18 Nisan genel ve yerel seçimleri, öncesinde bilinen ya da sonrasında ortaya çıkan pek çok sebeple, önemli bir seçimdi. 2000’in öncesindeki son seçimdi, Susurluk’tan sonraki ilk seçimdi, 28 Şubat’tan sonraki ilk seçimdi, merkez sağın tükenişinin rakamlara vurulduğu seçimdi, Cumhuriyet’in kurucu partisinin ilk kez Meclis dışında kaldığı seçimdi, son Meclis’te “grubu bulunan” partilerden dördünün liderlerinin koltuklarını tartışmalı hale getiren bir seçimdi, yeni cumhurbaşkanını seçecek Meclis’i belirleyen seçimdi, engin sağduyusunu ortaya koyarak yaptığı tercihleri ile her zaman hayranlığımızı kazanan halkımızın bu kez de pek sevimli ırkçı-faşist partimizi kucağına alıp zıplatmaya karar verdiğini gösteren bir seçimdi v.s... Bunların hepsi vardı... Seçimle ilgili fikir beyan eden herkesin üzerine yorum yaptığı, yapmak ihtiyacı duyduğu, genel, herkesi ilgilendiren noktalar bunlar...
Ama bu seçimin bir özelliği daha vardı: Özgürlük ve Dayanışma Partisi ilk kez genel seçimlere giriyordu. Bu durumu ne kadar sayıda insan “seçimi önemli kılan sebepler” arasında sayar bilemem (seçim sonuçlarına bakılırsa bu sayı çok da fazla olmayabilir). Ama şunu biliyorum ki, seçimin bu özelliği, ona önem atfeden insanların çoğu için önem sıralamasında en başta geliyordu. Bu yüzden, bugüne dek içinden gelip de oy vermeye gitmemiş çok sayıda insan sabah erkenden koşa koşa oy verip, üstüne üstlük yakalarına da müşahit kartı takıp bütün Pazar günü sandık başında bekledi. Bu yüzden, siyasetle ilgili herhangi bir şeyden gözlerinde umut ışıkları ile bahsetmeyi unutmuş çok sayıda insan sabahlara kadar afiş yapmaktan, sabahları duraklarda bildiri dağıtmaktan, kapı kapı dolaşıp partiyi anlatmaktan bıkmadı, usanmadı. Bu yüzden, aynı çok sayıda insan, parti için 3 yılda harcamış olduğu enerjinin fazlasını son 1 ay içinde harcadı... Bu heyecanı hissetmiş kişilerden biri olarak yazıyorum bunları. Herkes bu anlattıklarımı paylaşmayabilir ama siyasetle uğraşmanın her şeyden önce bir heyecan, bir coşku ve itikat gerektirdiğini bize tekrar hissettiren ve yaşatan bir dönemdi seçim dönemi.
Seçimin ÖDP açısından pek çok sonucu olmuştur ve olacaktır elbet. Ama belki başta gelen, ilk hissedilen etkisi, ÖDP’nin alacağı sonucu umutla bekleyen insanlarda yarattığı ve MHP’nin aldığı oy oranı ile de iyice ağırlaşan, hayal kırıklığı oldu. Şimdi bundan sonra, kaldığımız yerden tekrar yola koyulurken böyle bir genel ruh hali ile ilk adımlarımızı atıyoruz. ÖDP’ye oy vermeyi aklından geçiren, oy vermese de siyasete getireceği farklılıkları fark edip onu dikkatle izleyen ya da oyunu verip de çıkan sonucu gördükten sonra pişman olan insanlar üzerinde yaptığı etki açısından da olumsuz bir durumla karşı karşıyayız. Bu elbette iyi bir durum değil. Ama bu durumu bir avantaja dönüştürmek de mümkündür ve bu yazı da bunun çıkış noktalarını arama çabalarına küçük de olsa bir katkı sağlamayı amaçlamaktadır.
....
Yukarıda olumlu yanlarından söz ettiğim coşku ve heyecan dikkatli değerlendirildiğinde ÖDP’nin parti olarak seçimle kurduğu ilişkinin sorunlu yanlarını da açığa çıkarabilir. ÖDP, kendini tanımladığı parti belgelerine bakılırsa, siyaseti temsiliyet ilişkisinden çıkarıp her güne ve her yere yaymayı hedefler, kitlelerin kendi gündelik hayatlarından başlayarak içinde yaşadıkları toplumu ve hayatı değiştirmelerini, bunun için gerekli örgütlülükleri ve kurumları yaratmalarını öngörür, bunun için çaba harcar, kitlelere onları pasif bir konumda tanımlayan “daha iyi temsil vaadi” ile değil, aktif bir işlev üstlenecekleri “katıl değiştirelim çağrısı” ile ulaşır, emekçiler adına iktidara gelmeyi değil, emekçilerin iktidara gelmesini hedefler v.s. Tüm bu sebeplerle de aslında “parti olmayan parti”dir.
Şimdi tüm bunları biraraya getirip, seçim döneminde canımızı dişimize takarak yaptığımız çalışma ile karşılaştırınca şu sonuç çıkıyor: Seçim süreci ÖDP’yi “parti olmayan parti” olmaktan uzaklaştırmış, “partileştirmiştir”.
Bunu biraz açalım: Parti, bir kurum olarak, sosyalistler açısından, nihai hedefi insanın özgürleşmesi olan, her bir bireyin kendi insanî potansiyelini ortaya çıkarabileceği, yöneten-yönetilen ilişkisinin yok olduğu, özgürlükçü ve dayanışmacı bir toplum düşleyen herkes için sorunlu bir aygıttır, öyle olmalıdır. Çünkü parti doğası gereği, bir iktidar elde etmek ve onu kullanmak ya da bir başka deyişle “yönetmek” üzere tasarlanmıştır. Bu açıdan siyasetteki tek yanlı temsil ilişkisini kendi içinde yeniden ve yeniden üretmeye meyilli, kendi varoluş mantığı bu olan bir kurumdur. Dünya sosyalist hareketinin tarihi, sosyalizm adına sosyalizmin temel düşleri ile taban tabana zıt “pratikler” sergileyen partilerle doludur.
