Ortadoğu'da Barış Labirenti

İsrail’de 17 Mayıs’ta yapılan seçimler, İşçi Partisi adayı Ehud Barak’ın zaferiyle sonuçlandı. Barak’ın zaferi, önümüzdeki dönemde Ortadoğu barış sürecindeki tıkanıklığın aşılmasını isteyenleri umutlandırdı. Benyamin Netanyahu’nun iktidardan düşmesi Batılı başkentlerde, Arap ülkelerinde ve tabiî en fazla da Filistin halkında genel bir memnuniyet havası esmesine neden oldu. Ancak, biraz yakından bakıldığında fanatik Yahudiler’in desteklediği Netanyahu hükümetinin devrilmesi ve İşçi Partisi’nin seçimden önde çıkmasının, otomatik olarak barış sürecinin önünü açacağı sonucunun çıkmadığı görülüyor. Ortadoğu semalarında uçan şahinlerin yerini güvercinlerin alıp almayacağını önümüzdeki günler gösterecek.

NE KADAR TOPRAK,

O KADAR BARIŞ

1948 yılında düşman bir ortamda bağımsızlığını ilân eden İsrail devleti, o günden bu yana Arap komşularına kendi varlığını kabul ettirme mücadelesi veriyor. İsrail’in bu konudaki en büyük kozu ise gelişkin teknolojiyle donatılmış silahlı güçleri ve işgâl altında tuttuğu Arap toprakları. İsrail, 1967 yılındaki 6 gün savaşları sonunda Mısır’dan Sina yarımadası ile Gazze Şeridi’ni, Suriye’den Golan tepelerini ve Ürdün’den Batı Şeria ile Doğu Kudüs’ü almıştı. İsrail daha sonra 1982’de Lübnan’da üslenmiş bulunan Filistin Kurtuluş Örgütü’nü etkisizleştirmek amacıyla bu ülkeye de saldırdı. Bu saldırı da İsrail güçlerinin zaferiyle sonuçlandı ve Beyrut’taki FKÖ güçleri 7 hafta boyunca süren İsrail bombardımanından sonra, Lübnan’dan ayrılmak zorunda kaldı. Daha sonra İsrail desteğindeki Hıristiyan milislerin Sabra ve Şatilla kamplarında gerçekleştirdikleri katliamlar ise, Filistin halkının belleğinde kalıcı izler bıraktı. İsrail, Lübnan’dan çekilirken kendi sınırlarına yakın olan bölgede bir güvenlik bölgesi oluşturmayı da ihmal etmedi.

Yıllarca Filistinli örgütlerin silahlı mücadelesine ve Arap ülkelerinden gelen tehditlere karşı Silâhlı kuvvetleri ve gizli servisleri aracılığıyla mücadele eden İsrail, bu konudaki gücünü rakiplerine önemli ölçüde kabul ettirmiş durumda. Ancak, askerî üstünlük İsrail’e güvenli ve kalıcı bir barış getirmedi. Bu noktada İsrail, elinde tuttuğu toprakların karşılığında, düşmanlarıyla barış masasına oturma politikasını başlattı. Amerika Birleşik Devletleri’nin de desteklediği bu politikanın ilk pratiği, 1978 yılında Mısır’la yapılan Camp David Antlaşmasıyla hayata geçirildi. Bu antlaşmayla, İsrail işgâl altında tuttuğu Sina yarımadasını Mısır’a geri vermeyi kabul ediyor, karşılığında da Mısır, diğer Arap ülkelerinin ve Filistinliler’in ihanet suçlamalarına rağmen İsrail’i resmen tanıyan ilk Arap ülkesi oluyordu. Antlaşmanın altında imzası bulunan Mısır devlet başkanı Enver Sedat, daha sonra bunun bedelini hayatıyla ödedi. Arap cephesinde önemli bir gedik açılmasına yol açan bu gelişme, İsrail’in daha sonra izleyeceği “barış” politikasının da ipuçlarını taşıyordu. Sonraki yıllarda, İsrail bir yandan güvenlik önlemlerini arttırmaya ve silahlı kuvvetlerini güçlendirmeye devam etti, bir yandan da “toprak karşılığı barış” politikasını Suriye ve FKÖ’ye karşı da gündeme getirdi.

OSLO’DAN SONRASI

Uzun pazarlıklardan ve çatışmalardan sonra bu politika meyvesini vermeye başladı. 1993 yılında Oslo’da Filistin ve İsrail heyetleri arasında gizli olarak başlayan pazarlıklar, Washington’da imzalanan tarihî antlaşmayla sonuçlandı. FKÖ lideri Yaser Arafat ile dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin’in imzasını taşıyan bu antlaşma, tarafların karşılıklı olarak birbirini tanımasını ve Filistin halkına FKÖ önderliğinde özerklik verilmesini öngörüyordu. Antlaşmaya göre, İsrail askerleri aşamalı olarak işgâl altındaki toprakların denetimini Filistin yönetimine devredecek, Kudüs’ün statüsü ve bağımsız Filistin devleti gibi sorunlar ise süreç içinde yapılacak görüşmelerle bir sonuca bağlanacaktı.

