Son zamanlarda yeniden moda olan ve Kemalist seçkincilikten, milliyetçi popülizme doğru yaygınlaşma eğilimi göstererek, her türlü toplumsal isteri gösterilerinde söylenmeye başlanan “Onuncu Yıl” marşının sözleri, çocukluğumdan belleğimde kalmıştır. Bu marşın bir yerinde, Türkiye’nin 1930’lardaki nüfusuna gönderme yapılarak, “her on yılda, on milyon genç yetiştirdik her yaştan”, denirdi. Seçimlerin sonunda ortaya çıkan rakamlara bakarak ve on yılda bir darbelerle Bozkurt fideliğini gübreleyen Kemalistlerin siyasal temsilcisi konumunda olan DSP’nin MHP ile kuracağı hükümet ortaklığının yaratacağı ortamı şimdiden tahmin ederek, bu Kemalist-milliyetçi marşın o dizesini şöyle değiştirmemiz mümkündür: “her on yılda, milyonlarca bozkurt yetiştirdik her yaştan.”
Özellikle son iki yılda, Türkiye’de yükselen iki akım vardı. Kürt hareketinin karşısında şoven Türk milliyetçiliği ve liberal-İslâmcı hareketin karşısında modernist-devletçi Kemalizm. Üstelik bu iki akım, farklı toplumsal kesimlere ve eğilimlere dayanmakla birlikte, birbirlerinin yükselişinden de yararlandı. Milliyetçi MHP, liberal-İslâmcı Refah Partisi’nin, Kemalistler tarafından bastırılmasıyla büyük bir kazanım elde ederken, Kemalist DSP de, milliyetçilerin halk kitlelerinde yarattığı şovenist dalgadan önemli ölçüde yararlandı. Böylece, bu iki yükselen eğilim, MHP ve DSP’nin şahsında seçimlerin galibi olarak çıktı.
Bir önceki seçimde, RP’yi, sağın geleneksel düzen partilerinin (ANAP ve DYP) alternatifi olarak ön plana çıkaran, aşağı yukarı yüzde 10 oyluk bir oy oranına sahip olan ve sağda değişim arayan, huzursuz, radikal-muhafazakâr sağ seçmen, RP’nin devletin onayını alamadığını, kendi, Kürt düşmanı, radikal-milliyetçi beklentilerine cevap veremediğini, tersine, uğradığı baskı nedeniyle, gittikçe liberal-sivil toplumcu bir söyleme doğru kaydığını görünce, blok halinde bu partiyi terk etti; Kürt mücadelesi karşısında şoven-milliyetçiliğin yükselişe geçtiği ve devlet tarafından liberal-İslâmcılığın bastırılıp, saldırgan milliyetçiliğin teşvik edildiği koşullarda, doğal olarak MHP’ye yöneldi. Modernist-sağcı düzen partilerinden zaten hoşnutsuz olduğu için, RP’den kopan bu oyların, ANAP ya da DYP’ye yönelmesi beklenemezdi. Her ne kadar Tansu Çiller, RP’den kopan bu potansiyeli fark edip radikal-milliyetçi, aşırı muhafazakâr söylemleri kullanmaya kalkıştıysa da, bu kitleyi kendine çekmekte başarılı olamadı. Tam tersine, ANAP ve DYP, kendi oy kitlelerinden kopan bir bölümün MHP’ye kaymasını önleyemediler. RP’nin mirasını devralan FP ise, daha önceki seçimde kendisini sağ alternatif parti haline getiren yüzde 10’luk radikal-sağ kesimi kaybedince, sadece dinsel motiflerle hareket eden ve radikal milliyetçiliğe kaymak niyetinde olmayan yüzde 15’lik kendi gerçek tabanıyla başbaşa kaldı. Böylece, Kürt hareketine karşı sivil güç ve liberal-İslâmcılığa karşı alternatif oy havuzu olarak devlet tarafından ne zamandır beslenen MHP’ye iktidarın yolu açılmış oldu.
