Doğrudan eylem, (Alman Sosyalist Öğrenci Birliği’nden devşirilen bir fikirle) aslında belirli bir amacı elde etmeye yönelik olarak kullanılmaktan çok, toplumun örtük şiddetini ortaya çıkarmaya yönelik olarak kullanılmıştır ve doğrudan eylemlerin, Almanya’da olduğu gibi, İtalya’da da kapitalizmin şiddetini öğrencilerin beklediğinden çok daha şiddetli bir şekilde açığa çıkarması, öğrencileri can güvenliklerini ve hapis cezalarından kaçınmayı güvence altına alacak eylem biçimleri aramaya yöneltir.
İtalyan öğrenciler, üniversite içindeki mücadelelerini daha geniş bir mücadele alanı içinde tanımlayarak meşrûlaştırırlar: “Üniversite ne öğretir? Komut vermeyi ve itaat etmeyi.” Üniversite, öğrencileri komut verecek küçük bir seçkinler kümesi ile itaat edecek yüksek vasıflı bir çoğunluk arasında ikiye bölmektedir. Her iki kesim için de üniversitenin rolü, eğitim değil, öğrenciye kapitalizme içkin olan otoriter ve hiyerarşik ideolojiyi aşılamaktır. Üniversite bir “sınıf kurumu”dur ve temel işlevi toplumsal sınıfların yeniden üretimidir.
İtalya’da öğrencilerin savundukları fikir, üniversite reformuna yönelik mücadelelerin, bu reformlar üniversitenin sınıflı toplumun yeniden üretimini sağlamasına meydan okuduğu ölçüde, anti-kapitalist olduğudur. Üniversite saldırılması gereken kurumlardan yalnızca bir tanesidir; devrimci mücadele toplumun tüm katmanlarında sürdürülmelidir.
Komünist Parti’nin Gramsci’nin fikirlerini benimsemiş/sahiplenmiş olması, İtalyan öğrencilerin parti kadar, Gramsci’nin fikirlerini de revizyonist görmelerine yol açar. 1968 yılına dek öğrencilerin karşılaştıkları işçiler, sözde sınıf bilincine sahip olan parti ve bu partilerin denetiminde olan sendikalarda örgütlenmiş işçilerdir. Öğrenci militanlığının fabrikalara da sirayet edeceği endişesini taşıyan sendika ağaları, öğrencileri yönlendirmeye ya da yalıtmaya çalışırlar. Ancak öğrencilerin niyeti, sadece sendika liderleri ile ilişkili olarak kalmak değil, kitlesel olarak işçilerle karşılaşabilmektir. Genç fabrika işçileri ve üniversite çalışanları ile ilişkiye geçerler. Sendikanın bürokratik ve otoriter yapısına karşı bir eleştiri geliştirirler.[5]
Bu eleştiriler aslında İtalya’da 1967 yılındaki öğrenci hareketleri ile başlamış değildir. Komünist Parti’nin İtalya’nın NATO’dan ayrılması gibi dış amaçlara yönelik olarak faaliyet gösterdiği 1960’ların başında, İtalyan işçi sınıfı neredeyse tamamen sendikasız durumdadır ve çok zayıf bir şekilde örgütlenmiştir. Antonio Negri gibi üniversite çevresinden gelen sol siyasal düşünürler bu dönemde işçi sınıfına yakınlaşmaya başlarlar. 1963 Ağustosu’nda, Sosyalist Parti’nin Hıristiyan Demokratlar’la kurduğu koalisyona kadar yöneticiliğini Negri’nin yaptığı Sosyalist Parti’nin Padova bölgesi yayın organı, Potere Operaio (İşçilerin Gücü) adını taşıyan bir ek yayımlamaya başlar. Aynı ay içinde Negri, Paola Meo ve daha sonra Komünist Parti milletvekili olacak ünlü felsefeci Massimo Cacciari, Porto Marghera petro-kimya işçileri arasında Marx’ın Kapital’ini okumak üzere bir kurs düzenlerler. Editör kurulları Milano, Roma ve Padova’da bulunan Quaderni Rossi (Kızıl Defterler) dergisinin Torino’da yayımlanmaya başlaması aynı döneme denk düşer. Rainiero Panzieri ve Romano Alquati’nin yönetiminde yayımlanan Quaderni Rossi, işçi sınıfı özerkliği kuramına ilk kez ağırlık veren dergi olur. Negri, Sergio Bologna, sonradan ilk dönem tezlerinden bir kısmını reddederek Komünist Parti’ye girecek olan Mario Tronti, Alberto Asor Rosa ve diğer birçok solcu İtalyan entellektüeli dergiye katkıda bulunur.
