Her ulusun, sınıfın, etnik grubun, dinsel cemaatin ya da herhangi bir topluluğun kökenlerini, özgül kuruluş koşullarını, gelişim evrelerini, mücadelelerini kısacası tarih içindeki serüvenini anlatan bir hikâyesi/hikâyeleri vardır. O tarihin yazıldığı kaynaklar, nesnel, verifiye edilebilir olgulardan, oldukça öznel hikâyelere, tahrif edilmiş kayıtlara, mitlere kadar uzanan epeyce geniş bir yelpazeye yayılırlar. Topluluklar/gruplar birbirlerinden ne denli farklı olurlarsa olsunlar tarihleri ve hikâyeleri ortak bazı temalara sahiptir. Ancak her topluluğun/grubun geçmişi bariz bir biçimde eşsizdir ve onun kendine özgü kimliğini bütün ötekilerden farklılaştırması ve ayrıştırması için gerekli ve uygun olan çerçeveyi sağlar. O biricik grup/topluluk kimliğinin dayandığı oldukça külliyetli, bazen müphem ögeler bulunmasına karşın, bazı tayin edici ve özgül ögeler de grubun/topluluğun tarihi içindeki “paylaşılmış zaferler ve travmalarının” kuşaklar boyunca aktarımı, sürekli gündemde tutulması ve işlek kılınması yoluyla kendilerini ortaya koyar ve etkili olurlar. Söz konusu geçmiş olayların hikâyelerinin doğru, tutarlı, mantıklı olması o denli gerekli ve önemli değildir. Önemli olan ve grup için hayatiyet taşıyan, sözü edilen travmaların ve zaferlerin zihni temsillerinin (mental representation) grubun bütün üyelerince paylaşılmasıdır. O zihni temsiller onların kollektif kimliklerini tanımlamalarını kolaylaştıran, bir “biz oluş” halini ve duygusunu pekiştiren, grubun varlığına, değerlerine ve hassasiyetlerine yönelik tehditlerin ortaya çıktığı zor zamanlarda grubun biraradalığını ve bağlarını destekleyen bir işlev üstlenirler.
Bütün grupların/toplulukların tarihinde çeşitli törenler ve ritüeller aracılığıyla hatırladıkları, grubun üyeleri arasındaki başarı ve zafer duygusuna ve o başarı ve zafere ilişkin paylaşılmış zihinsel temsillere yol açan olaylar vardır. Söz konusu bu “seçilmiş zaferler” kuşaktan kuşağa aktarıldıkça hiç de seyrek olmayan biçimlerde bir efsane karakteri edinebilirler. O aktarımın biçimleri millî eğitim ideolojisi yoluyla okulda, ailede, dinsel kurumlarda -devletin ideolojik aygıtları içinde-, onların kendilerine özgü pratikleri, söylemleri ve törenleri içinde mümkün olur ve gerçekleşir. Seçilmiş zaferlerin sonraki kuşaklar açısından, onların benlik-değerlerini arttırıcı ve gruba/topluluğa entegrasyonlarını kolaylaştırıcı bir rolü vardır. Yetişkinler açısından da, o zaferlerin zihinsel temsillerini sonraki kuşaklarla-çocuklarıyla paylaşmanın -handiyse libidinal terimlerle ifade edilmesi gereken- haz verici bir işlevi olduğunu eklemeli. Seçilmiş zaferlerin diğer yüzü “seçilmiş travmalardır” (seçilmiş örselenmeler: chosen trauma): Örseleyici olayın, yani grubun/topluluğun kayıplara uğradığı, kendisini çaresiz hissettiği, başka bir grup/topluluk tarafından mağdur/kurban edildiği ve o aşağılayıcı/narsisistik zedelenmeyi paylaştığı bir olayın zihinsel temsillerine işaret eder. Söz konusu seçilmiş travma; travmatik olay yaşandıktan sonra, değişik nedenlerle kayıplarının/incinmelerinin yasını tutamamış/yas tutma şansını ve imkânını bulamamış olma haline bağlıdır. Aynı travma ve onun zihinsel temsilleri, grubun/topluluğun o narsisistik zedelenmeyi, aşağılanmayı, utancı, umutsuzluk ve karamsarlığı bütün etkileriyle tersine çevirememiş olmasına parmak basar. Grubun bütün bireyleri, yaşanan o trajedinin zihinsel temsillerini paylaşır.
Seçilmiş zaferler gibi seçilmiş bir travma da grubun üyelerini birbirine bağlar ve süreç içinde mitik bir çehreye büründürülebilir. Fakat seçilmiş travmadan farklı bir şekilde, paylaşılması doğal olarak hazza yol açmaz ve travmanın zihinsel temsilleri yeni kuşakların gelişen benlik temsillerinin kurucu ögesi olacak biçimde onlara aktarılır/geçirilir: Sanki söz konusu kayıpların yasını onlar tutmalı ve aşağılanmayı/narsisistik zedelenmeyi ortadan kaldırmalı, tamir etmelidirler. Bir tür bilinçdışı bir düzenekle verili olan o görevin yerine getirilmesiyle ilgili olduğundan seçilmiş travmalar grup/topluluk kimliğini seçilmiş zaferlere göre daha yaygın ve etkili biçimde belirler.