ÖDP kuruluşundan bu yana “parti olmayan parti” söylemi ile, çoğulculuğa, katılımcılığa, kendi içindeki farklı seslerin temsil olanaklarına yaptığı vurgu ile bu açıdan umut verici bir pozisyon aldı. Bu ülkede siyaset yapmak için, siyasete müdahale edebilmek için parti formunda bir aygıta ihtiyacımız vardı, bunu kullanacaktık ama elimize nasıl tehlikeli bir oyuncağı aldığımızın da farkında görünüyorduk. Onun kendi kurallarına teslim olmaya niyetimiz yoktu, hattâ onu yeni formlara, kendi tanımını aşan şekillere sokacaktık. Bunun için, siyasi partiler yasasının diktiği deli gömleğini ters yüz eden çareler bulduk, en çok fahri üyesi olan parti olduk, fahri üyeleri de seçim sürecine katabilmek için “kongre öncesi konferans” formülleri ürettik. Çoğu yerde “Yönetim Kurulu” demeyelim, “Yürütme Kurulu” diyelim, “Başkan” değil, “Sözcü” diyelim tartışmaları yaptık. Partinin tek başına yeterli olmayacağını da biliyorduk, her gün her yerde siyaset olabilmesi için yeni kurumlar yaratmalıydık, bunun için “Halk Sarmaşığı” başlığı altında kongre kararları aldık vs.. Ancak genel olarak son 3 yıl değerlendirildiğinde ÖDP’nin kendi yapmak istedikleri ile ya da yapmak istediğini söyledikleri ile bulunduğu yer arasında epeyce bir açıklık olduğu görülebilir. ÖDP henüz siyaseti her güne her yere yayma, kendi varlığını aşan ve siyasetin yerleşik tanımını tersine çeviren, özgürlükçü, dayanışmacı yeni bir insanlık kültürünün kurumlarını yaratma anlamında çok fazla mesafe almış/alabilmiş değildir. “Halk Sarmaşığı” kararı alınalı yaklaşık iki yıl olmuştur ama henüz sarmaşığın dalları ortalıkta görünmemektedir. Bu nedenle ÖDP seçimlere bir anlamda “hazırlıksız” girmek zorunda kalmıştır.
“Genel seçim” de, hele ülkemizde uygulandığı biçimiyle, tıpkı “parti” gibi yabancılaştırıcı ve siyasetin olumsuz yanlarının meşrûiyetini yeniden üretmeye yarayan bir kurumdur. Belirli aralıklarla, halkı temsil iddiasında olan bazı kurumlar (“temsil şirketleri” de denebilir) halka kendilerinin daha iyi olduklarını anlatırlar, oy isterler ve ülkeyi yönetme yetkisini aralarında paylaşırlar. Genel seçim de, tıpkı parti gibi, kendi kuruluş mantığı itibariyle, içine aldığını öğüten, kendi kurallarına uymaya zorlayan bir kurumdur.
Yaşadığımız seçim süreci bunun örnekleri ile doludur. Biz kendimizi birdenbire diğer partilerle afiş kapatma yarışına kaptırmış, daha fazla pankart asma, daha fazla bildiri dağıtma telaşına düşmüş bir konumda buluverdik. “Seçmenlere”, onların hayatının dışından seslenmeye, diğer partilerin yaptığından farksız olarak, mesaj iletmeye, bize oy vermelerini sağlamaya çalışıyorduk. Kurucu, hayatı dönüştürücü bir pratiğe sırtımızı yaslayarak değil, böyle bir pratiği hedeflediğimizi vaad ederek destek istiyorduk. Sadece mesajlarımız farklıydı ama kitlelerle kurulan ilişkinin biçimi açısından bir fark yoktu. O güne dek hiç uğra(ya)madığımız pek çok mahalleye gece girip duvarları afişlerle doldurup gidiyorduk. Bunların hiçbirini azımsamıyorum. Seçim sahnesine çıkan her parti böyle şeyler yapmak zorundadır ve kişisel olarak ben de tüm bu saydığım “seçim çalışmalarına” elimden geldiğince katılmaya çalıştım. Söylemeye çalıştığım şudur: Tüm bu seçim çalışmaları, ÖDP’nin adını duyurma, bildirileri okuyanlara mesajlarımızı iletme gibi bir katkı sağlamıştır ve iyi olmuştur. Ama ÖDP aslında seçim öncesi dönemde, kendi belgelerinde yer alan, varlık nedeni saydığı, onu farklı kılan şeyleri yeterince, hakkınca yapamamış olduğu için, seçime “parti olmayan parti” olmayı hak eder bir konumda giremediği için, tüm bu seçim çalışmaları onu diğer partilerle aynı konuma sürüklemiş, sadece oy isteyen, kendisinin diğerlerinden daha iyi olduğunu anlatmaya çalışan bir “parti” haline getirmiş, onu “partileştirmiştir”. Bütünüyle temsil ilişkisi üzerine bina edilmiş siyaset sahnesinde ÖDP de yerini almış, 5 yıl kullanmak üzere oy ister konuma düşmüştür. “Biz sadece oy istemiyoruz, ‘Katıl, değiştirelim’ diyoruz demekle bu sorun çözülmüyor. Dediklerimizin gerçek, sahici örneklerini yaratamadığımız sürece...
Yeterli bir örnek değil elbette ama, İstanbul Sarıyer’de Rumeli Hisarı mahallesinin girişine seçim çalışmalarının ilk günlerinde asılan “Diğer Partiler Hoşgeldiniz, 5 Yıl Sonra Yine Bekleriz” yazılı pankart orada alınan %6.3 lik oy oranının habercisi idi. ÖDP bu sözü söyleme meşrûiyetini yakaladığı, siyasetin yerleşik tanımını tersine birazcık olsun çevirebildiği her yerde ortalamanın çok üzerinde oy aldı. Kısacası ÖDP, kendi dediklerini yapabildiği, kendisi olabildiği, “parti olmayan parti” olabildiği oranda ve bunu yapabildiği yerlerde oy alabildi.