Antlaşma her iki taraftan da radikal kesimlerin şiddetli tepkisine yol açtı. Fanatik Yahudiler, Filistinliler’e yönelik saldırılara başlarken, Hamas da, peşpeşe düzenlediği intihar eylemleriyle barış sürecini sabote etmeye çalıştı.

İsrail’deki fanatik kesimlerin bütün itirazlarına ve ihanet suçlamalarına rağmen, İşçi Partili Başbakan İzak Rabin, Arap komşularıyla barışmaya yönelik girişimlerini sürdürdü. 1994 yılında Ürdün’le İsrail arasında imzalanan barış antlaşması, bu politikanın bir başka önemli başarısı oldu. Ancak, Rabin de, tıpkı Enver Sedat gibi barış antlaşmasının altına attığı imzanın bedelini ağır ödedi. Rabin, 1995 yılında barış karşıtı bir fanatik Yahudi’nin silahından çıkan kurşunlarla öldü. Rabin’in ölümü, Likud Partisi’nin lideri olan Benyamin Netanyahu’nun iktidarına ve barış sürecindeki tıkanıklığa giden yolu açtı. Barış antlaşmasına karşı çıkan Netanyahu, 1996 yılında yapılan seçimlerden zaferle çıktı. İsrailliler’e güvenlik vaadeden sertlik yanlısı Netanyahu’nun seçimi kazanmasında en önemli faktörlerden biri de, Hamas’ın peşpeşe gerçekleştirdiği intihar eylemleriydi. Seçim sonrasında, Likud Partisi önderliğinde, aşırı sağcı küçük partilerin de katıldığı bir koalisyon hükümeti kuruldu.

Benyamin Netanyahu başkanlığındaki hükümet, Suriye ile yapılan görüşmeleri askıya aldı, yeni yerleşim birimlerine izin vererek ve Oslo Antlaşması’nı sadece kâğıt üzerinde bırakarak Ortadoğu’da yeniden sert rüzgârların esmesine neden oldu. ABD’nin müdahaleleri sonucunda zaman zaman ilerlemeler sağlansa da, 1996-1999 yılları arasındaki üç yıl, barış süreci açısından verimsiz bir dönem olarak tarihe geçti. Son olarak Netanyahu’nun “toprak karşılığı güvenlik” olarak bilinen Wye Antlaşması’nı da askıya alması, Beyaz Saray’ın sabrını taşırdı ve Netanyahu istenmeyen adam ilân edildi. Netanyahu, aynı sıralarda İsrail parlamentosundaki aşırı dinci koalisyon ortakları tarafından ihanetle ve Araplar’a taviz vermekle suçlanıyordu. Bu suçlamalar, hükümetin yıkılmasını ve erken seçim kararı alınmasını da beraberinde getirdi.

İSRAİL’DE LAİK-DİNCİ

ÇATIŞMASI

Seçim sonuçlarının açıklanmasıyla birlikte şimdi bütün dikkatler, yeni başbakanın barış sürecini canlandırmak için atacağı adımlar üzerinde yoğunlaştı. Komşularıyla çok ciddi anlaşmazlıkları olan İsrail, barış pazarlıklarından maksimum kazançla çıkabilmek için, ulusal uzlaşmaya her zamankinden fazla ihtiyaç duyuyor. Bu nedenle Barak, mümkün olan en geniş kesimleri hükümetine katmayı istiyor. Fakat, kendi içinde ciddi düşmanlıklar barındıran bir toplumda bunun ne ölçüde ve ne kadar süreyle başarılabileceği çok tartışmalı. Öte yandan iç çatışmaların bölgedeki dengeleri de temelinden sarsma potansiyeli, bu farklılıkların dikkatle izlenmesini zorunlu kılıyor.

İsrail seçimlerinin bölge ülkeleri ve ilgili güçler açısından önemi Ortadoğu barış süreci üzerindeki muhtemel etkileriydi. Ancak ülke içindeki tartışma farklı eksenlerdeki görüş ayrılıkları tarafından şekillendi. Bunların başında ise hiç kuşkusuz laik-şeriatçı çatışması vardı.

Başbakanlık seçiminden ayrı olarak yapılan parlamento (Knesset) seçiminde partiler için konulan ülke barajının sadece yüzde 1.5 olması küçük grupların siyasî kararlar üzerindeki etkisini arttıran en önemli unsur. Sonuçta, 15 parti 120 üyeli Knesset’e girmeyi başardı. Partilerin çokluğu aslında İsrail toplumundaki parçalanmış yapının da yansıması oldu. Gazze Şeridi ile Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimcilerin kurduğu Ulusal Dinî Parti, varoluş nedeni sadece Golan tepelerinin Suriye’ye verilmemesi olan Üçüncü Yol Partisi, Rusya’dan gelen göçmenlerin kurduğu Yisrael Ba-Aliya veya İsrail’de yaşayan Arapların kurduğu Birleşik Arap Listesi gibi partilerin varlığı mozaiğin sadece bir parçasını oluşturuyor. Bu bölünmüşlüğün dışında militanlık ölçüsünde laikliği savunan veya bütün toplumsal hayata Yahudilik kurallarının egemen olmasını isteyen partiler de kavgalarını Knesset’te sürdürecek. Ayrıca Ortadoğu kökenli Sefardim Yahudiler’i ile Avrupa’dan gelen Eskenazi Yahudiler’i arasındaki bitmeyen kavga da kendisini hâlâ hissettiriyor. Bu bölünmüşlük, Eskenaziler’in ekonomik olarak daha iyi durumda bulunması nedeniyle zengin-yoksul ayrımını da içinde barındırıyor.