Sermayenin işçi sınıfının mücadeleleri bunu kırana dek, işçi sınıfını kendi bünyesinde barındırdığı kabulünden yola çıkarak Marx’a dönen Tronti, birikim sürecinin sınıfların, kapitalist sınıfın ve işçi sınıfının birikim süreci olduğu gerçeğini vurgular. Quaderni Rossi’de yayımlanan “Toplumsal Sermaye” başlıklı makalesinde bütüncül toplumsal sermaye sorununa eğilerek, Kapital’de yer alan dolaşım ve yeniden üretimin, sınıfların da yeniden üretimini içerdiğini ortaya koyar. Gözler önüne serilen, sermayenin “fabrika”yla eşitlendiği Marksist iktisat kuramının yetersizliğidir. İşçi sınıfının yeniden üretimi yalnızca konvansiyonel anlamıyla fabrikalarda değil, toplumun bütününde, toplumsal fabrikada gerçekleşmektedir. Buradan hareketle, işçi sınıfının yeniden tanımlanması gerekliliği, fabrika dışında, evlerde, okullarda ücret karşılığı çalışmayanları ve işsizleri de içermek üzere, işçi sınıfının yeni kompozisyonu gündeme gelir. Bu kuramsal çerçeve, 1960’lar boyunca öğrencilerin, kadınların, işsizlerin giderek artan mücadelelerini de anlaşılır kılmaktadır.[6]
İşçi sınıfının yeni kompozisyonu, Quaderni Rossi dergisinin İtalya’nın bölgelere göre değişiklik gösteren farklı siyasal geleneklerine ve 1960’ların başında güneyden göçe bağlı olarak gelişen işçi sınıfı mücadelelerine bağlı olarak önem atfetmeye başladığı bir olgudur. Sermaye ile olan ilişkileri dolayımıyla belirlenen, durağan ve edilgen bir işçi sınıfını imleyen hegemonya kavramı yerine, sınıf kompozisyonu ve sınıfın siyasal yeniden kompozisyonu kavramları, işçi sınıfının toplumsallaşmasını ve tabandan başlayan mücadele sürecinde, sermayeye karşı çatışmacı eğiliminin artmasını, birleşmesini ve genelleşmesini ifade eder. Yeni, kollektif bir işçi sınıfı öznesine yönelik bu arayış, farklı sınıf kompozisyonlarınca, farklı örgütlenme biçimlerince belirlenen döngülere ya da toplumsallaşmış mücadele alanlarına olan ilgiyi artırır.
1973 yılında belirginleşecek olan Autonomia Operaia (İşçilerin Özerkliği) hareketi içinde, örgütsel yapıların 1960’lar boyunca kitlesel işçiye yönelik girişimleri, tamamıyla planlı bir kalkınmayı hedefleyen Keynesçi stratejiler, “sosyalist üretkenlik”, ya da “emek değeri” kavramları çerçevesinde değerlendirildiğinden, aracı konumdaki partilerden ya da sendikalardan özerkliğin, fabrika dışındaki kapitalist ilişkilerin toplumsallaşmasına ya da toplumsal fabrika ya da toplumsal sermayeye karşı yürütülen mücadelelere dayanan var olan döngüye denk düştüğü kabul edilir.