Seçilmiş travmanın bir diğer özelliği, zamanın deyim yerindeyse kapanmasıdır. Grup endişe, tedirginlik yüklü dönemlerde seçilmiş bir travmayı hatırladığında, tehdit altında olduğunu düşündüğünde şimdi ile geçmiş arasındaki sınır kolayca ortadan kalkabilir. Mevcut koşullar ve olgular geçmiştekilerle harmanlanır ve travmanın zihinsel temsilleri sanki olay daha dün yaşanmış gibi aynı canlılık ve acılığı yeniden kazanırlar.*
Başka bir açıdan yeniden bakarak sorarsak: Neden geçmiş? Kişisel düzeyde şu: Freud’a göre mental hastalığı olan, geçmişinin belirgin bir biçimde rahatsız edici bazı parçalarını sürekli olarak tekrar etmeye kendini tutsak etmiş, o tekrara kilitlenmiştir. Aynı biçimde burada söz konusu olan emosyonel gücü anlamaya çalışmak bahsinde gönülsüz/isteksiz ya da yeteneksiz olan kişidir. Ya da şöyle: Evet, ızdıraba yol açan nevrotiğin geçmişidir. Fakat hastalık yapıcı (pathogenic) dinamik o geçmişin artık hatırlanmıyor olması değildir, niçin unutulduğudur. Ortada duran şey, nevrotiğin ne yaptığını ya da ona ne olduğunu hatırlamaması değil, niçin bunu arzuladığı veya niçin buna inandığıdır. Şunları da eklemeliyiz: Nevrotik için önemli olan, söz konusu arzu veya inancın niçin böylesine önemli olduğunu anlamaktır. Zira o önemi ve emosyonel yüklülüğü nedeniyle bastırılması gerekmiştir. Başka bir söyleyişle bu oldukça şiddetli, neredeyse paralize edici emosyonel güçle donatılmıştır.
Hem kollektif hem de bireysel olarak, zaman zaman ele geçirebildiğimiz ve anlayabildiğimiz bir geçmişin tutsaklarıyız. Kollektif olarak, insanlık tarihinin çoğu kısmı psikanalitik/politik bir vaka taslağı gibi okunabilir. Kollektif tarihlerimiz de bireysel hayatlarımızdaki gerçekliği çarpıtma biçimlerimize benzeş bir özellikle malûldür. Nevrotik bir tarzda, gerçekliğin bir parçasını bir tür kaçış yoluyla ihmal edebilir/atlayabilir, psikotik bir tarzda da gerçekliği yeniden kurgulayabilir, yeni bir gerçeklik düzlemi oluşturabiliriz (Hayatlarımız biraz da bu değil midir: içimizdeki nevrotik ve psikotikle süregiden karşılaşmaların, yüzleşmelerin öyleyse keşiflerin ve kırılmaların ve yeniden başlangıçların toplamı ve hülasası.) Nevrotik gerçekliği inkâr etmez, ihmal eder, psikotik ise gerçekliği reddederek, onu başka bir şeyle ikâme etmeye çalışır. Bariz psikotik semptomlar olarak bilinen varsanılar ve hezeyanlar tam da o çabanın içinde ve sonucunda oluşur, o çabayı temsil ederler. Kollektif olarak da, gerçeklikle hem temasımızı yitirebilir, hem de gerçekliğin yerine öyküleri, fantazileri, efsaneleri ikâme edebiliriz.
Kendini anlamanın (self-understanding) özgürleştirici gücünün en güçlü kanıtı psikanalizdir. Bu konuda bir hayli tartışma yürütülüyor olsa da kabaca denebilir ki, psikanalizde geçmiş, gelecek açısından taşıdığı anlam ve önemde bir değişiklik olacak biçimde yeniden hatırlanır. Kollektif olarak da; bastırılmış geçmişin duygu ve fantezilerine, olgularına yeniden ulaşmak geleceği hastalıklı bir suçluluğun, utancın, bütün enerjimizi ve yaratıcılığımızı emen karamsarlık ve umutsuzluğun musallatından özgürleştirmenin ve geleceği o biçimiyle inşâ etmenin asgari koşuludur.
