Önce bu yazının Refah’ın 1994 yerel seçimlerinde ve takiben 1995 genel seçimlerinde yakaladığı yükselişin ardından gelen “şeriat geliyor” paniğini bu kez faşizm özelinde tekrarlamak için yazılmadığını belirtmem gerekiyor. Buna ek olarak “ben zaten biliyordum”, “başka ne bekliyordunuz?” türünden işlevsiz cümlelerin de elle tutulur yanı olmadığını düşünüyorum. Sonuçta, sadece 18 Nisan gecesi seçim yasaklarının kalkmasından itibaren başlayan ve evimin civarında gece yarısını aşacak şekilde devam eden kutlamalardan değil, daha etkin bir şekilde bu yükselişin açıklanmasındaki kolaylığın yön verdiği genelgeçer kabullenişten rahatsızlık duyuyorum.
Sonra, bu yazının Birikim’in 120. sayısında Türkiye’de merkez üzerine yazdığım yazının biraz daha gevşek bir devamı olduğunu söylemem gerekiyor. Bir önceki yazı 18 Nisan seçimleri öncesindeki seçim sıcaklığına ve Türkiye’de 1980 darbesi sonrasındaki dönemin siyasî dinamiklerinin yerleşememe sıkıntısına yapılan gönderme ile başlıyordu. Şimdi ise hararetin devam ettiğini ancak dinamiklerin yerli yerine oturduğunu söylemek mümkün.
Hararet devam ediyor; çünkü MHP’nin oylarında kaydedilen -partilileri bile şaşırtan- beklenmedik artış Türkiye siyasetini çözümleme çabalarının odak noktasını oluşturmak durumunda. Bununla bağlantılı olarak “en ideal” koalisyon kompozisyonu gündemin sıcak kalmasını sağlıyor. Medyanın, sermayenin ve açıkça belirtilmemiş olsa da ordunun gönlünün DSP-MHP-ANAP koalisyonunda yattığı aşikâr. Ancak, bu koalisyonun temelleri, henüz resmî görüşmeler başlamadan partiler-arası bakanlık bölüşümünde ve ‘şehitlerin kanının yerde kalmaması’, türban ve millî eğitim öncelleri etrafında şekillenen rahatsızlıklarda sinyalleri yayılan gerginlik nedeniyle pek de sağlam değildir. Nitekim, Ecevit’in gerekirse hükümet kurma girişiminden çekilebileceği yolundaki açıklamaları ile MHP’ye sunduğu özellikle türban konusunda “tavizi” dışlayan şartlar ve Rahşan Ecevit’in “kırıcı” demeci karşısında MHP’nin katı tutumu olası bir DSP-MHP-ANAP koalisyonunun ölü doğumunun işaretini vermiştir. “En sağlıklı” koalisyon formülleri bu yazının ana temasını oluşturmadığı için bu düzlemdeki tartışmaları konunun ehillerine bırakıp, sadece tamamen sağ bir doğaya sahip olan parlamentoya yakışan koalisyon formülünün 1970’lerin Milliyetçi Cepheleri olduğunu söylemek ile yetiniyorum. Bu noktada ise DSP’yi hiç de merkez sol bir parti olarak görmediğimi, aksine gittikçe sağa yaklaşan bir “merkez” partisi olarak almayı yeğlediğimi belirtmem gerekiyor. Her ne kadar DSP’ye yakıştırılan merkez-sol kimlik partinin solun projesini ılımlılaştırarak uzlaşma temelli hareket ettiği iddialarına dayanıyorsa da, solun kimliğinden çıkıldığında bu harekete atfedilebilecek yapaylık DSP’ye ilişkin başka bir merkezin varlığını gündeme getiriyor: DSP devleti ve devletin âli çıkarlarını tüm partilerden daha çok sahipleniyor ve savunuyor. Bunu yaparken -kendisine zararı ayrı bir konu olan- solun milliyetçiliğini değil, devletin milliyetçiliğini siper yapıyor.
