Biz... Biz... Biz...

Savaş var. Bir esmer, bir de sarışın asker. Zamansız, mekânsız ve adı hatırlanmayan bir film bu. Sarışın asker durmadan öldürüyor; ölmemek için. Esmerin yüzü çöküyor, ölümü gördükçe, öldürme hırsını gördükçe. Sarışın ölüyor, esmer evine dönüyor. Kapıyı açıyor. Şişman bir kadın, çocuk gürültüsü. Esmer asker bağırıyor:

“Maria! Çabuk soyun. Çocuk yapmalıyız. Biz çoğunlukta kalmalıyız.”

“Bu yazı MHP’nin neden, nasıl iktidar olduğuyla, bunun ne anlama geldiğiyle değil, ‘bizim’ ne yapacağımıza ilişkin önerilerle ilgili olacaktır. Belki de bu yüzden, yazının kendi içinde bile acelesi vardır. Çünkü artık acele etmek gerekmektedir.”

... diye başlamıştım yazıya geçen ayın Birikim’inde. Bir ay boyunca hiç kimseden ses çıkmayınca, şu “biz”in kim olduğuna ilişkin düşünesim oldu. Serzenişle değil, sükunetle. Ama şu “biz” öyle tuhaf şey ki, düşündükçe küçülüyor. Düşündükçe eksilen, elenen “biz” cümlenin sonunda zavallı, küçük bir “ben” olarak kalıveriyor. Ama üstünü kapalı tutup, 41 kere “biz” deyince de gerçekten ortaya bir “biz” çıkabiliyor. Açıklandıkça küçülen, konuşulmadıkça büyüyen, enteresan bir şey şu “biz”. Geçen ayın Birikim’in de bu yüzden hiçbir şey söylemeden tırnak içine alıp “biz” diye başlamıştım. Oysa 1970’lerde doğan biri için ne zor şey “biz” diye cümle kurmak. Sevgilisinden ve kendinden bahsederken bile “biz” dememek gerektiğine inanmış, öyle kitaplar okumuş bir kuşaktan söz ediyorum. Bu yüzden bendeki “biz”in manasını bir kerecik olsun anlatmak isterim. “Biz”i ortaya koymak, en az geçen yazıda sözünü ettiğim yeni sol ahlâkı tartışmak ve (kabalaştırarak söylüyorum) solcu prototipi oluşturmak kadar önemli. Bu yüzden herkesin yeniden bir sol ahlâk tartışmasına girerken kendindeki ya da hayalindeki “biz”i anlatması, ortaya çıkarması gerekiyor. Çünkü temel duruşu, oluşu ve amacı belli bir “biz”in oluşması için konuşulması gerekiyor. Bu yüzden bendeki “biz”i anlatmaya geçiyorum.

BİZ, YADIRGARIZ!

Olup bitenleri -sevgilinin manasız kaprisi, iş yerindeki ayak oyunları, insanların sürekli olarak birbirlerini ofsayta düşürme çabaları, savaş, dolmuş sırası için birbirini boğazlayan şoförler, boğazlanan kızların ertesi gün gazetede yayımlanan “güzel” fotoğrafları, nüfus müdürlüğündeki kadınların evrenin hakimi tavırları, bir milyon dolara kaç mahalle doyacakken gidip zeplin alan adamlar, sürekli bağırarak şarkı söylemeye, söyletmeye çalışan bir halk, televizyondaki şovmen tokat atınca gülen stüdyo seyircileri vs.vs.- yadırgayarak izleyenlerden söz ediyorum. Savaşı da, hırsı da, iktidarı da samimiyetle anlayamayanlardan söz ediyorum. Yoksa “Onlar gitsin, biz gelelim” diyenlerden değil. Ya da “İktidara hayır!” deyip annesinin, kardeşinin, sevgilisinin üzerinde sinsi iktidarlar kuran insanlardan, kapıcısına asık suratla buyurma hakkının tadını çıkaranlardan değil. İçindeki küçük faşistle birlikte, “Faşizme hayır!” diye bağıranlar bizden değildir.

Öğrenilmiş yadırgamaların, “tutunamamaların” yapıntı cümlelerinden söz etmiyorum. İktidar, kötülük ve şiddeti bir Merihli kadar anlayamamaktan söz ediyorum. İnsanların koltuklar, cübbeler, odalar, sıfatlar için gözleri dönerken, geri çekilip gülmekle ağlamak arası olanlardan, kendinden utananlardan söz ediyorum. Ama bir yandan da insana dair her şeyi yadırgamadan anlamaya çalışanlardan.

BİZİM CANIMIZ YANAR!

Nadire Mater’in kitabını okursak biz, yani Mehmet’in Kitabı’nı, konuşamayız artık. Bir süre hiç gülemeyiz. Biri bize savaşın kötü olduğunu öğrettiği, o tarafın ya da bu tarafın haklı olduğunu düşündüğümüz ya da acıdığımız için değil, aklımıza o askerlerin ayakları geldiği için konuşamayız. Botların içinde kaldıkça unutulan ayaklar. O küçük erkeklerin uyuyan hallerini düşünürüz, korkan yüzlerini, titreyen dizlerini. Sonra biraraya gelip köhne yılbaşı eğlencelerinde gülmeye çalışmalarını, annelerine selam söylerken ağızlarının buruşmasını düşünür, birkaç gün pek şaka yapamayız. Çünkü canımız yanar. İnsanlık tarihinin savaş gibi süper aptalca bir uzlaşma yöntemini hâlâ kullanacak kadar aptal olduğunu düşünürüz, canımız yanar. İnsanın, bir diğerinin kendinden olduğunu hâlâ anlamadığına canımız yanar. Bir ülkenin hemen bütün erkeklerinin kafasından iğdiş edildiğini düşünüp, neşeli, sağlıklı çocukların bu erkeklerden olamayacağını düşünüp, canımız yanar. Her erkeğin katil, her erkeğin kurban olduğu bir ülkede birinin neden hâlâ dünyadaki silah tüccarlarının son yirmi yıllık zenginleşme oranlarından bahsetmediğini düşünüp canımız yanar. “Analar skorski doğurmuyor” diyen adamların komutasında ölüme giden genç çocukların başka bir ülkede doğmamış olduğu için öldüğünü düşünüp... Bu can yanmasını karşılayacak küfrün icad edilmemiş olmasına... Dedim ya, canımız yanar.