Bir noktanın daha altını çizmekte fayda var. Seçim sürecinde, alınacağı tahmin edilen % 2-3 lük oyun hayalinin de katkısı ile ÖDP’lilerin kazandığı olağanüstü heyecan ve coşku, ve daha önemlisi seçimden beklenen sonuç çıkmayınca içine düşülen hayal kırıklığı ve yorgunluk hissi şu tehlikeli gerçeğe işaret ediyor: ÖDP’liler ağırlıklı olarak, yazdıkları ve söyledikleri onca şeye rağmen, siyaseti temsil ilişkisi çerçevesinden ve aldıkları oy oranı üzerinden kavramaktadır hâlâ. Ya da şöyle söylenebilir: Seçim süreci ortaya çıkardı ki, pek çok ÖDP’li için siyaset hâlâ bir temsil işidir, bir onay alma işidir ve bu yüzden seçimden seçime gerçek ve sahici hale gelmektedir, en azından bundan sonrası için böyle olma tehlikesi taşımaktadır. Böyle olmasaydı, normal zamanlarda heyecansız, sakin olan parti örgütlerinin seçim döneminde şenliklenmesini, “aşka” gelmesini açıklayamazdık.
Oysa, herkesin bildiğini tekrarlamak pahasına söylemek gerekiyor ki, ÖDP'nin önünü açabilecek siyaset tarzı ancak, esas olarak, bu seçim denen oyunun dışında bir yerlerde, o sahneye sıkıştırılmış oyunu tüm hayata yayıp sahicileştirmenin imkânlarının peşinde koşmak olabilir ve ancak bu biçimde o heyecan ve coşku seçim dönemleri dışında da canlı kılınabilir.
ÖDP “partileşerek” yaşadığı bu seçim döneminden “tatminkâr” bir oy oranı ile çıksaydı, alınan o oy, ÖDP'nin “parti olmayan parti” olabilmesini, çubuğu o yana bükebilmesini zorlaştıran bir kambur olabilirdi. Yüksek siyaset katlarında, CHP kongrelerinde vb. üzerinde hesaplar yapılan, oyunlar oynanan bir konumda bulabilirdik kendimizi. Üstelik de seçime “hazırlıksız” girmemize sebep olan aynı sebeplerle yine hazırlıksız olarak... Bizi harekete geçiren soru “Nasıl yeni bir hayat kurarız?” değil, “Oy oranımızı nasıl daha da arttırabiliriz?” olabilirdi. Oysa şimdi sırtımızda hiçbir yük yok. Çok şey görmüş, çok deneyim kazanmış olarak yeniden yola koyulabiliriz. Neyi eksik bıraktığımızı görmek çok zor değil, en fazla kaç kişi olduğumuzu da biliyoruz artık... Bu açıdan bakınca 250.000 kişi hiç de az görünmüyor, ne dersiniz?
502623|Yine azınlığa düştü yüreğim’in imgesi Hrant Dink’e...
Acıyor
“Mutsuzluktan söz etmek istiyorum / Dikey ve yatay mutsuzluktan / Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun / Sevgim acıyor/
Biz giz dolu bir şey yaşadık / Onlar da orada yaşadılar / Bir dağın çarpıklığını / Bir sevinç sanarak/
En başta mutsuzluk elbet / Kasaba meyhanesi gibi / Kahkahası gün ışığına vurup ta / Ötede beride yansımayan / Yani birinin solgun bir gülden kaptığı frengi / Öbürünün bir kadından aldığı verem / Bütün işhanlarının tarihçesi / Bütün sözvermelerin tarihçesi / Sevgim acıyor/
Yazık sevgime diyor birisi / Güzel gözlü bir çocuğun bile / Bu kadar korunmuş bir yazı yoktu / Ne denmelidir bilemiyorum / Gemiler gene gelip gidiyor / Dağlar kararıp aydınlanacaklar / Ve o kadar/
Tavrım bir şeyi bulup coşmaktır / Sonbahar geldi hüzün / Kış geldi kara hüzün / Ey en akıllı kişisi dünyanın / Bazan yaz ortasında gündüzün / Sevgim acıyor / Kimi sevsem / Kim beni sevse / Sevgim acıyor /
Eylül toparlandı gitti işte / Ekim filan da gider bu gidişle / Tarihe gömülen koca koca atlar / Tarihe gömülür o kadar”
Turgut Uyar
Seçimler toparlandı gitti işte... Sonuçlar ve mutsuzluklar da gider bu gidişle.... Ya sonuçlar? Onlar da tarihe gömülür mü?.. Bir şair, “Sonuç mu? Sonuç hiç gömülür mü? Geliyorum” demişti bir zamanlar... Kime demişti, neden demişti, duyan olmuş muydu?
ÖDP Parti Meclisi’nde seçim sonuçlarına ilişkin, ilk tartışma cümlelerinin kurulduğu toplantıda, duygusal, moral ve siyasal yaralanmanın, mutsuzluğun özeti olarak T. Uyar’ın “Acıyor” şiirini okumuştum...
“Sebepli mutsuzluk” dönemine girdiğimiz ve neşemizin kaçtığı kesin.... Ama çıkar yol var; “Umuzsuzluğumuz insan kalmak içindi...”
Yani; ah şu (u)mutsuzluk, lirik (u)mutsuzluk!...
