NATO çatısı altında Batılı müttefik güçlerin, egemenlik haklarına sahip bir ülkeyi bombalamaya başlamaları, 1945 sonrasında biçimlenen “uluslararası hukukun” yaşamının sonuna gelindiğini gösterdi. Bu sonun en belirgin göstergesi, XX. yüzyılda, özellikle ikinci yarısında kudsi bir anlam atfedilen “devletin egemenlik sınırları içinde dokunulmazlığı” veya “devletlerin egemenlik hakkı” kavramının mutlakiyetini kaybetmesiydi.
Yugoslavya’ya karşı başlatılan NATO bombardımanı, uluslararası antlaşmalarla tanınmış bir devletin içişlerine başka bir devletin veya devletler topluluğunun, “uluslararası ilkeleri” öne sürerek müdahale etmesi konusunda elbette bir ilk değil. Bir devletin egemenlik hakkının, uluslararası camianın büyük çoğunluğunun onayıyla çiğnenmesine erken örnek, ABD’nin 1994’te Haiti’de “demokrasinin yeniden tesis edilmesi” için yaptığı ve sonuçları itibariyle başarılı sayılabilecek müdahaleydi. Benzer biçimde, Birleşmiş Milletler, 1991’de aldığı 688 sayılı kararla Irak Kürtlerine “yardım görevi”ni onaylarken, bir devletin içişlerine müdahale etmenin meşruiyetine ve hattâ bunun ön hukukuna da şekil veriyordu. “Kuveyt’in savunulması” için ittifak güçlerinin Irak’a karşı başlattıkları savaş da, bir devleti diğer devletin saldırısına karşı korumak için yapılmış ve bu nedenle “içiş” olarak tanımlanamayacak bir eylemin sonucuydu. Bosna’da ise müdahale değil, yapılan anlaşmanın hayata geçirilmesini sağlamak üzere oluşturulmuş ve Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün yerine ikame olan bir askerî varlık sözkonusuydu.
Buna karşılık, SSCB’nin Macaristan ve Çekoslovakya’ya, ABD’nin Vietnam, Granada ve Panama’ya yaptıkları açık müdahaleleri, emperyal güçlerin kendi çiftliklerinde gerçekleştirdikleri askerî girişimler, yani eski tarihin ürünleriydiler. SSCB’nin Afganistan’da, Fransa’nın Afrika’daki eski kolonilerinde gerçekleştirdikleri “askerî destek operasyonları” da aynı kategori içinde yeralırlar.
Yeni uluslararası hukuk anlayışı çerçevesinde, ittifak güçlerinin Yugoslavya’ya karşı saldırısı, “egemenlik karşıtı” eğilimin gelişmesi konusunda, ilk olmasa bile herhalde en önemli dönemeçlerden birini oluşturuyor. Kosova konusundaki görüşmelerin açmaz noktası, Yugoslavya devletinin, kendi toprakları üzerinde bir yabancı askerî varlığı reddetmesiydi. Bu yabancı askerî göç ise, bu “egemen” devletin yaptırımları nedeniyle hayatları tehdit altında bulunan bir halkı korumayı amaçlıyordu. Böylece, uluslararası camia, bir etnik azınlığın yok edilmesi veya yaşadığı topraklardan sürülmesi amacıyla başlaması muhtemel bir operasyondan önce, “insanlığın ortak değerlerinin tehlikede olduğu için” kendinin müdahale etmek görevinde olduğuna karar veriyordu. Nazi Almanya’sının komşu devletlere yaptığı saldırıları veya Yahudileri, Çingeneleri yok etme politikasını, Kamboçya’daki katliamı ve Rwanda’daki soykırım girişimini uzaktan izleyen Batı güçleri, bu kez, bir azınlığın yaşam hakkını korumak gerekçesiyle bir devletin egemenlik hakkının sınırlanabileceğini kabul etmiş oldular.
