Egemen güçlerin reel-politik ya da stratejik eylemlerini (ister “sosyal devlet” önlemleri bağlamında olsun ister makro ve uluslararası bağlamlarda) insanî/etik değer gözetmeyen politik çıkarcılık/pragmatizmleri nedeniyle sorgularken, bu eylemlerden doğabilen insanî faydaları, tikel ve kısmi nitelikli de olsalar görmezden gelmemek gerektiğini düşünüyorum. Yapısal yoksulluğu ortadan kaldırmadığını, belki de pekiştirdiğini bildiğimiz sosyal yardım hizmetlerinin kurtardığı istisnai, ama somut canları hesaba katmaktan bahsediyorum. Bunları hesaba katmayan bir sinizm, sorguladığı istatistikçi/rakamcı stratejik aklı, araçsal rasyonelliği paylaşıyor demektir; onunla aynı “soğukluktadır”.
Bosna-Hersek: “Yeni Dünya Düzeni”nin Av Sahası’nın 2. baskısı için yazdığım notta, Kosova’ya düzenlenen NATO harekâtını sorgularken, bu kaygıyı belirtmeye çalışmıştım: “Birçok insan, özellikle Arnavut milliyetçileri ya da ‘sıradan’ Kosovalılar, can havliyle, yol açacağı çok daha büyük çatışma potansiyellerini, insani dramları düşünmeden, düşünemeden ‘dünya jandarması’nın ‘askeri çözüm’ projelerine umut bağlıyor. İşin ucunda insanların canının kurtulması olduğunda, bu sefer egemen jeopolitik mülahazalara karşıt ‘muhalif’ jeopolitik mülahazalarla, sinik bir ‘emperyalizm eleştirisi’yle vaziyeti siyaseten idare etmek de iç huzuru sağlamaya yetmese gerek. Bu açmaz, bugünkü ‘dünya düzeni’nin insanları, halkları içine ittiği çaresizliği, lanetli durumu özetlemiyor mu?”[1]
“Askerî çözüm”ün hiçbir zaman “çözüm” olamayacağını, “kaçınılmaz”, “tek çare” olarak görünen askerî çözümlerle “halledilen” işlerin de mutlaka geri döndürülmez felaketler yarattığını, yaralar açtığını bir ilke olarak hâlâ savunuyorum; ilkesel bir anti-militarizme inanıyorum. Kosova harekâtı bu tutumu haklı çıkartan pek çok olgusal sonuç doğurdu. Her şeyden önce, Kosova etnik olarak temizlendi, Arnavutlar göçe zorlandılar; bir daha yurtlarına dönmeleri çok zor. En az onun kadar önemlisi, Sırp milliyetçiliğinin reaksiyoner bir rüzgârla güçlenmesi, meşrûlaşmasıdır. Bu basit bir “yan etki” değildir; milliyetçiliğin bütün Balkanlar coğrafyasında hâkim zihniyet kalıbı olarak konumunu güçlendirecek, temel önemde bir etkendir... Bütün bunları görürken ve ilkesel bir anti-militarizmi savunurken, sahiden bu harekâtla canı kurtulan Kosovalılar varsa -böyle bir şey olduğuna dair hayli şüphe taşımakla birlikte- onların değerini bilmek gerekir. Bu tefriki yapmanın politik ifadesinin ne olacağını bilmiyorum, burada bir tutarsızlık olduğunun farkındayım; ama tutarlılık olsun diye bu tefriki yapmaktan da kendimi alamam. NATO-, militarizm- ve savaş karşıtı görüşlerimi dillendirirken, bu kaygım, belki kelimelerime değil, ama hiç değilse ses tonuma, ifade biçimime yansır. Bu çaresizliğin, isterseniz ikircim deyin, yukarıda dediğim gibi, bu dünya düzeninin bizi içine ittiği lanetli bir çaresizlik olduğunu düşünüyorum. Buradaki tutarsızlığı, ikircimi aşmak ancak geçerli politika düzenini, politika biçimini değiştirmekle mümkün olabilir. Bu kaygıları, ikircimleri, çaresizlikleri önemseyenlere düşen, bunları tutarlılık ve “gerçekçilik” adına harcamaya, gizlemeye kalkmamak olmalıdır. Tabiî, bu çeşit bir NATO karşıtlığını yeterince haşin ve hınçlı bulmayanlara karşı savunulması gereken bu tutarsızlığı, bu ikircimi; NATO’nun reel mi reel politikası karşısındaki naif anti-militarizmi vs. alaya alan “gerçekçilere” karşı da savunmak gerekiyor. Aşağıda, bu yönde bir hatırlatma yapmak istiyorum.