Radikal 2’de Ertuğrul’un (Kürkçü) “Karga ile Tilki” başlıklı “tilkiler”e yanıt veren yazısı, Lefonten’in ünlü “Karga ile Tilki” meselinin bir versiyonunu anımsattı... Malum mesel... Bir gün bir hırsız karga, bir parça peynir çalmış... Uçmuş bir dala konmuş... Ordan geçen bir tilki, ‘şen sesinle öt’ demiş... Aptal karga ‘gak’ demiş... Peyniri tilki yemiş... Ama mesel bu ya, bu kez başka hal olmuş... Tilki aşağıda iştahlı bir ısrar ve inatla serenadının sonucunu beklemiş... Beklemiş... Beklemiş... O da ne? Karga, kendinden gayet emin bir şekilde, sol ayağını/elini uzatıp, payniri ağzından alıp itinayla tutmuş.... Ve aşağıda bekleyen kurnaz tilkiye seslenmiş: “Tilki kardeş, ben Lefonten’i okudum ve hatmettim... Ne haber?” (Lefonten’i okumuş bütün kargalara, İlk serenadı yapınca, ilk lafları söyleyince öteki’ni kandırıp, “peyniri” yiyeceğini, tartışmada öne geçeceğini ve “parsayı” toplayacağını zanneden bütün “tilkilere”, ikinci ve üçüncü tilkilere duyurulur... )
Yılları, aylara sığdırarak koşuşturmaca bir seçim dönemi geçirdik. Kanımca, 12 Eylül’den yıllar sonra, ilk kez büyük bir yeni deney kazandık. Devrimci bir kitle partisinin arefesinde, çok önemli bir pratik biriktirdik. Seçimler topluma doğru önemli bir ataktı. Toplumun siyasallaşması, siyasetin toplumsallaşması ve insanileşmesi yönünde çaba harcadık, küçük ama anlamlı kazanımlar elde ettik. Kendimizi çok yeni, çok zengin bir pratikte sınadık. Seçim döneminde, hem sol tarihten miras., hem de bizzat reddettiğimiz sistemden bulaşmış nice, ayakbağımız. alışkanlığımız olduğunu da gördük. Reddettiğimiz şeylerin pek çoğunun, dilimizde, gövde dilimizde, politika yapma tarzımızda, toplumla ve birbirimizle kurduğumuu ilişkilerde ne adar da çok yaşadığına tanık olduk...
Şimdi sıra, ne tür imla hataları yaptığımızın dökümüne geldi. ÖDP’lilerin de içinde olduğu, bütün muhalif sektörlerle eş zamanlı bir tartışma örgütlemek, ses alıp ses vermek, bütün siyasal, insani işaretleri eni–konu okumak gerekiyor. Ama heyhat! Gelenek sürüyor, kimse kendi sınırlarını ayşmayı denemiyor... Oysa kavramsal, pratik, insani sınırlarımızı açmak ve aşmak, öteki’ne ulaşmak gerekiyor... Ama heyhat! İçimizd ve dışımızdaki öteki’ni, “dışımızdan biri” kategorisi içinde duymamak alışkanlığı sürüyor...
Bir duyma, duyumsama sorunu ile yine karşı karşıyayız. Muhalif ve muhtelif yayınlar, gelenek olduğu üzre, kendini doğrulama öteki’ni yanlışlama çabası içindeler. İmla hatalarını saptamak yerine, imha hataları yapmak moda. (Meraklısı için bilgi notu; bakınız, bütün muhalif gazetelerdeki ve dergilerdeki özel ve tüzel yazılar... Amaç, amaç şarap/serap içmek değil, serabi/şarabi aşkiyaları, öteki’ni dövmek!..)
ÖDP’de durum bundan mek parmak farklı... Bütünlüklü bir değerlendirme yerine, kendi sözünü, taktiğini doğrulayan yerden konuşmak ve davranmak; öğrenilmiş ve geleneksel olanı tekrarlamak... Oysa küçük bir cümleye kulak vermek bile bir başlangıç olabilirdi: “Neden şimdiye kadar hiç kimse kendini açıklamadı...” Seçimlerden yaklaşık bir ay sonra herbirimiz; “söyleyin / aynada iskeletini / görmeye kadar varan kaç / kaç kişi var şunun şurasında?” diyerek, kendi kısa ve uzun tarihiyle, kısa ve uzun künyesiyle yüzleşebilirdi...
Aynada öteki’nin iskeletini, yanlışını görenler, sonuca ve hatalara dahil olmamakta ısrarlılar: Sol kaos, bir çocukluk hastalığı...
Çıkış özellikle hatalı yapılmıştır... Ne tarihe, ne coğrafyaya, ne sonuçlara bakılmaksızın, sonucun mayalanması, fotoğrafın negatifinin okunması dikkate alınmadan, start alınmıştır...
Esastan ve usulden bu hatalı çıkışın pek çok nedenleri var... Bunlardan biri, bir başka bağlamda Tanıl Bora’nın veciz şekilde söylediği, “Ancak tahsille (kuşkusuz milli bir eğitim altında) mümkün olabilecek bir cehalet örneğidir.” cümlesinin hayatımıza tercümesiyle anlaşılabilir: Sol tahsille,– kuşkusuz, resmi sol siyasi tarihin rahle–i tedrisinde eğitilerek–, mümkün olabilecek bir karadüzen tahsil örneği...
Sadece bir “ara sonuç” olan seçimlerin “oy” dökümüne bakarak projenin kendisini sorgulama aceleciliği, “yenilgi, bozgun” teorilerine bağlı olarak, Karakutu’nun içinde “suçlu öteki” öteki bulmakta zorlanmadı. (Alışkanlık ve gelenek!...) Esastan ve usulden sorgulanacak pek çok olgu vardır. Ama bunların bir sistematik içinde, en az hata ile, yanlış çıkışa rağmen ele alınması, sosyalizm ve devrim mücadelesi için hayırlı sonuçlar çıkarılması gerekir...
Aksi halde, dört yıl geçti, seçimler de geçti, birbirimizden, tarihten, coğrafyadan, doğadan, insandan, özgürlük ve dayanışmadan yorulduk teraneleri ile, “içi yangında alev alev/ dışı buz tutmuş kalplerimizi” duymadan birbirimizin üstünü çizeriz...
Ve rakamlara, sayılara, “ayıp işaretlere” bakarak, sol, devrim, sosyalizm ve aşk ahalisinin üstünü çizip ferahlarız!...
Oysa, bir güzelliği ödüyoruz... Bir güzelliği, aşkı ödüyoruz...