Soğuk savaş döneminde, bir “insani müdahale” kavramı yürürlükteydi. Ama “insani yardım” sınırlarını geçmeyen, kendini tarafsızlıkla sıkı sıkıya sınırlayan, Uluslararası Kızılhaç Komitesi’nin insani yardım anlayışının sınırları içinde kalan, müdahale olmayan bir “müdahale sözkonusuydu. Bu tarafsızlığın esas amacı, her iki kampta da insani yardım girişimlerinde bulunabilmekti. Bunun bedeli ise, insani yardım girişimini, egemen gücün izni ve denetimi altında yapmayı kabul etmekti.
Kosova sorununun birdenbire alevlenmesiyle gelişen müdahale anlayışı, bir tarafsızlık ilkesinin kaçınılmaz olarak bir kenara bırakılması sonucunu doğurdu. uluslararası hukuk ve siyaset açısından, Yugoslavya’ya karşı ittifak güçlerinin başlattıkları saldırı bu bağlamda yeni bir dönemeç oluşturuyor. Somali’de başarısızlıkla sonuçlanan, Rwanda’daki kitlesel katliamlar sırasında düşünülüp tartışılan, “insani yardım müdahalesi” bu kez uygulamaya girdi. Biraz fazla el yordamıyla da olsa, “içişlerine karışma hakkı” ve bunun yarattığı “hukuk”, devletlerin içişleri konularında egemenliklerinin uluslararası camia tarafından sınırlanabileceği ilkesini, kendiliğinden getirdi.
Yeni fiili hukuk uyarınca, egemen bir devletin sınırları içinde yaşayan bir azınlık, -bu etnik, dini veya siyasal bir azınlık olabilir- bu hukukla beraber, de facto uluslararası güçlerin müdahale alanı içine giriyor. “İçişlerine karışma hukuku”, şimdilik azınlıkların korunmasıyla sınırlı kalsa da, ileride çevreyi koruma, insani kültür varlıklarını koruma gibi çok farklı alanları da kapsayacağını tahmin edebiliriz. Bundan böyle, bu hukuk çerçevesinde, iktidarı elinde tutan tarafın, kendi sınırları içinde, insanları ayrımcılığa tutarak hırpalamasının, öldürmesinin, tehcir etmesinin daha zorlaşacağı iddia edilebilir. Ama şimdilik bu hukuk, Batı dünyasının yakın çevresinde, Avrupa için Balkanlar ve Akdeniz havzasında, ABD için Orta Amerika’da geçerli olacağa benziyor. Sorunlu “uzak diyarlar” için ise, bunların etrafını bir güvenlik çemberiyle kuşatıp, “medeni dünyayı” rahatsız etme kapasitelerini en aza indirmek tasarlanıyor.
Bu hukukun ilk adımı, Kosova’dan önce, Bosna konusunda atıldı. O güne kadar görülmemiş bir kararla, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, aldığı kararların uygulanması için NATO’yu askerî olarak görevlendirdi. NATO’nun Birleşmiş Milletler’in silahlı gücü haline gelmesi demek olan bu karar, aynı zamanda NATO’nun ilgi sahası dışında da, uluslararası düzenin jandarması konumunu kazanması demekti. Bu bir ilk adım olarak elbette, NATO ilgi alanının hemen sınırındaki bir coğrafya olacaktı. Ama NATO güçlerinin en azından bir kısmının ileride, bambaşka coğrafyalarda da (Kore Savaşı’nda olduğu gibi) müdahalesinin kapısı aralanmış oldu. Bunun somut göstergelerinden birisi, NATO çevrelerinde “Akdeniz Havzası ilgi alanı” kavramının ifade edilmeye başlanmasıydı. Bosna sorununun kısmi ve geçici çözümü sırasında NATO, Birleşmiş Milletler’in yerini alarak, bu gelişmeye daha bir açıklık getiriyordu. Bunun bir sonraki adımı, Birleşmiş Milletler’in devre dışı bırakılarak, NATO ittifak güçlerinin yeni Yugoslavya’ya karşı gayrı resmî bir savaşı başlatmalarıydı. Savaşın gayrı resmi olması, insani bedelinin hafiflemesi anlamına gelmedi. Güçlü tarafın “sıfır zayiat” ilkesi, sadece kendi “insani malzemesi” için geçerliydi. Buna karşılık karşı tarafa empoze edilen “stratejik zayiat” denklemi içinde, insani zayiat da belli bir katsayıyla yeralıyordu. Böylece “evrensel insani hukuk” çerçevesinde hakları ve hayatları korunmak istenen kişilerin iki buçuk ayın sonunda en fazla insani zayiatı vermesine yolaçan paradoks ortaya çıktı.
