Birikim’in 119. sayısında, Gün Zileli’nin “21. Yüzyıl Reformizmi mi?” başlıklı bir yazısı yayımlandı. 21. Yüzyıl Anarşizmi adlı çalışma[1] ile ilgili bir yazı
Sözü edilen çalışma, on iki anarşistin makalelerinin derlenmesiyle oluşturulmuş. Giriş bölümünde, “bu kitap, insanların ezici güç ilişkilerini yıkmak, kendi kişilerarası ve daha geniş ilişkilerini geliştirmek için yaşamlarının denetimini ellerine aldıkları etkin ve güçlü yolları göstermeye ve anlamaya çalışır” denildikten sonra, “modern anarşizmin büyük bir onarımdan geçmesi gerektiği” ileri sürülerek, Judy Greenway’in yazısından bir alıntı yapılmış; “Anarşizm bir kuram ya da bir yanıtlar kümesi yerine bir yaklaşım, bir eleştiri, güç ilişkileri hakkında sorulması gereken bir sorunlar kümesi olarak görülebilirse, o zaman dünün bir kenara bırakılan ideolojilerinin kaderinden kurtulabilir.”[1] Giriş bölümünde bu satırlar, 21. Yüzyıl Anarşizmi’nin amacını ve kapsamını açıklıkla belirtiyor.
Şimdi Gün Zileli’nin yazısına dönelim: “Yazar, ‘bu katılımcı ve merkezsizleşme yanlısı yaklaşım(ın), yüzyıldır tam da böyle bir perspektiften devletin gücünün artmasına eleştiri getirmiş olan anarşistlere en çok hitap eden’ alternatif olduğu sonucuna varıyor.” Oysa, alıntının yapıldığı Steve Milett’in yazısındaki bu tespit, sözü edilen eğilimi olumlayan bir son cümle değil. Millett, yazısında bu eğilimi tartışıyor ve tartışmayı şu cümleyle bağlıyor: “Yani anarşistler için katılım ve merkezsizleşme düşünceleri, ne kadar geçerli ya da önemli olsa da, kendi başına yeterli değildir; daha çok, devlete karşı alternatifleri açıklamada kilit unsurdur.”[3] Bu, sadece bir örnek. Gün Zileli, kitaptaki makalelerin beşinden yaptığı eksik aktarımlarla, yazısının başlığındaki yargıyı pekiştirmeye çalışıyor: 21. Yüzyıl anarşizmi diye sunulan şey, “21. Yüzyıl reformizmi”dir.
Anarşist düşünce ve hareket, içerisinde, değişik, insanlar tarafından farklı biçimlerde adlandırılabilen birçok eğilimi barındırıyor. Ama ben, “reformist” sıfatının yakıştırılabileceği bir eğilimin, öncelikle kendisi tarafından anarşist olarak tanımlanmayacağı kanısındayım. Anarşizm başlığı altında bireyci, kollektivist, komünist, pasifist, şiddet yanlısı, anti-militarist, eşcinsel, feminist, ekolojist vurgularıyla ayırt edilebilen birçok eğilimin bulunması, kişisel olarak bunların çoğunu reddetseniz de anlaşılır bir şeydir. Ama bu başlık altında, “reformist” bir eğilime yer olmadığını düşünüyorum. “Reformizm”le, toplumsal yapının değiştirilmesi yerine ıslah edilmesi kastediliyorsa; her türlü iktidarı, tahakkümün bütün biçimlerini, otoriter ve hiyerarşik yapıları bütünüyle ortadan kaldırmayı içkin olarak hedefleyen bir düşüncenin ve o düşünceyi savunan herhangi bir eğilimin bu kavramla ilişkilendirilmesi mümkün değildir. Kaldı ki, bu kitabın yazarlarının birçoğunun şu ya da bu görüşüne katılmayabilirsiniz; kimilerini bütünüyle reddedip, kimi yaklaşımlara cepheden saldırabilirsiniz; ama, “insanların ezici güç ilişkilerini yıkmak, kendi ilişkilerini geliştirmek için yaşamlarının denetimini ellerine aldıkları etkin ve güçlü yolları göstermeye ve anlamaya çalıştıklarını” söyleyen on iki insanın, hayatımızın çeşitli alanlarına dair söyledikleri şeylerden seçip üstüste ekleyerek, önce toplayıp sonra indirgeyerek “reformizm” tespiti yapmanın, bence sağduyu ve insaf ölçüleriyle bağdaşır bir yanı yok.