Siyasî dinamikler ise artık sallantıda olmaktan ziyade -ne yazık ki- uzunca bir süre kökten bir değişikliğe uğramayacağa benzeyen bir platforma oturmuş durumdalar. Bu yerleşmeyi MHP’nin oylarının geldiği kaynaklara referansla anlayabiliriz: MHP’nin seçmen kitlesinde ağırlıklı olarak yer alanlar, yüzer-gezer seçmen takıntısı ile öne çıkarılanın aksine 1995 Seçimleri’nde ‘denemek’ ya da merkezin partilerine dersini vermek için RP’ye oy veren, diğer bir ifadeyle partizan olmayan seçmenler değil, sırasıyla MHP’nin kemikleşmiş tabanı, yeni seçmenler, eski ANAP-DYP seçmenleridir. Eski RP’liler bu sıralamada dördüncülüğü almışlardır.[1]
Beni ise bu noktada MHP’nin kemikleşmiş seçmen kitlesinden ziyade eski ANAP-DYP seçmenleri ve özellikle yeni seçmenler ilgilendiriyor. Çünkü, her iki aktörün de 1980 sonrası Türkiye siyasetine hâkim atmosferin hem en açıklayıcı göstergeleri, hem de bu siyasetin en anlamlı çıktıları olduğunu düşünüyorum.
“TÜRK’ÜM, İSLAM’IM, TEPKİMİ GÖSTERİRİM”: AİDİYET RAHATLATIR
Seçim sonrasında MHP’nin beklenmedik oy artışı nedenleri üzerine kapsamlı tartışmalar ve çözümlemeler yapıldı. Bu noktada iki temel eğilim söz konusu. Birincisi, seçmen davranışının rasyonelliği üzerine kurulu olan ve MHP’yi şahlandıran etmenin bir yandan partinin “eski kötü günler”deki imajını özellikle 1990’larda etkin bir şekilde silme başarısından, diğer yandan merkezdeki partilerin kirlenmesinden ve seçmen için somut politikalar üretmekte yetersiz kalmalarından kaynaklandığı yolundaki sav. Bu sav aynı zamanda MHP’nin artık kutuplarda dolaşmadığı, merkeze oynadığı önkabülünü de içermekte. İkincisi ise, seçmen davranışında rasyonellikten ziyade hissiyat üzerinde duran ve MHP’nin başarısında Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ve şehit cenazelerinin önemli rol oynadığını öne süren sav. Her iki seçenekte de seçmenin oyunda tepkisellik unsurunun etkinliği göze çarpmakta. 18 Nisan Seçim sonuçları açısından, seçmen davranışının seçim sonuçlarından yola çıkılarak varılabilecek kendi içinde bir rasyonellik taşıdığı -diğer bir deyişle konjonktürel faktörlerle açıklanabilir ve sırf bu yüzden rasyonel bir davranış olduğu- ve bu yüzden böylesine bir açıklamanın özgün bir değer taşımadığı düşüncesinden hareketle -MHP seçmeninin önemli bir bölümü açısından- ikinci seçeneğe daha yakın durmaktayım. Ancak, merkez partilerin oy kaybının sadece hissiyata bağlı “tepki” değil, farklı bir mecrada kotarılmış “rasyonel tepki” oyları olarak MHP’ye gittiği de reddedilemeyecek bir olgu. Burada göz ardı edilen nokta ise bu tepkilerin neden aşırı sağ bir partiye gittiği sorusunda gizli.[2] Bu sorunun cevabını “seçmenin kavgadan bıktığı, artık uzlaşma, itidal ve somut politikalar istediği; Meclis’e gönderdiği partilerden de bunu beklediği” yolundaki anlama ve açıklama çabalarında bulmanın sadece niyete dönük akıl yürütme olduğunu düşünüyorum. Onun yerine cevabı Türkiye seçmeninin devletçi-milliyetçi-muhafazakâr olduğu yolundaki hiç de yabancı olmayan saptamada bulmak gerektiğini düşünüyorum. Nitekim, baraj faktörünün yok sayılması ile kayda alınmaması tercih edilen HADEP’in Güneydoğu Anadolu’da topladığı oy oranları seçmenin çatışmaya hiç de soğuk durmadığının bir kanıtı.[3] Söz konusu çatışma özellikle son dört yılda gelenekselleştirilen MGK tescilli “İslâmcı-laik” eksenindeki çatışma ile sınırlı değil. Seçim sonrasında, halihazırda var olan diğer bir çatışma ekseninin kutuplardan birinin (MHP) iktidara oynaması diğerinin (HADEP) ise Meclis dışı kalması ile gittikçe derinleşen etnik çatışma olduğu söylenebilir.