Bu paradoks, gene de bize, yeni uluslararası müdahale hukukunun başka bir ön kurumunu, “insanlığa karşı suçların” cezalandırılması için kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin varlığını unutturmamalı. Hırvatistan ve daha sonra Bosna’da uygulanan etnik temizleme harekâtları sırasında yapılan katliamların yanında, Rwanda’da veya Kamboçya’da yapılmış insanlığa karşı suçların yargılanacağı bu mahkeme, yetki alanını adım adım genişleterek faaliyetini sürdürüyor. Kendi polis gücü olmayan bu mahkemenin, NATO bünyesindeki güvenlik güçlerine dayanması kaçınılmaz. İleride, mahkemenin tutuklanmasını talep ettiği bir “insanlık suçu zanlısı”nı teslim etmekte ayak sürüyen bir devlete rağmen, o suçlunun NATO veya benzeri bir güç tarafından yakalanıp, mahkemeye teslim edilmesine belki çok yakın zamanda şahit olmayacağız. “Evrensel insanlık hukuku”nun kurumları daha bir oturumca, bu tür gelişmeler de kaçınılmaz olacaklar. Devlet başkanlarının uluslararası dokunulmazlığının tartışılmaya başlanması da buna işaret ediyor.
Uluslararası sisteminin bütününün hukuka tâbi kılınması süreci el yordamıyla ilerliyor. Demokrasi ve insan hakları konusunda temel ilkelerin bir uluslararası hukuk normu haline gelmesinin yaratacağı bu yeniliğin birinci mağlubu, “devletin egemenlik hakkı” ilkesi olacak.
Bosna’da birleşmiş Milletler yetkisiyle davranan NATO ve esas olarak ABD ordusunun, Kosova konusunda attığı adım önemliydi. NATO’nun içinde oluşan ittifak gücü, Güvenlik Konseyi’nde Rusya’nın ve Çin’in vetosuna, sonuç olarak Birleşmiş Milletler’e rağmen, egemen bir devletin içişleriyle ilgili bir konuda askerî bir saldırı başlattı. Böylece, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin soğuk savaş dengeleri zamanından kalma veto hakkı, fiilen lağvedilmiş oldu. Bunun yanında NATO, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilâtı’nın fiilen silahlı gücü konumunu tekeline aldı. Bu konumda kendisine alternatif teşkil edecek başka bir güç olmadığı için, bu tekel durumunun doğal bir tezahürüydü. NATO’nun olduğu kadar, Batı Avrupa Birliği’ni bir fiksiyondan özerk bir silahlı güçle donanmış bir gerçekliğe dönüştürmekten aciz kalan Avrupa devletlerinin de bu gelişmede sorumlulakları vardı.
Yugoslavya’nın Batılı ittifak güçlerince bombalanmasının ikinci bir önemli sonucu daha var. Klasik çıkar analizlerine dayanan yorumların iddiasının aksine, ABD ve müttefiklerinin bu savaş girişiminde askerî veya iktisadi çıkar saikinin ön planda olduğunu iddia etmek zor [Bu indirgeyici çıkar analizlerine Adnan Ekşigil’in Birikim’in geçen sayısında yönelttiği eleştiriye katılıyorum, bkz. “Avrupa, savaş, Türkiye”, Birikim, sayı 121, sayfa 59/60]. Askerî stokların yenilenmesi için savaşmak gerekmiyor. Bunları savaşmadan imha etmenin maliyeti, savaşarak imha etmekten daha ucuz.