BİZ, ŞAŞAR KALIRIZ!

Pusetlerde seyahat eden ehli keyf bebeklerin gözlerine bakarız. Şakırdayan anahtarlıklara uçan adam görmüş gibi bakan çocukların ellerine. Ne müthiş şey bir insanın doğuvermesi, oluvermesi, büyüp konuşuvermesi... Onların bütün varlıklarıyla her şeye şaşmaları gibi şaşmak isteriz biz de. Bu yüzden öğrenmek isteriz hep. Bilgiyi iktidar aracı olarak kullanmadan, sırf zevkine öğrenmek isteriz, şaşırmak için. Yılan balıklarının Baltık denizinde yaşadıklarını, ama Küba kıyılarında yumurtladıklarını biliriz. Oradan oraya nasıl gittiklerine şaşarız. Eşyaları taşıdığımız oluklu mukavvanın nasıl yapıldığına bakar şaşarız. İnsanın ne acaip şey olduğunu düşünürüz biz oluklu mukavvaya bakarken. Damlada deryayı görmeye, deryada damlayı seçme çalışırız. Gemlik’te “Gemlik’e doğru denize göreceksin / Sakın şaşırma” dizelerinin belediye tarafından tabelaya yazıldığını görüp, şaşarız.

Şaşırmayı “çocukluk” sayanlar, bizden değildir.

BİZ, İYİYİZ!

Biz, küçükken iyiliğin ayırdedici bir özellik olmadığını sanırdık. Sonra öğrendik ki iyi kalmak hiç de o kadar kolay değilmiş, bir maharetmiş meğer. Biz, her an düşünerek, kendimizi denetleyerek iyi kalmaya çalışırız. Çünkü kötülük duman adamlarıyla şefkatle çağırır, vaad edicidir. Oysa biz üstteyken alttakinin halini biliriz. Hayatla namusluca boğuşmanın tek yöntemi vardır bizim için: Üste geçtik diye övünmez, alta geçtik diye yerinmeyiz. Çünkü en nihayetinde birinci gelmek için değil, koşmayı sevdiğimiz için yarıştayız. İddialıyız. Ama birinci olmak için kimsenin canını yakmayız. Çünkü saçma gelir bu bize. Birinin canı yakılacaksa, biz o yarışa... Katılmayıveririz. Biri birinci gelmek için can yakıyorsa yine şaşarız, güleriz, ağlamaklı oluruz.

BİZ, AZINLIKTAYIZ!

Bu azınlıkta olma hali bizi o kadar az ilgilendirir ki. Çünkü biz aklımızla, sözümüzle, işimizle büyük çoğunlukları -mesele buysa eğer- alt edeceğimizi biliriz. Hattâ bazen azınlıkta olmak hoşumuza gider. Çoğunlukların acımasızlığını, mankafalılığını, vahşiliğini ve ilkelliğini gördükçe doğru yerde olduğumuzu görürüz. Çünkü çoğunluklar kendileriyle dalga geçemez. Çünkü çoğunluklar, kendilerini aptallık düzeyinde ciddiye alır ve onaylar. Çünkü çoğunluklar, çoğunluk kalabilmek için düşünceyi ve heyecanı budarlar, bir şeye körlemesine inanmak zorunda kalırlar. Biz bunları yapmak zorunda kalmadığımız için seviniriz olsa olsa.

Biz azınlıktayız, iyiyiz, yeniliyoruz falan diye hayıflanmayız hiç. Çünkü insanlık tarihi böyle. Kimse sonsuza kadar yenik değil, kimsenin zaferi de baki değil. Kazanmak ya da kaybetmek yok. Olduğun, istediğin gibi durmak var. Bu yüzden biz, böyle bir biz olmak isteriz. Başka türlüsünü beğenmediğimiz için. Yoksa devrime falan inanmak gerekmiyor ya da herhangi bir zafere.

Acıklı mı oldu? Çok mu içeriden bir “biz”? Çok mu kapalı devre? Ya da dışarıdan da böyle mi görünüyoruz? Böyle olan kaç kişi tanıyoruz? Onların kaçıyla gündelik hayat içinde bir “biz” oluşturabildik? Ya da tersinden soralım. Bu tür bir bize dahil olanlardan kaçını düşman ilân ettik? Ama işte biz, böyleyiz.

Bu yüzden şimdi adı MHP olan inanılmaz saçma masallar toplamı için sarf ettiğim bütün sözler, “Bizim yapmamız gerekenler” diye söylediklerim, bu tür bir “biz”den söz ediyordu. Şimdi yarım kalan, zaten hiç tam anlatamadığımı sandığım bir bizden. Ama işte dedim ya, biz, bizi biliriz.