Bu mozaik, İsrail’in bundan sonraki mücadelesinin Araplar’a karşı değil kendi içinde olacağı yorumlarına yol açıyor. Aşırı dinci Şas partisinin büyük bir atılımla parlamentodaki milletvekili sayısını 10’dan 17’ye çıkarması bu endişeyi taşıyanların pek de haksız olmadığını gösteriyor. Merkez partileri olarak bilinen İşçi Partisi ile Likud’un oy kaybetmesine rağmen Şas’ın böyle bir atılım yapması, ülkedeki fanatik laiklerin de sert tepkisine neden oldu. Kaçınılmaz olarak çok partili bir koalisyon kuracak olan Barak, geniş tabanlı bir millî birlik hükümeti kurmak istediğini söyledi. Ancak, bir yanda İsrail’i din devleti olmaktan çıkartarak laikleştirmek isteyen partiler, diğer yanda mevcut uygulamaları da yeterli bulmayarak Yahudiliği toplumsal hayatta daha etkili kılmayı amaçlayan “şeriatçı” partiler arasında sıkışan Barak’ın bu konuda zorlanacağı açık. Laik partiler, daha ilk günden Şas partisinin içinde yer alacağı bir koalisyon hükümetine katılmayacaklarını açıkladılar.

BARIŞIN GELECEĞİ

Ehud Barak, seçim kampanyası sırasında Güney Lübnan’daki İsrail askerlerini bir yıl içinde çekeceğini açıklamıştı. Ancak Güney Lübnan’ın İsrail’in istediği şekilde güvenli bir hale gelmesi için bu ülkede büyük bir askerî ve siyasî gücü bulunan Suriye’nin devreye girmesi kaçınılmaz. Suriye ise, böyle bir adımı atmak için Golan tepelerinin kendisine geri verilmesini istiyor. Suriye ile görüşmeleri yeniden başlatmayı amaçlayan Barak, bu iki sorunla aynı anda uğraşmak zorunda kalacak. Güney Lübnan ve Golan tepelerindeki İsrail birliklerinin hangi şartlar altında çekileceği konularında Hafız Esad yönetimi ile Barak hükümeti arasındaki pazarlıkların çetin geçeceğini tahmin etmek hiç de güç değil. Adeta paranoya düzeyinde güvenlik kaygısı yaşayan sağ partilerin yeni hükümette ne kadar etkili olacağı, bu pazarlıklarda büyük bir önem taşıyacak.

Barak hükümeti, Filistin tarafıyla da zorlu bir süreçten geçecek. Daha önce 4 Mayıs’ta bağımsız Filistin Devleti’ni ilân edeceğini her fırsatta tekrarlayan Yaser Arafat, gelen uluslararası baskılar nedeniyle ve seçim öncesinde Netanyahu’ya koz vermemek için bu karardan vazgeçmişti. Şimdi bu konu yeniden gündeme gelecek. Aslında Barak, Netanyahu’dan farklı olarak Filistin devletine karşı çıkan bir anlayış taşımıyor. Görüşmeler, öncelikli olarak Filistin yönetimine devredilecek toprak miktarı, Yahudi yerleşimlerinin durumu ve İsrail’in güvenlik kaygıları gibi konularda yoğunlaşacak. Barak, seçim kampanyası sırasındaki konuşmalarında bu konularda Filistin tarafıyla antlaşmaya varabileceğinin sinyallerini vermişti. Ancak, bu Barak’ın otomatik olarak bahsedilen konularda Filistin tarafına taviz vereceği anlamını taşımıyor. Tam tersine, Barak, Filistinliler’e terk edeceği her “çakıltaşı” için maksimum tavizi koparma politikasını sürdürecek. Filistin-İsrail görüşmelerinde asıl kıyamet ise, bir türlü başlayamayan nihai statü konusunda kopacak. Barak da, kendinden önceki başbakanlar gibi, Kudüs’un İsrail’in bölünmez ve sonsuz başkenti olduğunu savunuyor. Resmî olarak hiç bir ülkenin tanımadığı bu “başkent” hakkında Filistinliler’in düşüncesi ise çok farklı. Filistin tarafı doğu Kudüs’ü gelecekteki devletlerinin başkenti olarak kabul ediyor. Kentin dinler açısından taşıdığı önem de dikkate alındığında her iki taraftaki köktendincilerin bu konuda hiçbir tavize yanaşmayacağı çok açık. Bu kavganın sonucunu ise kestirmek hiç kolay değil.