“Uluslararası camiayı” temsil tekeline ellerine alan Batılı ittifak güçlerinin Sırbistan’a karşı başlattıkları hava saldırısının arkasındaki çelişkili saikleri ve taşıdığı yeni gelişmeleri gözden kaçırmamak için, bu askerî müdahaleyi, kalıplaşmış çıkar analizleriyle izah etmekle yetinmemek gerekiyor.
“İnsani amaçlı savaş” gibi, sadece sonuçları itibariyle değil, motivasyonları açısından da son derece çelişkili olan bu durumun arkasında yatan iki gelişme var. Birinci gelişme, klasik reel-politika söyleminin etkenliğinin sonuna gelinmesi ve onun yerini “insanlığın ortak değerleri” adına sürdürülecek olan yeni bir siyasal söylemin alması. Bunun sonucunda, ikinci gelişmeyi buluyoruz: Egemenlik kavramının yerini sorumluluk kavramının kısmen veya bütünüyle aldığı yeni bir “enternasyonalizm” ve ortaya çıkan boşluğu dolduran yeni emperyal vizyon.
Klasik reel-politika söyleminin gerilemesi olarak tanımlanan birinci gelişmeyi Bertrand Badie, geleneksel uluslararası ilişki alanının ve dolayısıyla diplomasinin, bir dizi yeni toplumsal oluşum tarafından altüst edilmesine bağlıyor [un monde sans souveraineté - Les Etats entre ruse et responsabilité, Fayard, Paris, 1999]. Bu yeni toplumsal gelişmelerin başında, küreselleşmenin iletişim, iktisat ve kültür konularındaki etkisinin güçlenmesi, bununla bağlantılı olarak da kamuoyu hareketleri ve etik sorunların ön plana çıkması geliyor.
Yugoslavya Federasyonu’nun, Rambouillet zirvesinde, kendi toprakları üzerinde yabancı bir askerî gücün yeralmasını reddetmesi, geleneksel egemenlik kavramı içinde tutarlıydı. Buna karşılık, yeni olan, bir etnik temizlik operasyonu başlatılacağından şüphe duyarak, Batılı ittifak güçlerinin böyle bir operasyon başlamadan, yani “suç fiilen oluşmadan” müdahale etmeleriydi. Bunu, uluslararası camiayı temsil ettiklerini iddia eden güçlerin “koruyucu girişimi” olarak tanımlamak mümkün. Sırp güçlerinin gerçekten etnik temizlik saldırısına girişmelerinden sonra, bunu engellemek için, “insanlığın ortak değerleri” adına bir devletin egemenlik haklarını kısmak, yanılmıyorsak modern tarihte ilk kez gerçekleşiyor. Suç oluşmadan, suç işleme niyetinin güçlü karinelerine dayanarak, suçlu olabilecek kişiyi cezalandırmak demek bu. Mahkemeden ziyade, polisin önleyici tedbirlerin biraz şiddetli bir uygulaması. Suça iştirak edebilecekleri düşünülerek köy boşalttırmanın çok daha büyük boyutlarda uygulanan bir versiyonu belki.
Burada ele almak istediğim, suç potansiyelinin karinelerinin ciddiliği değil. Sırbistan’da olduğu gibi, gerçekten etnik temizlik operasyonu hazırlığı içinde olan ve egemenlik haklarıyla donanmış bir gücün, eyleme geçmeden durdurulmasının başka yolları var mıdır? Başka bir yol olmasa bile, ittifak güçlerinin müdahalesinin suç oluşmadan verilen bir ceza olduğunu ve en azından şimdilik, korumayı amaçladığı insanları daha da zor bir duruma soktuğunu kabul etmek lazım.
Yukarıda bahsedilen gelişme, arkasında yatan başka amaçları gözardı etmeden, diplomasinin sadece ulusal çıkarlar gözetilerek belirlenmesi döneminin sonuna yaklaştığımıza da işaret ediyor. Kısaca ifade etmek için, bunu yeni bir uluslararası kanın alanının şekillenmesi olarak tanımlayabiliriz.