Sovyetler safhasında sosyalizm eğer “üretken emeğin var edilmesi”yse, bu ancak “üretken güçlerin planlı gelişimi”ni sağlamış, yani kapitalist sosyalizmin doğuşuna yol açmıştır. Oysa en son döngünün amacı “ihtiyaçların sağlanması”dır ve bu da işin reddi ile mümkün olacaktır. İşin reddi dolayımıyla ortaya çıkan bu eğilim, her yerde var olan komünizm stratejisine yöneliktir. Komünizme yönelik hareket, ancak sınıfın kendini değerli kılması (auto-valorizazzione) ile gerçekleşebilir. Bu da sınıfın kendi maddi çıkarının yeniden kendine mal edilmesi ile mümkündür.[7] Kendini değerli kılma kavramı, Negri’nin, Panzieri ve Tronti gibi kapitalist gücün tüm boyutlarını, örneğin toplumun tamamını toplumsal bir fabrikaya dönüştürmeye yönelik çabaları ile işçi sınıfının reddiye ve kapitalist tahakkümü altüst etme gücünü kavramış İtalyan düşünürlerin 1960ların başlarındaki çalışmalarından esinlenerek 1979 yılında önerdiği bir kavramdır. Negri’nin kendini değerli kılma kavramı, reddiye gücünün kurucu güçle nasıl tamamlanabileceğini ve tamamlanması gerektiğini gösterir. Her ne kadar Marx arada bir kavramı (self-valorization), değerli kılma kavramı (valorization) ile özdeş olarak kullanmış olsa da, Negri bu kavrama tamamen başka bir anlam yükler. Kullandığı auto öneki, kapitalist değerli kılma sürecinden özerk bir değerli kılma sürecine işaret eder. Bu, kapitalist değerli kılma sürecine karşı basitçe bir direnişin ötesine geçerek, kendi kendini tanımlayan ve belirleyen bir süreçtir.[8]
Quaderni Rossi çevresinde daha sonraları meydana gelen bölünmeler, gene işçi sınıfı özerkliğini ön plana çıkaran Classe Operaia (İşçi Sınıfı), Contropiano (Karşı planlama) gibi dergilerin yayımlanması ile sonuçlanır. Potere Operaio 1967 yılında Marghera petro-kimya bölgesi işçilerinin dergisi haline gelir. Negri, 1969 yılında siyasal faaliyetlerini fabrikalara ve sendikalarca genellikle gözardı edilen ya da yeterince ilgi gösterilmeyen güvenlik, montaj hatlarını hızını düşürülmesi, işçi disiplini gibi meselelere yöneltir. 1969 sonbaharı, siyasal tavırları Komünist Parti’nin soluna denk düşen Lotta Continua (Mücadele Sürüyor), Movimento Studentesco (daha sonraları İşçi ve Öğrenci Hareketi adını alacak olan Öğrenci Hareketi) ve Potere Operaio gibi bazı siyasal grupların oluşumuna tanıklık eder. Bu son grup, Komünist Parti’nin 1973 yılında “Tarihsel Taviz” olarak anılan stratejisi sonucunda, iktidardaki Hıristiyan Demokratlar’la ittifak yapmasının da etkisiyle, benzeri siyasal kimliklere sahip grupların oluşumuna yol açacak şekilde dağılır.[9]
Tüm kodlanmış ideolojilere ve solcu ya da sağcı partilere uzak duran, genç ve daha militan bir işçi sınıfı kuşağının doldurduğu fabrikalardaki “özerk komiteler” aracılığı ile başlayan Autonomia Operaia hareketinin doğuşu da bu döneme denk gelir. Artık gereksiz tekrarlar yapmaktan öteye gidemeyen 1960’lar boyunca oluşmuş örgütlenme tarzlarının reddi ve gündelik hayatı çalışma zamanından özgür kılmak için yeni ihtiyaçların ve hedeflerin tanımlanması, birbirinden farklı ve aksi takdirde biraraya gelemeyecek olan özerk grupları birbirlerine yakınlaştıran temalar olarak ortaya çıkar.
Kadın grupları, öğrenciler, işçiler, radikal gençlik, kültürel simalar, ekologlar ve çevreciler, “özerk” kollektifler, geleneksel “işçi sınıfı” çözümlemelerinin göremediği eşikte de çoğalırlar. 1977’de Bologna’daki Radio Alice gibi özgür radyo istasyonları, sendikalar ve Komünist Parti de dahil olamak üzere, sermayenin her kesiminin işçi sınıfından talep ettiği fedakârlıkları protesto etmek üzere otonomistlerin sokaklara döküldüğü “Bahar İsyanı”nda büyük rol oynarlar.[10]
İtalya ortaya çıkan toplumsal hareketlerin önemli bir özelliği de, Mariarosa Dalla Costa’nın geliştirdiği kuramlar çerçevesinde Potere Operaio’dan ayrılarak oluşan Lotta Femminista’nın (Feminist Mücadele) düzenlediği Uluslararası Evişi İçin Ücret Kampanyası’nda olduğu gibi, bunların uluslararası bir boyut taşımasıdır. Özerklik hareketi Amerika Birleşik Devletleri’ndekiler ve Fransa’dakilerle birlikte gelişir.
“İtalyan ‘68”inin öznelliği, bu hareketin içinden gelenlerin söyledikleri gibi, “yeni, patlayıcı toplumsal bir olgu ile, klasik komünist siyasal devrim paradigmasının birleşimi”dir;[11] “ücretli emeğin eleştirisi, kitlesel düzeyde reddedilmesi, güçlü ve uzun süreli çatışma biçimi, hareketin temsil ettiği geleceğe yönelik umutların maddi içeriğidir.”