O zaman asıl şunları sormalıyız: Öncesi ve sonrasıyla 1980’de ne oldu? Yoksa Rahşan Ecevit’ in MHP ile ilgili yaptığı çıkıştan sonra Süleyman Demirel’in buyurduğu gibi “geçmişin hesabı görülmüş” müdür? Yaptığımız ve esasında önemli her şeyi örtmemize yarayan birlik/beraberlik tartışmaları bize yetmiş midir? Nafile midir? Ama eğer öyleyse, kendimizle ilgisi bulunmayan başka her şeyi -haklı olarak- unutmama, unutturmama gayretimiz ne ola ki? ’80’lere ilişkin adamakıllı bir edebiyatın eksik oluşunu bu çerçeveye yerleştiremez miyiz örneğin. ’80’ler ve ’90’lar boyunca bir türlü adı konulmayan ve anlamadığımız -zedelenmişlik/incinmişlik halinin yol açtığı- hoşnutsuzluk, karamsarlık daha sonrakilere sirayet ederek bir tür boşvermişliği ve umursamazlığı mı beslemiştir? Biz “aşkın ve devrimin” mi yoksa “ezilenlerin, yoksulların, adalet ve özgürlük isteyenlerin” mi partisiyiz. Kendine mahsus retorikleri, üslûpları, sloganlarıyla bu iki anlam ve beklenti dünyasının ÖDP de yer yer birbirlerinin arzusunu dışlayabilen iki gövdeyi beslediğini ve ikincisinin alçakgönüllülüğü, gösterişten uzak oluşu, sessizliği, sahiciliği karşısında o “aşk ve devrim” gövdesinin gösterişçiliğinin, çarpıcı olma gayretinin, hafifliğinin, yer yer rüküşlüğünün bir tür şöhret hevesine tercüman olduğunu söyleyemez miyiz? Şöhretimizi uygun yerlerde, uygun biçimler içinde sadece bulunarak (medyayı kastediyorum) arttırabiliriz örneğin. Ya da o şöhret hevesi/ fark edilme, görünme arzusu, teşhircilik bir beklenti tarafından motive ediliyordur: Kendimizi görünür kılarsak, kitlelerin uğradığımız bütün zararları, çektiğimiz çileyi, mağduriyetimizi bir punduna getirip telafi edecekleri beklentisince.
Tam da şimdi, faşist hareketi, faşist zihniyet dünyasını, bazı bakımlardan reaksiyoner bir modernleşmecilik olan faşizmi anlamaya da ihtiyacımız varken birden ’80 öncesinin sloganlarına, üslûbuna, analizlerine dönüvermemiz nedendir? Hayatlarımız değişik musibetlere karşı “tayin edilmiş” mücadele zamanlarından mı ibarettir? Özgürlükçü, çoğulcu demokratik bir toplumun kurucu iradesi olmak ne demektir? Ya da şu: Eğer kollektif geçmişimize/geçmişe sıkışıp kalmamak da varsa, asıl olan buysa, o ana değin zulmedilmiş, sömürülmüş, kötürüm bırakılmış kitleler kendi kaderlerinin kontrolünü ellerine aldıklarında, işte asıl o zaman ne olur? Umutlarımız, korkularımız, endişelerimiz, arzularımız geçmiş deneyimlerimizden köken alan, oradan öğrendiğimiz örüntülere işaret ediyorsa, radikal bir toplumsal ve politik değişim tasarısı, mevcut kişisel beklenti ve ilişkileri de dönüştürme iddiası ve mecburiyeti nedeniyle kaçınılmaz bir biçimde -tıpkı bireysel ve kurumsal değişikliklerde olduğu gibi- bir korku ve anksiyeteye yol açar mı? Eğer açarsa, o değişimin daha az anksiyeteye yol açacak biçimlerini de eşzamanlı olarak düşünmemiz gerekmez mi? Bu yüzden, bütün bireylerin ve grupların söz konusu değişimlerin tartışıldığı bütün politik-pratik süreçlere katılımları ve kendilerini bu hususta özgür hissetmeleri asıl değil midir? Ama bütün bu soruları hızla geriye iterek her vesileyle ’80’in öncesine çekilme/dönme tekrarları hangi ihtiyacımızdan köken alıyor ki? Nedir bizi habire içimizde metabolize edilmemiş yabancı bir cisim gibi ’80 öncesine çağırıp duran. Kafamız bozulduğunda, paniğe kapıldığımızda referanslarımızı oradan toplamamız. Köken, şanlı geçmiş müraacatlarımız. Sahi ne olduydu 1975-80 arasında, lanet olası ’80’lerde. Bize ne olduydu...
(*) Bu yazı biraz da sevgili Sezai Sarıoğlu ile yaptığımız bir sohbet -ne demek... bol şiirli tabiî ki.- sayesinde mümkün oldu.
(*) Yukarıdaki bölüm için bkz: Volkan V. D. (1991). “On chosen trauma”, Mind and Human Interaction, 4:3-19 ve Edwards B. (1998). “History, myth, and mind”, Mind and Human Interaction 9:1-4.