Uluslararası camianın ortak değerleri adına, dolayısıyla geleneksel devlet çıkarlarının üstünde bir alandan müdahale etme yetkisinin biçimlendiği bu yeni döneme, Kosova sorununda olduğu gibi, diplomatlar ayaklarını sürüyerek giriyorlar. Çünkü askerî gücü elinde tutan devletleri, kendi çıkarları için değil, muğlak bir uluslararası camianın çıkarları için harekete geçirmenin, somut bir yarar gözetmeden bir bedel ödetmenin zorluğunun bilincindeler. Bu nedenle reel politikanın saiklerinden ziyade, en azından şimdilik, reel politika söyleminin sonuna gelindiğini söylemek daha doğru.
Reel politika söyleminin sonu, başka çalışmaları gündeme getiriyor. Örneğin, Batı demokrasilerinin savundukları ve bunları uluslararası değerler ya da insanlığın evrensel değerleri olarak empoze etmeye çalıştıkları ilkelerin kendi aralarındaki çelişkiler. Yurttaş hakları ve azınlık hakları arasındaki veya bireysel haklar ve ortak haklar arasındaki çelişkilerde tercihin bir yönde kullanılması, bambaşka politikaları gündeme getiriyor. Kosova sorunu bunun en somut örneği. Vurguyu yurttaş hakları ve ortak haklara yapınca ortaya çıkan göreli haklı tarafla, vurgunun azınlık hakları ve bireysel haklar cephesine yapılmasıyla ortaya çıkan haklılar ve haksızlar, Kosova örneğinde neredeyse yer değiştiriyorlar.
Reel politika söyleminin etkinliğini yitirmesiyle doğan boşluk, “yeni enternasyonalizm” fikriyle doldurulmaya çalışılıyor. Bu söylemin önde gelen sözcülerinden Tony Blair, “yeni enternasyonalizm”i Newsweek’deki ünlü yazısının sonunda şöyle tanımlıyor: “Diktatörlerin etnik temizlik yaptıklarında veya halklarını ezdiklerinde cezalandırılacaklarını bildikleri bir yeni bin yıla girmek istiyoruz. Toprak için değil, değerler için; etnik grupların gaddarca ezilmelerine göz yummayan yeni bir enternasyonalizm için savaşıyoruz. Bu tür suçları işleyenlerin saklanacakları hiçbir yerin olmadığı bir dünya için mücadele veriyoruz” [International Herald Tribune, 13.5.1999]. Benzer görüşleri Fransız sosyalist Başbakanı Lionel Jospin de dile getiriyor: “Sırbistan’a karşı hava saldırısı, bir ahlâk anlayışı, hattâ bir medeniyet anlayışı gereğidir.
Savunduğumuz Avrupa vizyonu içinde, Sırbistan’daki rejim gibi, despotik, otoriter, ırkçı, yabancı düşmanı rejimlere yer yok.” Bir savaşın medeniyet adına başlatılması, yani karşı tarafın barbar kategorisine sokulmasıyla elde edilen meşruiyet, içerik bakımından olmasa bile, en azından biçimsel olarak kolonyal müdahaleleri çağrıştırıyor. Bu gözlem, Miloseviç’in yönetimindeki Sırp paramiliter teşkilâtı ve polis güçlerinin kanlı eylemleri ve planlarını hafifletici bir neden değil elbette.
Yeni enternasyonalizm, ulusal egemenliğin mutlak üstünlüğünü reddedip, onun yerine sorumluluk kavramını yerleştirmeyi amaçlıyor. Devletlerin karşılıklı yükümlülükleri içinde, kendi toprakları ve başka topraklar üzerinde, temel hakların çiğnenmesi veya ekolojik sorunların, “demografik tehlikelerin” büyümesi gibi sorunlara karşı ilgisiz kalma hakkı ortadan kalkıyor. Şilili diktatör Pinochet’nin dokunulmazlığının kaldırılmasına İngiltere’de karar verilmesi, bu gelişmenin başka bir ön habercisiydi.