MASUM DEĞİLİZ HİÇBİRİMİZ, KAVRAMLAR DA
“Biliyorsunuz parkların / Sizi çağıran tarafları /
İnsanın gizli, karanlık köşeleriyle oranlı /
Orada saklanıyor onlar / Çünkü her türlü saklanıyorlar orada
(...)
Bak göreceksin nasıl da ayrılmak istiyoruz sonra
Nasıl da kaçmak istiyoruz birbirimizden
Yeniden yeniden yeniden / Yeniden hazırlanıyoruz
Sanki bir güzelliği ödüyoruz / Belki bir güzelliği ödüyoruz.”
Edip Cansever
Ah şu kavramlar... Kavramların da bir tarihi var ve masum değiller. Çünkü, yürürlüğe girdikleri andan itiberen kendilerince bir hayat kurarlar ve bizleri yönetmeye başlarlar... Seçim sonuçları, ilk elden “saptamacılık”, “kavramlaştırma” geleneğini depreştirdi. İşin kolayına kaçarak mutsuzluğun resmini çizmekti bu... Yaşanan siyasal pratiğe hiç de denk düşmeyen kavramlar, saptamalar: Stratejik yenilgi, taktik yenilgi, çifte yenilgi, bozgun, vehamet, Kürt milliyetçiliği, liberalizm, post modern yeni solculuk, neo–kemalizm...
En küçük politik nezaketi bile dikkate almadan, olgusal analize, tarihsel araştırmaya dayanmadan eski ezberlerimizin eşliğinde kavramları, saptamaları cebine doldurup her seferinde sıranın en önüne geçmeyi marifet sayanları sevgiyle kınamak, eleştirmek gerekiyor. En soğukkanlı olunması gereken an ve süreçlerde telaş içinde, bilirkişi sıfatıyla ilk sözü söylemek ve kendi “koro”suna işaret vermek, otantik deyimlerle söylersek, olay/sonuç zuhur eder etmez, “kulağa ezan okumak”, “ağıza tükürmek”, böylece öteki’ni mağlup etmek!... Bu tür davranışların bütün öznelerini sevgiyle kınamak ve eleştirmek gerekiyor... Nafile bir ihtilal!..
Sorun kullanılan kavramların, yapılan saptamaların doğruluğu–yanlışlığı da değil... Sorun, karmaşık bir sürecin olgularını, neredeyse teke indirgeyip “haklı ve haksız” ikilemi etrafında mekanik ve eskidüzen bir acelecilikle tanımlamak; Aşkın, Devrimin, Sosyalizmin (ve seçim sonuçlarının) Karakutu’sunun içinden dıştalanması gereken “öteki(ler)” bulmak, onları, “dışımızdan biri” olarak işaretlemektir...
Özetle: Sekter ve dıştalayıcı çoğunluk ile sekter ve ayrılıkçı azınlık söylemi taktiklerinin–stratejilerinin, sineyi ÖDP’ye rağmen hayatımızdaki özgül ağırlığı... Ben kendi payıma bu özgül ağırlıktan, özgür bir ağırlık çıkacağını düşünmeyenlerdenim. Hayatımızda varolan bu tarihsel ve siyasal Gordiyom Düğümü’nü kılıç darbesiyle çözmek girişimleri mitolojinin tekerrürü olsa gerek!.. Nafile bir ihtila!..
Devreye sokulan ilk alışkanlık “anti”liktir... İçte anti–öteki bulup. dört yıllık tarihin ve seçimlerin faturasını öteki’ne yüklemek, öteki’nin teorik, politik argümanlarından, giderek varlığından kurtulmayı masum gibi görülen “netleşmeK” sözcüğü bağlamında yürürlüğe sokmak, tarihe ve birbirimize verdiğimiz olmazsa olmaz sözlerden çoğulculuğu, ilk küçük dalgada, geminin bordasından aşağıya atmak!.. Nafile bir ihtilal!..
Oysa, kendimiz ve rakiplerimiz hakkında seçim tahminlerinde yanılmak sözkonusu olabilir. Bu durum, “Hep sen kazanırsın ey çözümsüzlük!” tiradıyla, acı çekmeyi, kahretmeyi, mutsuzluğu örgütlemeyi ve özgürlük, dayanışma projesinin kendini riske sokmamalı. Tersine, insani bir hal olarak mutsuzluk, sevgimizin, içimizin acıması insani an’lardır, ama bunu süreç olarak yaşamak ve kalıcılaştırmak siyasi bir mazoşimdir. Nafile bir ihtilal!..
Oysa çok yalın ve anlaşılır bir yerden, kazanımlarımıaz basarak mücadeleye devam mümkündür:
“En gerekli şey gündelik hayatta solcu olarak ne yapacağımız. İnsan olarak yan yana ya da birbirimizden ayrı “artık” nasıl duracağımız. (...) Şimdi ne yapmalı, solcu asıl şimdi ne yapmalı, bunu merak ediyorum.” (Ece Temelkuran, Birikim, sayı 121)
Ne yapmalı sorusunun karşılığı, ne yapmamalı ile bütünlük halinde tarihsel ve insani ağırlığını buluyor...
YARALI KALMA ALIŞKANLIĞI...
“Sokağa bir diyalog olarak çıkıyorum
Umurunda değilim gecenin”
(Melih Cevdet Anday)
Tartışmaya bir monolog olarak çıkıyoruz. Umurunda değiliz öteki’nin, umurumuzda değil öteki... Öteki ile diyalog, öteki birlikte özgürleşmek, dayanışmak umurumuzda değil!.. Sözcüklerin sihrinden sıyrılıp gerçeklerle yüzleştiğimizde ortaya çıkan durum ne yazık ki böyle...
Sol kültürde köklü bir gelenek/kültür olarak var olan “kuş fobisi” seçimlerin hemen sonrasında yine nüksetti... Kuş korkusu, kuşun, kafesinden çıkamama hali, kuşun kanatlarına, ağaca, ormana, uçmalara, öte’ye, öteki’ne ulaşamama hali... Yani kafesten ormanı görememek...
