Talat Eryılmaz ve Mürşit Özşahin’in anılarına...
Birikim’in 100. sayısında, 12 Eylül’den önceki günlerde öldürülmüş, yukarıdaki iki arkadaşın ismini görebilseydim ve insanlar “Rüştü” olup olmadığımı (102. sayı) merak etmeseydi, bu yazıyı yazmazdım.
Bu yazı sadece bu iki insan için yazılıyor. Çünkü, “Rüştü”den farklı olarak, 100. sayıda olmam(ız) şaşırtıcı olurdu diye düşünüyorum. Ve, bu “büyük eksik”, soyu tükenmiş bir avuç “Birikimci”nin kusuru ve bir yerden sonra meselesi değildir.
Epey zaman önce, 2. Birikim döneminden de çok önce, “Birikimcilik” mesleğini terk etmiş olmak da, sanıyorum, “Rüştü”yle farklı olduğumuz bir başka nokta.
100. sayıda yayımlanmış şu tespit ve değerlendirmeye katılıyorum:
“Birikim, çevresinde o sıralar çıkan birçok dergi gibi bir grup toparlamamayı vaad ediyordu. Ya da daha doğru söylemek gerekirse, böyle bir çabadan söz etmiyordu. Ama bu gerçek değildi, birçok alanda var olan, politika yapan Birikimciler vardı. Karışık bir aidiyetti tabii onlarınki. Benim bu süreçte vahim ve itici bulduğum bu değildir. Birikim, sol üzerindeki etkisini, taraftarlar diyebileceğim bu insanlar üzerinden değil, çeşitli sol grupların önde gelen kadrolarıyla kurulmuş, kurulacak ilişkiler üzerinden tasarlıyordu. O kadar çok demokrasiden söz edenler için bilmiyorum ne derece uygundur bu tutum."
“Biz’in (parti; örgüt, sosyalist devlet) mutlak anlamda yüceltildiği bir siyasal, toplumsal kojonktürde (1980 öncesi) bir başka yerden, biz’in organik oluşturucusu olması gerekirken unutulan ben’in olduğu yerden de konuşan, devrimci solun siyasal kültüründe neredeyse genetik bir hal almış, ‘biz her şeydir’, ‘birey hiçbir şeydir’ kavrayışı karşısında “birey’e yaptığı vurgularla” bilinen bir dergi, “1975-80 döneminde Birikim’i yalnız okumakla ve teorik bir düzeyde savunmak veya tartışmakla yetinmeyen, devrimci pratiğini Birikim’deki yazılar doğrultusunda şekillendirmeye çalışan ve hatta Birikim’deki teoriler doğrultusunda bir devrimci pratik yaratmaya çalışan” bir avuç insanı “unutuyor” ise, üstteki paragraftaki tespit ve değerlendirmeyi haksızlık saymak mümkün mü?
Sosyalist mücadelenin sadece yazıcılık işi olmadığını bilebilecek durumdaki insanlara, bu mücadeledeki kayıplarımızı (sadece ölen arkadaşları kastetmiyorum) unutturmamak başka türlü bir çabayı gerektiriyor, belli ki.
Bu bir yana, devasa iddialar, “tadı damakta kalan dostluklar; bir kasırganın ardından sağa sola özensizce savrulan, atılan hayatlar; bazen oracıkta, atıldığı yerde kalakalmış, kurumuş, pörsümüş, bazen son bir gayretle dizlerinin üzerinde doğrularak kendini ilerilere (ama nereye?) fırlatabilecek gücü bulabilmiş” onlarca hayat karşısındaki “unutkanlık”la sakatlanabiliyor, işte.
İşte, “insani formasyon” için koca bir tahkimat, gediklerinden bir başka türlü okunabiliyor ve Birikim böyle de “öğretiyor”...
Not: Alıntılar, 100. sayıdaki Ayşe Düzkan, Erol Göka, Sezai Sarıoğlu ve 102. sayıdaki “Rüştü” metinlerindendir.