Uluslararası ilişkilerde sorumluluk kavramının devletlerin tekelinde olan ulusal egemenlik kavramına üstün gelmesi, sorunları elbette çözmeyecek. İlk elde, sorumluluğun kimin denetim ve değerlendirilmesinde olacağı gibi bir sorun tüm karmaşıklığıyla önümüze çıkıyor. Gelecek dönemin, gelişmeler bu yönde gerçekleştirme, en güçlülerin, koruma altındaki evrensel haklara dahil olanlarla olmayanları ayırdıkları bir dünya olması ihtimali yüksek. Bu sorumluluk hukukunun öznesi olacak “uluslararası camia”, öngörülebilir bir süre daha, devletler camiası olacak. Bu çerçevede, güçlü tarafta yeralan devletler ve bunların içinde en güçlü olanı, evrensel değerler adına hareket ederken, ister istemez kendi devlet çıkarlarını ön plana çıkaracaklar. Örneğin benzer iki durumdan birine müdahale ederken, diğerine müdahale etmek istemeyecekler. Kosova sorunuyla büyük benzerlik gösteren Çeçenistan sorununa karşı “uluslararası camia”nın aldığı farklı tavır, bunun en anlamlı örneği değil mi?
Bütün bunlara rağmen, iletişim araçlarının küreselleştiği dünyada, sorumluluk hukukunun egemenlik hukukunun önüne geçmesi kaçınılmaz. Bunun anlamı egemenlik hakkının kaybolması değil, bir üst hukuk tarafından sınırlandırılması demek. Bu üst hakkı değerlendirme ve kullanma yetkisi şu anda, “uluslararası camia”nın temsilciliği konumunu hukuken işgal eden Birleşmiş Milletler’in değil, bu konumu fiilen işgal eden ve başında ABD’nin bulunduğu belli başlı Batı devletlerinin eline verildi. Oybirliği ilkesiyle çalışan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilâtı veya veto hakkının var olduğu Birleşmiş Milletler gibi kuruluşların yerine, çoğunluk kararı, hattâ ABD’nin kararının yeterli olduğu NATO, yeni enternasyonalizmin sadece askerî değil, siyasal çekirdeğini oluşturuyor. NATO’nun, bugünkü gibi fiilen değil, hukuken Birleşmiş Milletler’in askerî gücü haline gelmesiyle, “uluslararası camia”nın iç kalesi bütünüyle inşa edilmiş olacak.
NATO’nun da özünde bir ABD ağırlıklı güç olduğunu dikkate alınca, ABD’nin içindeki gelişmelerin, yeni uluslararası hukuk, kurum ve ilkelere damgasını vuracağını tahmin etmek zor değil. Bu çerçevede, Amerikan toplumuna hakim olan zihniyet “state building” bir vizyondan ziyade “world shoping” (dünya pazarı) vizyonu olduğunu dikkate almak gerekiyor. Uluslararası ilişkilerde tarihsel, kültürel ve coğrafi boyutları silen; her şeyi evrenselliği kendinden menkul normlara tâbi kılan; dünyayı bir pazar ve cemaat ağları bütünü olarak algılayan bir vizyon bu. 1980’lerden beri Amerika’ya egemen olan ve Clinton idaresi altında hükmünü sürdürmeye devam eden toplumsal dip dalgası, silahlanmış bir cemaatçilik ve toplumun dışına itilenlerin hapsedilmesi ya da etraflarının güvenlik çemberiyle kuşatılmasına dayanıyor. Bundan titreyen yeni emperyal vizyonun da, dünya ölçeğinde benzer bir uygulamayı, Clinton ve çevresinin göreli hümanist liberalizmine rağmen, empoze etmesi şiddetle muhtemel.