Gün Zileli’nin yazısında hiçbir anlam veremediğim diğer bir husus, Murray Bookchin’in, “sınıf mücadelesi anarşizminin bugünkü sözcüsü” olarak nitelendirilmesi. Bu noktada, Bookchin’in yazılarından bazı alıntılar yapmak istiyorum:
“Burada, bir bütün olarak sosyazilmin içinde var olan temel bir çatlağa geliyoruz: Bir sınıf analizinin sınırları, sınıf ve mülkiyet ilişkilerine dayalı bir teorinin tarihi ve modern bunalımı açıklama yetisi. İnsan, insanı sömürmeye başlamadan önce, erkek kadına hakim olmaya başladı; hattâ, yaşlılar gençlere hakim olmaya başlamıştı. İnsanın insan üzerindeki iktidarı, sınıfların oluşumu ve ekonomik toplumsal baskı tarzının çok öncesine uzanır. Modern devrimci projeyi anlamada çok daha önemli olan hiyerarşi ve tahakküm, sınıf yönetimi ve ekonomik sömürü başlıkları altında incelenemez.”[4]
“Marx’ın eserleri, devlet kapitalizminin en incelikli ideolojisi olmakla kalmaz; devrimci özgürlük kavrayışının önünü tıkar. Toplumsal konulara ilişkin algımızı öyle bir değiştirir ki; toplumsal ilişkilerde, ailede, toplulukta, eğitimde ve devrimci bir duyarlık ve etiğe destek olmada, devrimci projeyi anlamlı bir biçimde saptayamaz hale geliriz. Bu girişimin her noktasında, çok temel bir öncelik iddiasında bulunan, böylelikle ta başından girişimi geçersiz kılan ekonomik kategoriler tarafından engelleniriz.”[5]
“Devrimci bir projenin geliştirilmesine, ta başından Marksçı kategorileri bir yana bırakarak, ilk gününden itibaren hiyerarşik toplumun yarattığı daha temel kategoriler üzerine eğilmekle, özellikle de ekonomik kategorileri uygun bir bağlama yerleştirmekle başlanmalıdır. Artık ortadan kaldırmak istediğimiz, yalnızca kapitalizm değildir; bugünün dünyasında hayat bulan, daha eski ve daha arkaik bir dünyadır; yani, insanın insana tahakkümü ve genelde hiyerarşinin gerekçeleri.”[6]
“Marx, hiyerarşik ilişkileri derinlemesine irdelemek yerine, sınıf ilişkilerini “toplumsal sorun”la özdeşleştirerek, bu tarihsel kaçamağın kurbanı olmaktan kurtulamadı. Marksizm, kapitalizmin par excellence ideolojisi olabilir; çünkü, yönelttiği eleştirinin temel özelliği, kapitalizmi ayakta tutan temel kültürel duyarlılıklara meydan okumadan kapitalist üretimde odaklanmasıdır. Devrimci proje, hiyerarşi ve tahakküm sorunlarını kavrayamadığı, hiyerarşik bir duyarlılığın yerine ekolojik bir duyarlılığı koyamadığı takdirde eksik kalacaktır.”[7]
“Modern radikalizmin geleneksel merkezi olan işçi hareketleri artık ölmüştür. ‘70’lerde boy gösteren ekoloji, feminizm ve topluluk hareketleri, sosyalizmin ardında bıraktığı sessizliği bir bıçak gibi yarmıştır; hayat dolu ve isyankârdır, zengin vaatler taşımaktadır.”[8]
“Hiyerarşik yapılar toplumsal ve kişiler yaşamın en mahrem alanlarına sızmış olsalar da, ortaya çıkarttıkları sınıflar-üstü sorunlar hiçbir yerde sosyalist hareketin ve işçi hareketlerinin sınırlı yörüngesine girmez.”[9]
Artık sorabiliriz: Gün Zileli, bu satırların yazarının “sınıf mücadelesi anarşizminin bugünkü sözcüsü olduğu”nu nereden çıkarmaktadır?