[1]Leo Huberman ve Paul M. Sweezy’nin editörlüğünü yaptıkları Monthly Review, Fransız Komünist Partisi’nin bu iddiasının, kendilerine ana ve babasını vurduktan sonra, yetim olduğunu söyleyerek hakimden merhamet dileyen çocuğun hikâyesini hatırlattığını söyler. “Review of the Month: Reflections on the French Upheaval” [Ayın Eleştirisi: Fransız Ayaklanması Üzerine Yansımalar], Monthly Review, Cilt 20, Sayı 4, Eylül 1968, s. 1.
[2]Daniel Cohn-Bendit, “Sartre’la Söyleşi”, Guardian, 29 Haziran 1968. Aktaran: “Review of the Month: Reflections on the French Upheaval”, Monthly Review, Cilt 20, Sayı 4, Eylül 1968, s. 8-9.
[3]Trilateral Commission, The Crisis of Democracy: Report on the Governability of Democracies [Demokrasinin Krizi: Demokrasilerin Yönetilebilirlikleri Üzerine Rapor], 1975. Aktaran: Harry Cleaver, “Cyberspace and ‘Ungovernability’” [Siberalem ve “Yönetilemezlik”], 20 Mart 1995, Chiapas95 Arşivi.
gopher://mundo.eco.utexas.edu:70/11/fac/hmcleave/Chiapas95%20Archives
[4]Harry Cleaver, Reading Capital Politically [Kapital’i Siyaseten Okumak], The Harvester Press, Sussex, 1979. s. 51-2.
[5]John ve Barbara Ehrenreich, “The European Student Movements” [Avrupa Öğrenci Hareketleri], Monthly Review, Cilt 20, Sayı 4, Eylül 1968, s. 14-37.
[6]Harry Cleaver, a.g.e., s. 57-8.
[7]Jim Fleming, “Editor’s Preface”, [Editörün Önsözü], Antonio Negri, Marx Beyond Marx: Lessons on the Grundrisse [Marx’tan Öte Marx: Grundrisse Üzerine Dersler] içinde, Autonomedia, New York, 1991, s. xi-xii.
[8]Harry Cleaver, “The Inversion of Class Perspective in Marxian Theory: From Valorization to Self-valorization” [Marksçı Kuramda Sınıf Perspektifinin Dönüşümü: Değerli Kılmadan Kendini Değerli Kılmaya], (der.) Werner Bonefeld vd., Open Marxism Cilt 2 içinde, Pluto Press, Londra 1992, s. 128-9.
[9]Potere Operaio’dan kaynaklanan ve sonradan oluşan gruplar arasında doktriner hiçbir fark olmadığı iddiasına karşı (Walter Laquer, The Age of Terrorism [Terörizm Çağı], Little Brown and Company, Boston, 1987, s.354), hiyerarşik ve elitist ilişkiler bütününü tamamıyla reddeden ve aslında tam da aksi bir yapıyı hedeflediği söylenebilecek olan Autonomia Operaia (İşçilerin Özerkliği) hareketi ile Brigate Rosse’nin (Kızıl Tugaylar) arasında belirgin bir fark olduğunu söylemek gerek. Ancak bu önyargının oluşmasında İtalyan devletinin hakkı da verilmeli. 1968 ve sonrasının toplumsal hareketleri, Almanya ya da Fransa’da Yeşil Parti ya da alternatif projeler aracılığı ile soğurulur ve böylece radikal gruplar yalıtılırken, İtalya’da parlamento dışı tüm toplumsal hareketler “terörist” olarak nitelenmiş ve bir kuşak “suçlu” kılınarak, iç ya da dış sürgüne zorlanmıştır. Negri’nin sürgünden, ama Rebibbia hapisanesine, daha geçtiğimiz temmuz ayında döndüğünü hatırlayalım. Bizim coğrafyamız için de İtalya ile benzeri şeyleri söylemek mümkün görünüyor. Hal böyleyken, 1968 ile ilgili belgelerin ya da malumatın önemli bir kısmının, kütüphanelerde terörizm başlıklı kitaplara ayrılmış raflarda yatıyor olmasına şaşmamak gerek.
[10]Jim Fleming, a.g.e., s. viii-xi.
[11]”Do You Remember Revolution?” [Devrimi Hatırlıyor Musunuz?], Toni Negri, Revolution Retrieved [Yeniden Ele Geçirilen Devrim] içinde, Red Notes, Londra, 1988, s. 231.