MHP’nin seçmen kitlesinin eski ANAP-DYP taraftarı bölümü açısından söylenebilecek şey siyaset yelpazesindeki merkezin çöküşünden ziyade 1989’dan itibaren ANAP’ta, 1993’ten itibaren DYP’de başlayan bir çözülmenin nihai noktasına geldiğidir. ANAP’ta yaşanan, Özal’ın oportünist yöntemleri ve imaj kurmadaki mahareti ile ancak altı yıl birarada tutabildiği dört tarzın zoraki birlikteliğinin sona ermesi ve ortada talibi bol, uçtaki alternatifi ise daha inandırıcı olan milliyetçi-muhafazakâr bir parti bırakmasıdır. Partinin inandırıcılıktan uzaklığı seçim sonrasında Mesut Yılmaz’ın, oy deposundaki azalmanın en önemli etkenlerinden biri olan 28 Şubat hükümeti kimliğini üstlenmesine ve sekiz yıllık eğitimi kabul etmesine ilişkin olarak zaruretten dem vurması ile bir kez daha kanıtlanmıştır. Tansu Çiller liderliğindeki bir DYP’nin ise 1995 seçimlerinde “bayrak-ezan” sembolü ile bir süre idare ettiği retorikte bile kifayetsizliği şüphe götürmez olan milliyetçilik ve muhafazakârlık balonu bu kez parti-içi iktidar çatışmasının kurbanı olmuştur. Öte yandan ANAP-DYP ikilisinden MHP’ye kayan oyların tümünün tepkisel olmadığı, önemli bir bölümünün aslına rücu ettiğini de söylemek gerekir. İstikrarsızlığın bol olduğu, “dış mihrakların” cirit attığı bir siyasal ortamda muhafazakârlık güven verir, milliyetçilik yalnızlığı yok eder. Hele bir de bu ikisi tutarlı, kadim bir siyasal gelenek potasında eritilirse bu birlikteliğin sağlamlığına halel gelmesi imkansızlaşır.
Güven ve birliktelik kıstasları söz konusu olduğunda ise, tepkisellik kaynaklı seçmen kimliğinin diğer boyutunun taşıyıcıları; yeni seçmenler grubu ön plana çıkmaktadır. Bu grubun davranışlarını sadece taşralılık, varoş kimliği değil, her iki faktörü de çevreleyen ancak bunlarla sınırlı kalmayan, 1980’lerde temelleri atılan ideolojisizleştirme süreci ve bu süreçten doğacak boşluğu -sanal kalmaya mahkûm olan- tüketim manipülasyonu çerçevesinde anlamaya çalışmak gerekmektedir. 1970’lerin darboğazından çıkmış bir Türkiye’de her türlü tüketim malının adil bölüşüm kıstası kayda alınmadan alabilene “özgürce” sağlandığı bir ortamın yeni nesil üzerindeki etkisi sadece böyle bir olanaktan mahrûm kalan taşralı ve/veya varoş gençliği ile sınırlı kalmayıp, alabilen konumundaki gençlik için de geçerlidir. Kısaca, iki koldan işleyen bir süreçten bahsedilebilir: İdeolojisizleştirme süreci, “eski kötü günlere” yapılan göndermelerle meşrûlaştırılan tüm eğitim sistemini tektip merkezin kontrolü altına bırakarak başlatılırken, sivil yönetime geçilmesinden itibaren yaratılan yapay “bolluk” durumu ‘tüketmek için tüketmek zihniyetini’ yerleştirecek politikalara zemin hazırlamıştır. Darbeci zihniyetin doğası gereği siyasetin dışsallaştırıldığı böylesine yavan bir atmosferde aidiyet kodları da -ne yazık ki- sunulanlar arasından seçilmiştir. Askerî rejim döneminde şekillenmeye başlayan ve Kenan Evren’in konuşmalarında alıntıladığı ayetlerle pek da hâkim olmadan oturtmaya çalıştığı Türk ordusunun İslâm’a verdiği önem 1982 Anayasası’nın 24. maddesinde sabitlenmiştir.. Artık, katı seküler çizgi yerine Türk toplumunun ve ailesinin millî ve manevi değerlerine önem veren ‘laik’ bir duruş söz konusu olacaktır.