Gün Zileli devam ediyor: “Böylesi büyük bir tüketici bilincine sahip ve muhtemelen vejetaryen olan yazarlarımız (...) gönül huzuruyla oturdukları hayvan eti olmayan sofralarındaki salatalıkların aslında insan eti ihtiva ettiğini düşünmeyeceklerdir bile.” On iki insanın duyarlılığı, ‘tüketici bilincine sahip olma’ haline indirgeniyor; bu insanların toplumun birden “muhtemelen” vejetaryen oldukları kehanetinde bulunuluyor; yine bu insanların hepsinin de sofralarında salatalık yedikleri hayal ediliyor ve yedikleri salatalığın ne tür sömürü ilişkileri içerisinde üretildiğini “muhtemelen” fark etmemiş ahmak vejetaryen muamelesine tâbi tutuluyorlar. Bu kitapta, yazarların “bilinçli, sistem içi tüketici dernekleri”ne üye vejetaryenler olduklarına, vejetaryenliği hayvan üretimindeki sömürü ilişkileriyle ilişkilendirdiklerine, salatalığı çok sevdiklerine ve salatalığın da bu sistemin ilişkileri dahilinde üretilip pazarlandığından bihaber olduklarına dair tek bir satır olmadığı halde... Sonuçta, anarşizmin, “radikal doğrudan eylem”den “kültür”e uzanan geniş bir yelpaze ile ilişkilerini tartışan bir dizi argüman, bir salatalık demagojisine çekiliyor.
Gün Zileli, sözü edilen kitapta Gustav Landauer’den yapılan alıntıyı zikrediyor: “Devlet bir devrimle yıkılabilecek bir şey değil, bir koşul, insanlar arasındaki belirli bir ilişkidir; devleti başka ilişkiler kurarak, birbirimize farklı davranarak yıkabiliriz.” Bu yaklaşımın “kitabın yazarlarının anlayışlarına tamamen uygun olduğu”na karar verdikten sonra, şunları ekliyor: “Sakın bu ‘günlük ilişkiler devrimi’ nosyonu da bir başka tür reformizm olmasın? (...) Bugünden yapılabilecek şeyler sınırlıdır ve bunlarla devletin yıkılabileceğini ileri sürmek, bir öncü partinin gelecekte büyük toplumsal dönüşümleri gerçekleştireceği fikri kadar hatalıdır. (...) Ne kadar iyi niyetli iradi çabalar gösterirseniz gösterin, sonuçta bu sistemin egemen ilişkileri, sizin kurduğunuz yapıları ya da ilişkileri bozacak, çarpıtacak ve yozlaştıracaktır.” Sonra, “bu tür girişimlere, bu sistemin içinde küçük bazı direnme yolları olarak bakmak yerine, devrimin alternatifi olarak umut bağlamanın” sakıncalarından söz açarak, bunun, ayrıca, “kapitalizm yıkıldığı zaman ekonomik ilişkileri devralacak ekonomik kuruluşları şimdiden hazırlama fikri gibi göründüğünü” söylüyor. Ve ekliyor: “Kanımca, kapitalizm kendi iç çelişkileriyle yıkılacaktır. Gelecek toplumun ilişkileri de, bu yıkımın yolaçtığı kaos ortamında, o somut koşullarda kurulacak, kurulmak zorunda kalacaktır.” Gün Zileli’ye göre, “bu sistemin içinde gelecek toplumun kurumlarını yaratmak mümkün değildir ve dramatik bir reformculuğa işaret eder. Son tahlilde, sermaye ve kültürün bütün olanakları egemen sınıfın elindedir. (...) ‘Küçük hayat devrimleri’, kapitalizme teslim olmamanın sembolleri olarak yararlıdır ve devrimci bir işlev görürler. Ama, kapitalist meta ilişkilerini toptan ilga edecek büyük devrimin alternatifi olarak sunulmadıkları sürece.”
“Gelecekte büyük toplumsal dönüşümleri gerçekleştirecek bir öncü parti fikri hatalıdır”; “günlük ilişkiler devrimi” gibi “bugünden yapılabilecek şeyler” ise “sınırlı”. Geriye ne mi kalıyor? Gün Zileli’nin ‘doğru’su şu: “Kapitalizm kendi iç çelişkileriyle yıkılacaktır. Gelecek toplumun ilişkileri de, bu yıkımın yolaçtığı kaos ortamında, o somut koşullarda kurulacak, kurulmak zorunda kalacaktır.” Eğer böyleyse, çok iyi; boşuna kendimizi paralayıp durmayalım. Madem iş olacağına varacak, ‘yorulan ahmak’ durumuna düşmenin alemi yok, bekleyelim. Birçoğumuz kişisel olarak hatırı sayılır bir donanıma, vasatın üzerinde niteliklere sahibiz. O günü beklerken sistemin orta yerinde ‘iyi’ birer iş edinir; tüketim toplumunun rezil nimetlerinden yararlanma ile ilgili sorunlarımızı da çözümleyebilirsek, konformizmle uzlaşıp ferah fağfur yaşar gideriz.