MHP’nin “merkeze kaydığı” yönündeki söylem bile, aslında, devlet ve onun ideolojik aygıtlarının, MHP’yi desteklemek için yaratmaya çalıştıkları bir “imaj”dan ibarettir. Nitekim, son basın toplantılarından birinde, bizzat Devlet Bahçeli, MHP’nin “değişmediğini” söyleyerek, bu tür “image-maker”ları yalancı çıkartmıştır. MHP kitleselleşirken ve devletleşirken elbette kendi gerçek tabanı ile, yaygınlık kazanmaya başladığı kesimler arasındaki dengeleri düşünecek, buna göre bazı ayarlamalar yapacaktır. Ama bu, MHP’nin değiştiğinin değil, tersine iktidara yürüyen bütün faşist partiler gibi, daha da aldatıcı bir tehlike haline geldiğinin göstergesidir.
Daha önceki seçimlerde, büyük ölçüde ANAP ve DYP’nin oy kitlesini oluşturan modernist-ılımlı sağ seçmen kitlesinde de 1999 seçimlerinde büyük bir kayma yaşandı ve bu kitleden, aşağı yukarı yüzde 10 oranında bir oy, ANAP ve DYP’yi terk ederek DSP’ye yöneldi. Ülkede ve sağda istikrar arayışı içinde olan bu kitle, lider diktatörlükleri altında giderek eski özelliklerini de yitirmeye başlayan ANAP ile DYP’nin çatışmasından gına getirdiği ve sağcı düzen partilerinin fazlasıyla yozlaşarak istikrarı bozucu bir unsur haline geldiklerini gördüğü için yeni bir arayışa girmişti. Bu arayışa, istikrarcı, devletçi ve modernist bir parti olarak yükselen ve popülizmi elden bırakmadan Kemalizm rüzgârını da arkasına almayı beceren DSP yanıt verdi. DSP’nin, yıpranmış düzen partilerinden fazlası var, eksiği yoktu: bu fazla, devlet katında, ordu nezdinde güvenilir olmaktı. İstikrarcılığını, devlet yaltakçılığı ile birleştirmekte hiçbirsakınca görmeyen ılımlı sağ seçmen, DSP’nin şahsynda nihayet aradığını bulmuştu. Liberal tonu gittikçe ön plana çıkan İslâmcı FP’ye değil de, devletçi zorbalığın temsilcisi DSP’ye kayması, bu seçmen kitlesinin “liberalizm”inin, sadece ekonomik planda kaldığının en iyi göstergesidir.
Bir kesim seçmenin, DSP’ye oy vererek “sola kaydığı” görüşü, klasik “sağ” “sol” ayrımlarının ne kadar aldatıcı olduğunun kanıtıdır. DSP’de, isminin içinde geçen “sol” sözcüğünün dışında, solu hatırlatan hiçbir şey yoktur. DSP, tipik bir sağ-devlet partisidir. Hattâ, daha da ileri giderek şunu söylemek zorundayım ki, Meclis’teki son “türban krizi” olayında, DSP, aslında parlamentodaki en sağcı parti olarak tebarüz etmiş, o somut koşullarda, belli dengelere göre hareket etme gereğini duyan MHP’nin bile sağına düşmüştür. Bu sağa düşüş, sanırım, DSP’ye oy vermiş ılımlı-sağ seçmen kitlesini bile biraz olsun ürkütecek düzeydedir. Şimdi sorun, ister istemez seçtiği partinin solunda kalan bu kitlenin, DSP’yi, kaydığı aşırı sağdan, “merkez-sağa” çekip çekemeyeceği noktasında düğümlenmektedir.