[4] Diğer bir deyişle, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devlete bağlı olması ile sağlanan kurumsal kontrol bundan böyle toplumsal seviyede dinin manipülasyonu ile tahkim edilecektir. Bu durumda, söylenecek tek şey kalıyor: Seçimin görünürdeki muzafferi MHP iken, bu zaferi hazırlayan koşulları oturtmuş olması açısından Türkiye siyasetinin 28 Şubat’ta kanı tazelenen atardamarından daha geriye gidilerek, 1980 darbesine ve 1982 Anayasası’nına hakkını vermek gerekmektedir.
Aslında Evren’in şahsında ordunun bir süre için de olsa denediği şey, 1970’lerde MHP’ye taze kan veren Aydınlar Ocağı çıkışlı Türk-İslâm sentezi ile flört etmektir. Ancak, burada dikkat çekilmesi gereken nokta Evren’in açıkça dile getirmeden yapmak istediğinin Türk-İslâm sentezini ordunun tekeline almak değil, aksine yukarıda da bahsedildiği şekliyle Cumhuriyet’in dönemleri boyunca İslâm’ın kurumsal kontrol - toplumsal yeniden ifade edilişinden kurumsal kontrol - toplumsal manipülasyon boyutuna kayış çabası olduğu söylenebilir.[5] “Sivil” siyasete geçildiğinde ise Türk-İslâm sentezi ait olduğu oluşuma, dört eğilimli ANAP içerisine oturtulmuştur. ANAP’ın iktidara gelişinin ilk iki yılında milli eğitimde Müslüman çoğunluklu bir topluma özel olarak uygulanan politikalar bu oluşumun parti içi ağırlığı açısından kanıt niteliğindedir. Sonuç, yeni neslin eski kötü günlerin panzehiri olarak sunulan”Müslümanlık” ve romantik bir “Türklük” vurgusu ile donanmış ders kitapları ile şekillenmiş bir millî eğitimden geçmesi olmuştur.
Özetle, Cumhuriyet’in tüm zamanlarına yayılmış darbe (her halûkârda düzen) zihniyetinin ve kısa bir süre için de olsa “bolluk” imajıyla kurgulanan tüketme itkisinin hâkimiyetinin oluşturdukları çerçevede siyaset yapan siyasî partiler arasındaki rekabet, bu hâkimiyetin uzun vadede açtığı aidiyet gediklerini doldurmaya namzet olarak Müslümanlık yaftalı milliyetçilik etrafında şekillenmiştir. Öte yandan, Nilüfer Göle’nin ifadesi ile ‘tüketmekten bunalmış’[6] bir nesil için ise kendilerini merkezde tanımlayan partilerin benzerliğinden çok, tespit edilen sorunlara sundukları “somut” çözümleri ile “aşırı” bir parti çok daha cazip gelmiştir. Bu kadar anlaşılır olmanın taşıdığı tehlike ise seçimin akabinde bir yanda MHP’nin değişmiş olduğunun inatla vurgulandığı ve (aslında sadece şu an için tercih ettiği ifade şekliyle Devlet Bahçeli’nin) ne kadar uzlaşmacı olduğunun durmadan yinelendiği medyatik bir bombardımandan geçerken, öte yandan yine aynı inatla hiç de değişmediğini söyleyen MHP’nin “sağlıklı” bir koalisyonun vazgeçilmesi zor bir adayı olarak karşımıza çıkmasıdır.