Geçenlerde, kaynağa meçhul bir “terör” eylemi sırasında, yoldan geçmekte olan 14 yaşındaki kızını kaybeden bir baba, cenaze töreninde bir televizyon kanalının kendisine uzattığı mikrofona konuşuyordu: “Elhamdülillah, şehit babasıyım.” Burada ve her yerde, elhamdülillah, ‘Allah’a şükürler olsun ki’ anlamına geliyor. Sadece bu örnek, yeterince irkiltici değil mi? Evlat acısını orta yerinde bile, muktedirlerin ağzını kullanarak teselli arayan bir baba. İdeolojik kuşatılmışlığın dramatik bir tezahürü. Binlerce yıldır insan psişesine derinden nüfuz etmiş olan tahakküm geleneğinin sonuçlarıyla, gündelik hayatımızın içerisinde çepeçevre sarılmış durumdayız. Bütün toplumsal ilişkileri alıcı-satıcı eksenine oturtmuş olan sistem, olanca azgınlığıyla insan ruhunu iğdiş etmekle meşgul. Mesele, sadece “kapitalist meta ilişkilerinin toptan ilgası” mıdır? Bunca zamanı bekleyerek geçirdikten sonra, o “kaos” gününde, insanlığı -ve kendimizi- içerisinde bulacağımız durumu şöyle bir hayal etmek tüylerinizi ürpertmiyor mu?
Sizin oralardaki toplumsal manzarayı bilmiyorum. Ama burada, ekonomik ve siyasal tahakkümün yanısıra, insanları ekran başında kuyruğa dizip yalvarta alçalta ‘dünya nimetleri’nden faydalandıran bir yığın Mehmet Ali Erbil, dünyaları yatak odalarına kadar metalaştırılmış insanların cinsel zaaflarının ticareti ile iştigal eden bir o kadar Hande Ataizi, onları birbirine kırdırarak ‘reyting’ yapan bir dolu Savaş Ay ve bütün bunlarla hoşça vakit geçirebilen bir insan kalabalığı var.
İktidarın ideolojik, siyasal ve ekonomik nüfuzunu her düzlemde daraltmak, bu vahşi yayılmanın önünü alabilmek gerektiğini; arkadaşlıklardan aile içi ilişkilere ve kamusal alana kadar, alternatif oluşumları bugünden geliştirmenin zorunluluğunu hissetmiyor musunuz? “Bugün yapılabilecek olan şeylerin sınırlı olması”, onların yapılmamalarını mı gerektirir? İktidarın nüfuzunu daraltma çabaları ve aranışları, “küçük hayat devrimleri” kavramına, “kapitalizme teslim olmamanın sembolleri olarak yararlı şeyler” kategorisine indirgenebilir mi? Kapitalizmin sözümona “kendi kendine yıkılacağı o kaos günü”ne kadar kayıtsız kalınmasını, davranış planında teslimiyeti mi öneriyorsunuz? Davranış planındaki teslimiyet, insanı düşünce ve ruh planında da belirlemez mi? İktidarın her düzlemde kesif bir kuşatmayla derinleştirerek ilerlettiği nüfuzunu daraltmak için, her alanda alternatif ilişkileri ve oluşumları bugünden devreye sokma aranışında olmazsak, kendimizi ve ideallerimizi daha ne kadar koruyabiliriz? “Gelecek toplumun ilişkileri” dediğiniz şey, “kaos” gününde, kendiliğinden enkazın altında mı çıkacak? Hangi toplumsal koşullarda, ne tür bir rezilliğin ortasında yaşıyor olursak olalım, özlemini çektiğimiz hayatın, bireyin ve toplumsal ilişkilerin hiç olmazsa nüvesini yanıbaşımızda bulup ortaya çıkarmak, harekete geçirmek ve iyiden iyiye ahlâksız bir sistemin karşısına gururla dikmek büsbütün imkânsız bir şey midir?
[1] 21. Yüzyıl Anarşizmi, Der.: Jon Purkis ve James Bowen, Ayrıntı Yayınları, 1998.
[2] A.g.e., s.13, 14.
[3] A.g.e., s.56.
[4] Ekolojik Bir Topluma Doğru, Murray Bookchin, Ayrıntı Yayınları, 1996, s.200.
[5] A.g.e., s.201.
[6] A.g.e., s.202.
[7] A.g.e., s.36.
[8] A.g.e., s.20.
[9] A.g.e., s.22.
GÖKHAN AKSAY