ABD, bu yeni emperyal vizyonun silahlı gücünü oluşturacak olan NATO’nun yeni stratejik konseptinde, büyük demografik hareketlere, uyuşturucu ticaretine, organize suçlara ve terörizme karşı önlem almak gibi misyonların yeralmasını istiyor. Bu yeni stratejik konseptin önemli noktalarından birisi, “NATO’nun Avrupalılaştırılması” ve 1994’te kabul edilen, Avrupa Savunma ve Güvenlik Kimliği’nin amiral gemisi konumuna getirilmesi. Bu nedenle, Kosova’lı Arnavutların insani haklarını korumak bahanesiyle Sırbistan’a karşı başlatılan savaşı, bu Avrupa Savunma ve Güvenlik Kimliği’nin ilk somut tezahürü olarak ele almak daha doğru.
Sırbistan’ın bombalanmasının, Kosova’lı Arnavutların korunmasını aşan bir amacı daha var. Avrupa’nın doğal sınırları içinde çıbanbaşı olabilecek bir rejimi veya bir iktidarı tasfiye etmek ve bu rejime ileride yeniden güç verebilecek potansiyeli imha etmek. Bunu yaparken, yeni dünya düzeni içinde ABD’nin tartışılmaz önder konumunun korunup, potansiyel rakip olabilecek Avrupa Birliği’nin, zaten cılız olan askerî-siyasal gücünü NATO aracılığıyla denetim altına alma hedefi de güdülüyor.
Bazı gözlemcilerin, NATO’nun yeni stratejik konseptinin tartışılmaya başlandığı ve 50. kuruluş yılının kutlandığı dönemde, ABD’nin Birleşmiş Milletler ve AGİT’i devre dışı bırakarak, NATO’ya Sırbistan’ı bombalama emri vermesini, “Birleşmiş Milletler’e karşı savaş”, hattâ güçlenmekte olan Avrupa Birliği’ne karşı örtülü savaş olduğunu iddia etmeleri bu tespitten kaynaklanıyor.
Sonuç olarak Sırbistan’a karşı NATO’nun yürüttüğü, “evrensel insani hakları koruma amaçlı” gayrı-resmî ama bir o kadar gerçek savaşın, aynı anda iki amacı var. Birincisi, Kosova Arnavutlarını korumak. Bu amaç, yeni uluslararası sorumluluk hukukuna dayanıyor. Devletlerin egemenlik hakkının, “uluslararası camia” tarafından sınırlandırılması yolunda içtihat oluşturuyor.
Bunun yanında, Sırbistan’ın bombalanması ama “sıfır zayiat” ilkesine de bir o kadar sarılınmasının ele verdiği, dile getirilmeyen ikinci bir hedef daha var: NATO’yu şimdilik Avrupa ve Akdeniz Havzası’nda, ileride daha geniş bir coğrafi alanda, yeni dünyanın düzensiz düzeninin jandarması olarak empoze etmek. Varşova Paktı’nın tarihe karışmasıyla, kurucu misyona kaybolan NATO, bu savaş aracılığıyla, yeni uluslararası hiyerarşide yerini tanımlıyor. Bunu yaparken, yeni hiyerarşik düzenin kavramlarına (sorumluluk hukuku), ideolojisine (insani amaçlı müdahale ve evrensel insan hakları) ayak uyduruyor.
1998 Eylül’ünde Washington’da “üçüncü yol” zirvesi, Clinton, Blair ve Prodi’nin katılımıyla yapıldı. O günden beri, Prodi Avrupa Birliği’nin başına geçti. Sırbistan’a karşı savaşı, bu “yeni merkez gücü”nün neo-emperyal ve “liberal-hümanist” vizyonunun tüm çelişkileri içinde somut ilk tezahürü olarak ele alabiliriz.
Kosova’da yaşanan drama ve onu izleyen sıcak temassız savaşa, güçlü karşısında teslimiyete varabilen safdil bir barışçılığa ve ilkel bir Amerikan aleyhtarlığına düşmeden karşı çıkmak mümkün mü? Ya da kanlı diktatörlerin eylemlerini, reel politika ya da devletlerin egemenlik hakkı kavramının korunmasına terk etmeye devam mı etmeliyiz?
Sadece ulusların kendi kaderlerini belirlemeleri hakkını savunarak, bu yukarıdaki sorulara yeterli ve sol açısından tahmin edici bir cevap verilebileceğini zannetmiyorum.