Sonuçta elimizde olan beyaz çoraba ve akademik ünvana indirgenemeyecek bir olgudur. Türkiye parlamentosu ve siyaseti yine “emin ellerdedir”; çünkü ortada muhalefet diye bir şey yoktur. Olan biten ihtilaflar sağın ortası ile ucu arasındaki iktidar yarışının doğal çıktılarıdır.
“BEN UZLAŞMA RETORİĞİMLE ÇOK DAHA İYİ ÇATIŞIRIM!”
MHP, parti liderinin ve yönetiminin de samimiyetle yineledikleri gibi değişmemiştir. Değişen bir şey var ise o da 1980’lerin popüler siyasal propaganda aracını, imaj kurma yöntemini hakkını vererek kullanmış olmasıdır. Diğer bir deyişle eski kötü günleri farklı bir pakette başarılı bir şekilde satmış ve halihazırda tarih hafızası kıt olan bir toplumda, özellikle de tarihsiz yetiştirilen depolitize bir kuşağın oylarını tekeline almıştır.
Bahçeli’nin sakin yüz ifadesi ve sürekli olarak uzlaşmaya açık olduğunu ifade etmesi, uzlaşmanın kaçınılmazlığı anlamına gelmez.[7] MHP’nin özellikle türban ve “millî” eğitim ile ilgili tasarıları Türkiye siyasetinin üç atlısının -en azından seçimin ertesinde- gönlünde yatan üçlü koalisyonun kurulma sürecinin daha görüşme turları resmen başlamadan sancılı olmasına neden olmaktadır ve eğer koalisyon kurulabilirse de asgari müşterek olarak nitelendirilebilecek bu noktalarda tıkanmanın yüksek bir ihtimal olacağını tahmin etmek zor değildir.
Bahçeli’nin uzlaşmacı duruşunun kanıtı olarak alınan ‘...olaya sağ ve sol partiler açısından ...’ yaklaşmadıklarını söylemesi[8] yeteri kadar açık bir ifadedir, çünkü muhatapları arasında Sol namına bir şey yoktur. Yine aynı “kanıt”tan hareketle sunulan MHP’nin aşırılıklarını törpülediği ve merkeze yöneldiği yolundaki yorumlarda kavramsal bir eksen kaymasından sakınmak gerekmektedir. MHP’nin merkeze oynadığı doğru; ancak hedef olarak alınan merkezin devlet olduğu göz ardı edilmemelidir. Bu doğrultuda MHP’nin karşısına asıl muhatab olarak kendisinin “sol” ya da “sağ” olarak nitelendirdiği partiler değil, bizzat devlet/ordu çıkmaktadır.
MHP’yi devlete aynı anda hem yaklaştıran hem de uzaklaştıran temel unsur milliyetçiliktir. 18 Nisan seçimleri sonrasında ortaya çıkan “örtük” toplumsal çatışma noktalarından biri telaffuz edilmemesi tercih edilen etnik milliyetçilik ise; kurumsal seviyede devletin milliyetçiliği ile Müslüman milliyetçiliğin devlet özlemi arasındaki çatışma yine “örtük” bir şekilde devam edeceğe benziyor. Örtük devam etmek durumunda; çünkü MHP ne toplumsal tabanından ne de tarihinde ilk kez yakaladığı kurumsal iktidar fırsatından taviz vermek “niyetinde” görünüyor.[9] Bu noktada denilebilir ki, MHP’nin ‘yumuşak’ ve/veya ‘yeni’ olarak nitelendirilen retoriğinin asıl hedefi kemikleşmiş tabanı ve RP-FP çizgisinden toparladığı seçmen kitlesi ile devlet/ordu arasındaki uzlaşmadır. Böylesine bir uzlaşmanın siyaseten patolojikliği bir yana, olasılığının düşüklüğü ister istemez şöyle bir tahmini beraberinde getirir:
En iyi (!) ihtimalle ya ordu bu kez açık açık gelir, ya MHP uzlaşma adına RP-FP çizgisinden çektiği tabanı yitirir -ki göreceli olarak bu daha küçük bir olasılık-, ya da bunları erteleyen ve yine politika üretemeyen bir koalisyon(lar) deneyimi daha yaşarız. Ya da, oldukça istikrarlı bir Milliyetçi Cephe dönemine daha gireriz ki, bu seçenekte politika üretilmemesinden ziyade, üretilecek politikaların vehameti seçim sonuçlarının vehametine eş düşer.