Büyük bir baskı altında tutulan ve devlet baskısıyla fiilen seçim kampanyası bile yürütemez hale getirilen HADEP’in Türkiye çapında aldığı yüzde 5’e varan, kaya gibi inatçı oy oranı (hele bir de bu oylar Doğu ve Güneydoğu illeri açısından değerlendirildiğinde), ÖDP içindeki bazı klik sözcülerinin kolaycı bir yoruma giderek, MHP’yle eşdeğer bir başka milliyetçiliğin zaferi olarak değil, ezilen bir halkın, oy verdiği partinin barajı geçemeyeceğini bile bile, sırf “ben buradayım” demesinin parlak bir örneğidir. Ve galiba, bu seçimde, devrimciler açısından göğüs kabartacak tek sonuç da budur.
CHP, renksizliğin, ne “kuş”, ne “deve”, ne de “devekuşu” olabilmenin, herkese mavi boncuk dağıtma hevesinin ve en kötüsü, hizip hegemonyasının, bir partinin sonu anlamına geleceğinin canlı örneği olmuştur. Köşe kapmaca oyununda, bütün köşeleri kapmaya kalkanlar, sonunda kendi köşelerini de kaybederler. CHP, herkesin tepe tepe kullandığı ve sonuçta devlet yardakçılığında en ileri noktalara varanların işine yarayacak, klasik, içi iyice boşaltılmış ve artık ilkokul çocuklarının diline düşecek kadar genelgeçer hale gelmiş bir Kemalizmde ve kendisiyle diğer düzen partileri arasındaki sınırları silip ortadan kaldıran düzen taraftarlığında ısrar edeceğine, küçük gövdesiyle ve güvenilmez, demagojik imajıyla İP’in dolduramadığı ve halen sahipsiz olan sol-jakoben köşeyi tutsa ve örneğin bir Fikri Sağlar’ın tutarlılığında, insan hakları, işkenceler vb. konusunda ayak diretseydi, diyelim ki, konjonktür nedeniyle barajı yine geçemese bile, en azından gelecek açısından umut vaadeden bir parti imajı verebilir ve bugünkü umutsuz konumunda bulunmazdı.
ÖDP, titrekliğin ve dengeciliğin kurbanı olmuştur. Bu partinin yöneticileri, parti içindeki hiziplerin dengelenmesi işinde öylesine “ustalık” kazanmışlardır ki, bütün toplumu da, kendi partileri gibi, denge oyunu oynanacak bir ıskala olarak görmeye başlamışlardır. Türban konusunda dengeci ve titrek bir görüntü vermiş, Kemalist rüzgârı göğüslemede başarılı olamamış, Atatürk portreleri ve Türk bayrakları selinin kendi parti binalarını istila etmesini bile engelleyememiş, Kürt düşmanı dalganın önünde eğilerek, kırılmaktan kurtulacaklarını sanmışlardır. Ne pahasına olursa olsun yasal alanda tutunma ve seçim oyununa iştirak etme tutkusu, bizzat yasallık ve seçim oyunu tarafından saf dışı bırakılmış olduklarını görmekten başka bir ürün vermemiştir. ÖDP’ye ilaveten EMEP ve SİP’in aldığı toplam oylar, “seçimler alanına girerek propaganda olanaklarından yararlanalım” oyununun, nasıl tersine döndüğünü göstermiş ve toplumun gözünde, solun hak etmediği bir önemsizlikte gösterilmesi propagandasına hizmet etmekten başka bir işe yaramamıştır.
İP için söylenecek fazla bir şey yok. Milliyetçilik ve Kemalizm akımlarının yükseldiği koşullarda, işi sokak isimlerinin değiştirilmesi gibi gülünç boyutlara taşıyacak ölçüde milliyetçi, Kemalist, altıokçu olduğunu ilân eden bir partinin, en azından ideolojik iddiaları oranında bir ilerleme kaydetmesi beklenirdi. Ne var ki, eğer bir hezimetten söz edilecekse, listenin başında İP’in yer alması gerekmektedir demeye dilim varmıyor, çünkü hezimete uğramak bile, daha önce biraz olsun var olmayı gerektiriyordu.