Bir diğer sorun, “yaralı kalma alışkanlığı”dır. ÖDP’nin bileşenleri, sanılandan çok kronik sendromlarla malüller. Her kümenin, kendini onun tersi olarak tanımladığı bir “öteki” var... Tarih içinde edinilmiş bu, “öteki sendromu”, her taktik, insani, teorik, pratik sorunda ve sonuçta anında nüksediyor... Kronik ve devasa bir yaralı kalma alışkanlığı neredeyse süreci belirliyor. Yani kümeler, yaralarına bakarak yanlış öteki’ni görmekte, kendini ona karşı konumlandırmakta ve öteki ile ilişkilerini özgürüleştirici ve dayanışmacı bir temelde kuramamaktadır.
Seçim sonuçlarından emen sonra, daha ilk günlerde, bir refleks olarak kuş fobisinin, yaralı kalma alışkanlığının yürürlüğe girmesi rastlantı değil. Bunun, eski ve yeni “Cenk hikayeleri” ile anılar yoluyla allanıp pullanması, “unutma!” sendromunun iç hayatımızda negatif bir işaret olarak devreye girmesi, eski yaraları yeniden keşfetme mahareti, vakünivislerin bu vesileyle zuhur etmesi rastlantı değil. Bu, belli ki bastırılanın geriye dönüşüdür... Küllendirilenlerin bir kül olarak toptan ve perakende geriye dönüşü... Bu durum ne yazık ki, toplumların, kümelerin, devletlerin, ulusların tarihsel siyasel bilinçlerinde ve bilinçaltlarında, alışkanlıklarında var olan, sürekli ya da zaman zaman yürürlüğe giren siyasal, toplumsal travmaları anımsatıyor.... Nafile bir ihtilal!.
Güncel olan nedir? Kafesteki kuş gibi, kafesin kapısı açıldığında, öte’ye ötekine doğal ortamına, uçamamak, korkmak ve kendi içine kaçmak... Öteki’nin sözünü, tarihini, acısını dikkate almamak... Yaralı kalma alışkanlığ ıçinde, öteki’ni, yanlış öteki olarak anımsamak... Ve hatta, bütün söylenmiş ve verilmiş sözlere karşın kendi kümesini, kendi “alt” aidiyetini, bütün zamanlarda “üst” ve “üs” aidiyet olarak görmek, tamamlanmış bütün tarihin, kavramların, insanın bütün hallerinin kendinden sorulduğu yanılsaması... Oysa;
“Bir virgül dilimin ucunda / Ezik ve kekremsi, / Her bütüne meydan okuyan!” (Oktay Rifat)
Bırakalım bileşenleri, ÖDP’nin kendisi de, mutlak bir bütün değil ki? Tersine, bir Gökkuşağı olması gereken tasarlanan toplumun, düşlerimizin, çok renkli renklerinden biri... Tersi, ÖDP’nin kendini devlet gibi kurmasını, özgürlük, dayanışma, sosyalizm, devrim ve Aşkla eşitlemesini ve özdeşleştirmesini getirir.. Bu ütopyanın sonudur!... Nafile bir ihtilal!...
Oysa ortalama solcu bile bilir ki, hayat, doğa, genel–özel tarih, insan, aşk, özgürlük bir partiden, araçtan daha büyük ve karmaşık bir toplamdır... Uzun analizlere gerek yok, proje bir sözcükle özetlenebilir:
“M’itos yitme ne olur?”
MUHASEBEYE DEVAM MI, TAMAM MI?
“Sağlıklarında oturur/ şundan bundan /
saatlerce konuşurlarmış /
şimdi ölmüşler / yazışıyorlar”
Seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı en temel sonuç, solun genel tarihle ve kendi özel tarihiyle muhasebesinin derinleştirilerek sürmesi gereğidir. Çünkü seçimler, sözlerin etrafında kurulan, değişmiş zannedilen, ama pek çoğu değişmemiş yapısal sorunları, alışkanlıkları ortaya çıkardı. Uygun bir dil, yöntem ve araçlarla bu sonuçlarla yüzleşmek gerekiyor. Sonuçlarla yüzleşerek muhasebeyi derinleştirememek, yeniden reddettiklerimize, geleneksel sosyalizmin, kavramlarına ve pratiklerine, özgürleştirici, demokratik, dayanışmacı ve enternasyonalist olmayan eski model toplum tasavvuruna geriye dönüş demektir... Bir tarihte, tarihin kapısından kovduğumuz eski/eskimiş teori ve pratiklerin bacadan dönme riski...
ÖDP’nin bir özeleştiri projesi olduğunu birbirimize yeniden hatırlatmamız gerekiyor. Bunun anlamı, solun genel ve özel muhasebesinin ÖDP içinde bir şekilde sürdüğü, kesintisiz ve sürekli sürmesi gerektiğidir. ÖDP projesinin bütün mantıki, siyasi ve pratik sonuçlarına ulaşması öngörmeyen adımların temel sorunu, aceleci olmak değil, projede içerilmiş değerleri esastan yanlış algılamaktır.
ÖDP’de nicel ve nitel ilerlemelere karşın, teorik, politik ve pratik öğrenmenin durması, devletle, toplumla ve birbirimizle ilişkilerde, bir türlü beklenen sıçramayı başaramayışımız, çoğulcu temelde bir harmanlanma fikriyle muhasebenin derinleştirilemeyişi ve araçlarının yaratılamayışı seçimlerde alınan “ara sonuç” ile birlikte riskli bir döneme girildiğinin işareti olarak okunmalıdır.
Bu nedenle, seçim sonuçlarından çıkarılacak en kötü ders, çok kimlikli, çok kültürlü, çok inançlı bir Türkiye ve demokratik sosyalizm tasavvurununa yönelmesi gereken muhasebenin sakatlanması ve herkesin evlerine dönmesidir. Bunun yaygın ipuçları, seçim öncesinde de, sırasında ve seçim sonrasında yaşanan pratikte, kullanılan sözlerin arkasındaki göndermelerde yeterince mevcuttur...
