Seçim sonuçlarının milliyetçiliğin zaferi olduğunda her kesim anlaşılıyor galiba. Kimisi sevinçle karışık bir şaşkınlıkla, kimisi ürküntüyle, kimi de hayal kırıklığıyla. Bu manzara, seçimin bütün sonuçlarıyla değerlendirilmesini güçleştiriyor. Yeni oluşan Meclis, milliyetçileri kadar kadın milletvekillerinin sayısıyla da dikkat çekici görünüyor. 1935 seçimlerinden beri kadınlar ilk kez bu kadar yüksek oranda temsil ediliyorlar: Meclis’in % 4.3’ü.
Birkaç seçimdir bütün partilerin kadınlara yönelik bir şeyler söylemeye çalıştığını, buna özen gösterdiğini izliyorduk (bir “söz kurma” demeye dilim varmıyor, siyaset “söz”lerle değil, olsa olsa “jest”lerle yapılır oldu sanki). Bu seçimlerden önce de kadın seçmene yönelik propaganda bol bol yapıldı, bunun yanısıra, partilerin birbirlerine göre konumlanışlarının belirginleştiği hat, kadınlara ilişkin söylenenler oldu. Hani epeydir söylenip duruyor ya, partiler artık siyaset yapmıyor, partilerin bir kimliği yok diye, işte olmayan bu kimliğin deklare edildiği yer, partili kadınların bedenleri haline geldi. “Çağdaş” bir parti mi yoksa “milli değerlere saygılı” mı?.. Millî değerlere saygılı da, bakalım “devlete meydan okuyor” mu? (Siyasal hayatımızın bu kodlarını çözümlemek bile yeterince ilginç bir iş olurdu.)
Peki, kadınların bu görece yüksek temsili onların her zamanki işlerinden olan bu “biz”in sınırlarını çizme, aidiyet kurma işinin yanısıra kendileri (yani “kadın milleti”) için de hayırlı bir sonuç verecek mi? Böyle olması için hiçbir sebep yok. Her şeyden önce kadınları simgeleştiren, böylece araçsallaştıran siyaset engel oluşturuyor bunun önünde. Seçilen bu kadınların hiçbirinin kendini kadınlara karşı sorumlu hissettiğine ilişkin bir işaret yok (zaten neden olsun ki, aday listelerini parti yönetimleri yapıyor). Bu kadınların hiçbiri kendi partilerinden (ya da başka partilerden, ya da partisiz) başka kadınlarla dayanışarak, bir hesap verme/hesap sorma ilişkisi içinde değiller. Kadınları bırakın, seçilen kadınların pek çoğu, kendi parti örgütleriyle bile herhangi bir ilişki içinde değiller- genel başkanlarının/parti yönetimlerinin himmetiyle oradalar. Bu size bir şey hatırlatmıyor mu?
İşte yine bir “yeniden yapılanma” dönemi (isterseniz buna sistem krizi de diyebilirsiniz) ve yine sahnede kadınlar. Siyasetin hayatiyet kazandığı, gerçek tarafların ortaya çıktığı tek gündem konusu olan türban meselesine biraz yakından bakmak yeter (Kürt meselesi artık/uzun süredir siyasetin konusu değil, korkarım). Mesele kadınları yakından ilgilendiriyor, tarafların en ateşli sözcüleri kadınlar, kurbanlar ve cellatlar da onlar gibi görünüyor.
Ama seyrettiğimiz bir trajedi değil, bir fars. Hepimiz için trajik sonuçları olsa bile, Merve Kavakçı’yla Nazlı Ilıcak’ın Meclis’teki hallerini ve Merve Kavakçı’ya yemin ettirmemek için alkışlarla tempo tutan DSP’li milletvekillerini, özellikle de kadın milletvekillerini hatırlayın. Kurbanlar kurban değil, cellatlar da cellat. Ama siyasetin böyle bir sembol üzerinden yapılıyor oluşunun, tarafların böyle bir sembole göre oluşmasının ciddi ve gerçek sonuçları var. Türkiye için, Türkiye siyaseti için, Türkiyeli kadınlar için. Sözlerin bitip jestlerin başladığı nokta, hiçbir zaman tekin olmamıştır.
Bu arada varoluş nedeni Meclis’te kadın temsilini artırmak olan Ka-Der’in seçim sonrası tablo karşısında ne dediğini merak ediyor insan. Ne de olsa esas olarak merkez sağ ve merkez sol partilerin kadınlarını desteklemek üzere konum almışlardı (bütün o “çağdaş”lık, “ırkçılığa ve gericiliğe karşı olma” lafları filan), şimdi “siyasal yelpaze”nin yeni durumunda nasıl bir yol izleyecekler acaba? Gerçi Şirin Tekeli’nin Pazartesi’nde yayınlanan açıklamasına bakılırsa herhangi bir strateji değişikliğine ihtiyaç duymadıkları anlaşılıyor; sonuçları “Türkiye şartlarında kötü değil” diye değerlendirdiklerine göre...