Beni bu hatırlatmaya sevkeden, Adnan Ekşigil’in, Birikim’in geçen (121.) sayısında yayımlanan yazısıdır. Adnan Ekşigil yazısında, Kosova’ya NATO müdahalesine ilkesel (aslında daha ziyade ezbere) NATO-, ABD- ve emperyalizm-karşıtlığından kaynaklanan bir tutumla karşı çıkanları eleştiriyor. Bu eleştirinin, yukarda anlatmaya çalıştığım tutum açısından rencide edici olduğunu kanısındayım. (Bu tutumun, Birikim okurları ve yazarlarının birçoğunca da paylaşıldığını ummak isterim; zira Birikim bir (reel-)politik “hattâ” stratejik analiz yeri olmaktan öte, halihazırda reel-politik karşılığı olmayabilen arayışların, tereddütlerin, kaygıların da mecrasıdır.)
Adnan Ekşigil, yorumlarını, insanlık tarihini, en azından politik tarihi savaşlar tarihi olarak okumaya, savaşı “antropolojikleştirmeye” yatkın bir tutum üzerine bina ediyor. Savaşların ehemmiyetsiz olduğunu kimse söyleyemez, tabii ki savaşlar tarih yaparlar; ayrıca savaşlarda bir yığın kollektif bilinçdışı “güç” harekete geçer, bu anlamda savaş sadece teknik değil, kapsamlı ve derin insani-beşeri veçheleri olan bir olaydır. Fakat tarihten, tarihi değiştirmekten söz ettiğimizde, sadece tarihin akışını değil bizzat tarihin yapılış biçimini de değiştirmekten söz ettiğimizi, bundan vazgeçmemek gerektiğini sanırım. Aksi, savaşı bir doğal afet olarak algılamaya, savaş ve savaş fikri karşısında kayıtsızlaşmaya götürür. “Politik doğru-düzgünlük” müfettişliği yapmak istemem ama bombardımanlardan, tanklı-toplu saldırılardan “tepeleme”, “Irak’ı dövme” gibi laflarla bahsetmenin, böyle bir kayıtsızlık ve “alışma”nın ürünü olduğundan şüphelenmeye hakkım var. Keza politik sıfatlandırmalara boşverip monoblok “Sırplar”dan bahsetme “rahatlığının” da, milliyetçi zihniyetin mükemmelen yeniden ürettiği (ve onu yeniden üreten) askeri dost-düşman kalıbına alışmaktan ileri geldiğine dair şüphelenme hakkım olsa gerektir.
Savaşın, savaş fikrinin doğallaştırılmasına karşı koymanın, ilkesel bir savaş karşıtlığının ve anti-militarizmin, bugünkü dünyada özel bir önemi, özellikle güçlü nedenleri var. “Çağdaş” kapitalizmin iktisadi güç merkezi, yaklaşık 30 yıldır, birçok kuramcı tarafından “askeri-sınai kompleks” olarak tanımlanıyor. Askerî teknoloji ve sanayi üretimi, kapitalizmin öncü sektörlerinden biridir ve kapitalist büyüme dinamiğinin doğası gereği, kendini sürekli büyütme ve bir ihtiyaç olarak kabul ettirme istidadı taşır. Dünya yüzündeki askeri çatışmaların “silâh tekellerinin çıkarları gereği çıkartıldığı” yönündeki bildik komplo formülü elbette bu basit ve dolaysız haliyle gülünçtür - tıpkı bütün sorunları tek etkene indirgemeye mütemayil askeri mantık gibi. Fakat bu isnadın tamamen geçersiz olduğu iddia edilemez; silâh sanayiinin büyüme ve kendini yeniden üretme ihtiyaçları, şüphesiz askerî çatışmaları teşvik eden, “kolaylaştıran” bir etkendir. Çatışmaları şiddetlendiren, gaddarlaştıran bir etkendir. Çatışmaların estetize edilmesine, meşrulaştırılmasına, seyirlik kılınmasına çok büyük katkısı olan bir etkendir. Askeri-sınai kompleksin Kosova operasyonuna müdahalesine ilişkin birkaç bilgi aktaralım: Her “silâh kuşağı”nın, ortalama altı-yedi yılda bir “büyük ölçekli uygulama alanları” bulması, tüketilmek ve yenilenmek için kullanılması gerekiyor (nitekim Lockheed ve Boeing şimdi 2008 yılı için jet modelleri hazırlıyorlar); Boeing ve Tomahawk füzesi üreticisi Raytheon firmalarının borsadaki “kağıtları” şakır şakır yükseliyor; buna karşılık Apache helikopterleri vs. kara ordusu silâhları üreten firmalar, hava bombardımanlarının başarısızlığına memnun oluyor ve kara operasyonu için bastırıyorlar vb.[2] ... Kendi kendini besleyen, genişleten, büyüten bir döngü... Kapitalizmin büyüme dinamiğinin özel önem taşıyan bir içselleştiricisi ve taşıyıcısı olan askeri-sınai kompleksin icraat için bulduğu her saha ve her fırsatın, geleceğin kitlesel imhalarını hazırladığını ve “bu” sistemi güçlendirdiğini unutmamak zorundayız.