ÖDP, teorik harmanlanma konusunda gerek solun, gerekse kendi önünün açılması, solun dünya tarihsel muhasebesine karınca kararınca katkı yapma beceresini henüz gösteremedi. Kurucu metinlerdeki, politik kavramlaştırmaların içini dolduracak yeni kavramsal, politik mesailer yapılamadı. Bu, sadece teorik yayın çıkarılamayışı değildir. Partinin hayatı ile teori arasındaki ilişkisinin en aza inmesi, bu ihtiyacı karşılayacak biçimlerin bulunmayışı ve en kötüsü de teorik çalışmanın, herkesin dağarcığındaki eski bilgiler üzerinden sağlanıyor olması ve bunun özellikle pekiştirilmesi... (Meraklısı için bilgi not; ÖDP içindeki kümelerin teorik–politik yayınlarına bakmak, temaları incelemek, kendini konsolide etmenin ötesinde hiç bir işlevi olmayan bu yayınlarda değil teorik harmanlanma eskiyi yeniden üretmek bile mümkün değildir.) Yani, teorik ve siyasal harmanlamanın değil, eski tarih ve teori mukaddes modasının örgütlendirilmesi... Durum böyle olunca da, seçim muhasebesi, eski sözleri, eski tarihi hatırlamak ve doğrulamak olarak anlaşılabiliyor... Bunun anlamı, ÖDP’yi lafta çoğulcu bir proje olarak görmek, gerçekte ise bir/iki tarihin doğrusal devamı olarak görmektir. Durumdan yanlış vazife çıkarmak; nafile bir ihtilal!..
Seçim sonuçları muhasebeyi erteleme, ÖDP’nin, kazanımlara ve başlangıç referanslarına göre inşa işini kazaya uğratma eğilimini hızlandırmıştır.
Çoğulculuğun “taktik” yanlanalık, geçici yol arkadaşlığı değil, bir toplum tasavvururu olarak süreklilik olduğu önkabulünden en küçük bir ödün, işi kolayca en başa döndürebilir. Yani o bildik yol ayrımı, Nafile bir ihtilal!..
Yani, “neler konuşmamıştık en son buluşmamızda”, “bunca okumamaya ve konuşmamaya nasıl vakit bulabiliyoruz” kültüründen, öldükten sonra yazışma paradoksuna...
Nafile bir ihtilal!...
OY, FARFARA FARFARA, ATEŞ DÜŞTÜ BU AŞK’A...
“Yalnızlığım benim çoğul türkülerim
Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi...”
Can Yücel
Oy üzerine sürdürülen tartışmaların, “mahçup ve meczup olma” şeklinde sürdürülmesi eksik. Abartarak sevinçlerimizi örgütlememiz, hayallerimizde cimri olmamamız, kamuoyunun da tavlamasıyla uçmamız ve kopmamız sadece “oto–gaz” ile açıklanamaz.
(... Oysa kuşların / Diyorum bir kuşlar düşüncesiyle ilintisi var da, onlar / Sanki hiç uçmuyorlar, durmadan kopuyorlar / Bir gizlilik biçiminden, dünyanın böyle ne olduğu biçiminden / Kopuyorlar bir bir / Kopsunlar, ben bunu anlıyorum” Edip Cansever)
Ben bunu anlıyorum, uçmayı ve kopmayı... Bu ruh hali, tarihsel, siyasi, insani olarak sahicidir, karşılığı vardır. Aşk’a içkin olanlar da (sevinç ve moral) elbette örgütlenmeliydi... Ben bunu anlıyorum... Ama sorun bunun da ötesindedir... Bu noktada sorun uçmak, kopmak ve düşmek sürecinin bilgisi, bilinci ve pratiğiyle ilgilidir...
Evet, beklenenin çok altındaki oylar bir somutluktur. Hüzündür. Mutsuzluktur. Ne ki durum sadece, seçimlerde şu politika yerine bunu izleseydik, aşktan daha az, devrimden ve sosyalizmden daha çok söz etseydik, daha daha çok çalışsaydık, daha az ağustos böceği, daha çok karınca olsaydık, ezilenlerle ve dıştalananlarla ilişkimizi daha iyi kursaydık..... vb, cümlelerle de açıklanabilir değildir. Bunların tümü yapılsa da biraz daha fazla oy alabilirdik... Tartışmayı bunun ötesine taşırmak gerekiyor...Oy azlığının temel nedeni, solun bütün zamanlarda solun toplumsal ve siyasi etkisine uygun bir oy konsalidasyonu yapamamasıdır. Çok sözü edilen TİP dönemi ve bağımsız adaylık süreçlerindeki özel durumlar dışanda sol tarih, bu yaman çelişkiyi yaşamıştır... Sorun, devrimci mücadele tarihinin “seçimler ve oy bahsindeki” yapısal sorunlarıyla ilgilidir. Sürekli kesintilere uğrayan süreçler, devrimcilerin kitlelerle ilişkisini ve bunun bir bağlamı olan oy ilişkisinide kesintiye uğratmakta ve bir geleneksizlik kural olmaktadır. Kitle bağlarının görece düzenli ve gelişkin olduğu dönemlerde ise bu açmaz, yabancılaşma ve “yalan” olarak açığa çıkmaktadır.
Ece Temelkuran’ın sorduğu şu soruya da yanıt vermek gerekir:
“ÖDP sandıktan iki yüz yetmiş bin oyla çıktı. ‘Ne fena!” diyenlerden kaçı oy kullandı acaba? Daha da ileri gidelim, ÖDP üyelerinin hepsi oy kullandı mı? Ya da ÖDP sempatizanı olanlardan yüzde kaçı oy kullandı?” (Ece Temelkuran, Birikim, sayı, 121)
Sorular çoğaltılabilir. Aslında, bütün azlığına ve beklentimizi karşılamamasına karşın, 270 bin oyla, yola/sola devam etmek, damlaya damlaya sol olur, fikrini hayatın içinde örmek, yeni bir insan, sosyalizm idealini, uzun ince bir soldayız, şarkısı ile örmek mümkündür...