Cümleten geçmiş olsun.
(*) Seçim sonrası yaptığımız derslerde dahil oldukları tartışmalar ve sordukları yapıcı sorular için ODTÜ, ADM 362 öğrencilerinden Kurtuluş Cengiz, Neşe Gümüşsuyu, Özgehan Şenyuva, Burak Ülker, İlker Ünal ve Berna Yılmaz’a teşekkür ederim.
[1] Sıralama seçim öncesi en ‘başarılı’ kamuoyu araştırması olarak kabul edilen kaynaktan alınmıştır. Tarhan Erdem, “MHP’nin oyları,” Radikal, 19 Nisan 1999; “MHP nerelerden ne kadar oy aldı?” Radikal, 20 Nisan 1999.
[2] MHP’nin ılımlılaştığı, aşırı sağdan merkeze kaydığı iddialarını seçim sonrası şaşkınlık ve tedirginlik yaşayanların kendilerini avutma çabaları olarak alıyorum. MHP’nin merkeze oynadığı doğru, ama burada kastedilen siyaset yelpazesindeki merkez değil, devletin merkezi ki, bu da partinin aşırı sağ kimliğinden ödün vermesini gerektirmiyor. Bu noktaya yazının ileriki bölümlerinde değineceğim.
[3] Burada yazının konusu ile doğrudan bağlantılı olmasa da aslında çatışmanın hiç de “öcü” olması gerekmediğini, aksine siyaseten çok da sağlıklı olduğunu, ancak Türkiye’ye hâkim siyaset yapmanın ve siyaset yapanların çatışmayı “öcüleştirmenin” çok daha kârlı olduğu önkabülünden hareket ettiklerini belirtmek gerekiyor.
[4] Bu laik duruşu tescilleyen 24. maddede dinsiz ve/veya ateist olanlara karşı laiklik söz konusu edilmemiştir. Çünkü, Türk ailesi her şeyden önce Müslüman’dır; nadiren diğer dinlerden birine ait olabilir.
[5] Buna ilişkin olarak darbeyi ve darbecileri topluma olabildiğince yakın tutmak ve nihayet tüm dönemlerin en büyük “tehdidi” olarak algılanagelen komünizme karşı toplumsal öneme sahip bir unsur olan İslam’ı yandaş yapmak çabaları da hatırlanmalıdır.
[6] “Türkiye’de Din, Siyaset ve Toplum” Semineri, Bilkent Üniversitesi, 6 Mayıs 1999.
[7] Burada dikkat edilmesi gereken nokta, medyanın tüm çabalarına rağmen Bahçeli’nin MHP tabanının alışkın olduğu “Başbuğ” imajına oturamamasıdır. Aksine, DSP ile karşılaştırıldığında MHP oylarını liderinin çizdiği imajdan çok, parti kimliği ile kazanmıştır. Bu durumda Bahçeli imajının tabandan çok devleti ikna etmeye yönelik olduğu söylenebilir. Tabiî burada söz konusu olan taban hasbelkader MHP’ye oy vermiş olan yüzer-gezer seçmen değil, bu yazının temel iştigal konularından olan kemikleşmiş taban ve yeni seçmenlerdir.
[8] Milliyet, 21 Nisan 1999.
[9] Bu ikili kaygının en yakın örneği Meclis’teki türban krizinde yaşandı. MHP kendi milletvekilinin türbanını açarken, Merve Kavakçı’ya yöneltilen protestolarda çekinceli durmayı tercih etti.