Askeri-sınai kompleksin devasa büyümesi, silâhlanmanın, imha teknolojilerinin gelişmesi; kapitalizmin kâr ve değer döngüsünün başına buyrukluğu ile, kendi kendini yeniden üreten dinamiği ile, askeriye/savaş mantığının başına buyrukluğu, kendi kendini yeniden üreten dinamiği arasında, çarpan etkisi yapan tehlikeli, korkunç bir bileşim meydana getiriyor. Piyasa dinamiğinin kontrol dışılık, politika dışılık eğilimi ile, askeriye/savaş dinamiğinin kontrol dışılık, politika dışılık eğilimi, bütün beşeri sorunlarda kontrol dışılığı, politika dışılığı çoğaltan bir “toplam kalite” oluşturuyorlar. “Savaşın politikanın başka araçlarla devamı olduğu” şeklindeki Prusya subayı bilgeliklerine evrensellik ve ebediyet atfederek teslim olmayacaksak eğer, savaşın politikanın bitişi, tükenişi olduğunu fark etmek zorundayız. “Sözün bittiği yer”, politikanın bittiği yerdir ve askeri eylem, savaş, sözün kesin bitişidir.
Bu, büyük çaplı, ciddi bir yapısal sorundur, belâdır. İlkesel bir anti-militarizm, hem sosyalist bir anti-kapitalizmin olmazsa olmaz şartıdır; hem de, böyle bir politik perspektifi paylaşmayanlar için bile, insanlığın karşısında bulunduğu bu varoluşsal önemdeki tehdidi ciddiye alıyorlarsa, olmazsa olmaz bir tavır olmalıdır. Adnan Ekşigil’in “kendi kamuoylarında bile cılız kalmaya mahkûm sol sesler” diye toptancı bir alayla bir kenara ittiği muhalefetin içinde, bu ilkesel anti-militarist tutumu takınanlar da var. “Cılız” olmaları, “kendi kamuoylarında bile ciddiye alınmamaları”, onların haklılığını, itirazlarının meşruiyetini niçin ortadan kaldırsın ki? Bu dünyada, bu şartlarda anlatılması hayli zor olan dertlerini anlatamamak gibi bir sıkıntıyla, yeteneksizlikle maluller ama haksız değiller. Herkes strateji uzmanı olup reel-politik manevralar tasarlamakla mükellef değil , politikanın tek biçimi bu değil; anti-militaristler de, somut bir şey önermeseler, öneremeseler de meselenin önemli bir yanına karşı uyarıyorlar, başka bir şeye dikkat çekmeye çalışıyorlar.
Adnan Ekşigil’in “bu savaşla amaçlananın etik veya insani özelliklerle sınırlı olduğu”, “ya da bu değerlerin diğer tüm reel-politik değerlere ağır bastığı”, stratejik hedeflerden önce etik ve hukuki değerlere riayet edildiği şeklindeki teşhisleriniyse, yılların eskitemediği diplomatik terimle, “talihsiz” buluyorum. Kosova’nın, NATO’nun bir global “dünya iç politikası” mercii haline gelmesi sürecinde araçsallaştırıldığı açıktır; Kosova’nın mukadderatının, NATO’nun mukadderatının bir cüzü olarak konuşulmasından belli değil mi bu? Etik/insani değerler de, NATO’nun Soğuk Savaş sonrası yeni bir meşrûiyet zemini kurma ihtiyacı içinde, yine araçsallaştırılmış bir cüzdür. Daha önemlisi şudur: Bir savaş, askeri bir edim, bünyesi itibarıyla, etik ve insani özellikler taşıyamaz. Bir askeri edimin, en iyi ihtimalle, etik ve insani değerlere olabildiğince az halel getirmesi umulabilir; yol açtığı acılarla sahip çıktığı etik/insani değerler arasındaki çelişkinin trajik niteliğinin farkında olması beklenebilir kendisinden. En iyi ihtimalle. Hele bir de askeri eylemi yürütenlere, savaş yapanlara, saikleri ve gerekçeleri ne olursa olsun, etik/insani değerlerin kullanım hakkını avans olarak verirsek, onlardan bu “hassasiyeti” artık hiç bekleyemeyiz.
Uluslararası hukuk alanında ve globalleşme sürecinde “dünya iç politikası” haline gelmeye yönelen uluslararası politikada köklü bir değişimle yüzyüze olduğumuz ortada. Uluslararası düzenin işleyişine dair şablonları sorgulamak gerektiği ortada. İnsanların, binlerle, onbinlerle insanın canı söz konusu olduğunda, bütün hassasiyetimizi “stratejik” (ki harp sanatı demektir) kavramlarımızı korumaya hasretmememiz gerektiği de ortada. Fakat savaşa, militarizme, askeri eyleme karşı durmanın, onunla uzlaşmamanın, temel bir etik değer olduğuna inanıyorum. Reel politik önerilerle, somut çarelerle telif edemesek bile, zaman olup bunlar karşısında sessiz kalmak, katlanmak hatta kerhen rıza göstermek durumunda kalsak bile; hiç yoksa bir utanç, bir günah olarak taşınması gereken bir etik değer...
[1] Birikim Yayınları, İstanbul 1999, s. 331.
[2] Grasswurzelrevolution, Mayıs 1999 (sayı 239), s. 14.