Seçim sürecinin bütün aşamaları (seçmen yazımı, oy istemek, oyları bloke etmek, sandıkları izlemek vs...) bizim pek de bilediğimiz, parlamenter çalışma diye küçümsediğimiz bir iştir. Bu nedenle, propaganda, ajitasyon ve örgütlenmemiz bu alana uzayınca nafile bir kırılmaya uğramaktatır. O halde, elli yılda kurulmayan bir geleneğin, bir kaç ayda kurulmasını beklemek, hem de toplumsal mücadenin dibe vurduğu, devletin temel tercihlerinin toplum tarafından kabul gördüğü, özcesi toplumun ve ortalama bireyin devlet olduğu koşullarda bu ham hayaldi. Bu ham hayali koro ve solo gördük... Evet, gördük... Çünkü ihtiyacımız vardı... Evet, bize gönüllerini alkışlarını verenler, oylarını vermediler... Evet, KESK, DİSK, Aleviler, değişik alternatif mekanlarda oturup solculuk yapanların kahir çoğunluğu da bize oy vermediler, yalanı örgütlediler... Bunun nedenleri elbette tartışmaya değer ama şimdilik yanıt Can Baba’nın dizelerindedir: “ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi...”
Sahici ilişkilerin kapısını araladığımız örnekler olmadı değil; Ermeniler... Sol tarihte ve Ermeni cemaatinin tarihinde ilk kez, Ermenilerle pozitif bir ilişki kurulduğu söylenebilir. Burada adaylarımızdan Tatyos Bebek’e ve seçimler boyunca heyecanlarıyla bizleri yeniden devrimci romantizme yönlendiren Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’e ve ismini bilmediğim ama hissettiğim Ermeni arkadaşlara teşekkür ediyorum.
“NETLEŞMEK” SÖZÜ; BÜYÜ VE BÜYÜCÜ...
“Yeni bir renk buldum bugün, suyun akışı rengi”
Edip Cansever
Gökkuşağı’nı gökte ararken yerde bulmuştuk... Önemliydi... Çünkü, gerçekte, ÖDP, özünde çoğulculuk demek; gökkuşağı.. Gökte ararken yerde bulduğumuz, “Yerçekimli Karanfil” aslında Gökkuşağı’ydı: “Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk / Birleşiyoruz sessizce... “
“Netleşmek” sözü risklidir; nafile bir ihtilal!... Netleşmez, kavramı etrafında kurulan tahaylüller risklidir: Tekçi, doğrusal tarih anlayışını, monolitik sosyalizmi, ben ve biz ilişkilerinde, biz’in tabu olmasını, ben’in (dünya tarihsel özgür birey) gölge fenomen yapılmasını, programatik birlik yerine, ideolojinin ve teorinin ayrıntılarında dahi birliği, özdeşliği, tek boyutlu bireyi ve tek boyutlu toplumu, devlet ve merkez komite suratlı bir araç ve amaç kurgusunu, tarihin emri, siyasetin kavliyle içimizdeki ve dışımızdaki öteki’ni dıştalamayı, (masum, naif ve devrimci romantizm adına aşk ile de icra edilebilir bu.... Genel ve özel tarihimizde ve kişisel tarihlerimizide örnekleri çok!...), içerir... Bu sözün sol tarihte/kültürdeki karşığı ne yazık ki budur... Uzun künyemiz ve tarihimiz bir yana, yaklaşık dört yıllık kısa tarihimizin ve künyemizin, pratik sonuçlarının kavramlaştırılıp netleştirilmesi elbette gerekli... Dahası, programımızda var olan saptamaların içinin doldurulması, eleştiriden geçirilmesi, gerekirse yenilenmesi, yeni kavramlaştırmalar elbette gerekli...
Yani demem o ki, sorun karanfili netleştirmek değil... Sorun gökkuşağını netleştinmek hiç değil... Sorun karanfili ve aşkı, gökkuşağını ve renkleri mülke, tabuya ve tapuya dönüştürmeden, bir özgürlük ve dayanışma mücedelesi içinde elden ele dolaştırmakta... Yani, demem o ki:
“Sen o karanfife eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte / Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel / O bir başkası yok mu bir yanındakine veriyor / Derken karanfil elden ele” (Edip Cansever)
Çünkü, başka bir şey bizim istediğimiz, rengi başka tadı başka... Benzeşmek, netleşmek ise başka bir şey değil, çok bildik, masum olmayan, dahası kirletilmiş bir sözcük...
İşte size çözüm yollarından biri: “Annem, ‘Bizim zamanımızda çalışkan öğrenciler solcu olurdu’ der hep. Uzun süredir öyle değil. Ne çalışkanlar ne de eğlenceli...” (Ece Temelkuran, Birikim, sayı 121.)
Bence bizim mahallenin bütün çocukları Ece Temelkuran’ın annesini kırmamak ve yüzünü ele güne karşı tez elden ağartmak için Hayat Bilgisi ve Hayal Bilgisi derslerine çok çalışmalılar... Bu kadarı yetmez, tarihi, özgürlüğü ve dayanışmayı da çalışmalıyız... Yetmez, içimiz’deki ve dışımızdaki öteki’ni de çalışmalıyız...
Sonuç yerine iki dize:
“Mutsuzluğumu yeterince hakketmek için
Geri döndüm kilometrelerce yürüdüm...”
Geriye dönüp kilometrelerce yürümek, yani kendi kısa ve uzun tarihimizle tekrar tekrar yüzleşmek... Mutsuzluğumuzu yeterince hak etmek için, geriye, yani ileriye tekrar tekrar yürümek... Umutsuzlar Parkı’nda... “Umutsuzluğum insan kalmak içindi” diyerek... Böyle yaparsak, Şair Orhan Alkaya’nın “Türkiye Hâlâ Mümkün” cümlesi bize yol gösterebilir: Türkiye hãlâ mümkün... ÖDP hâlâ mümkün...