Genç Nâzım Hikmet (1902-1963) Mütârekenin o acı, onur kırıcı havası, sömürgeci güçlerin güzelim İstanbul’da kol gezmesi ve Mondros Antlaşması’nın ağır şartlarını reddeden her vatansever asker ve sivil genç gibi ulusal güçlerin eylemlerine katılmak maksadıyla Anadolu’ya geçmeden önce o kara müstevli güçleri harâmilere [hırsız], göz bebeği İstanbul’u bir esir (tutsak) şehre benzetmiş ve kâfirlerin eline düşen uygar imparatorluğu simgeleyen “Kırk Haramiler” şiirinde şöyle dile getirmiştir:
Alevden bir sancağım taşımış gölgesini
Memleketler çökertmiş yükseltince sesini
Dumanlık bir kızıllık ormanıdır geliyor
Şanlı esirleriyle harâmiler geliyor
Nâzım Hikmet, Anadolu’ya geçtiğinde bir yandan müstevlilere karşı verilen savaşla, bir yandan da halkın sorunuyla, o güne kadar yeterince farkına varamadığı gerçeklerle karşılaştıktan sonra, şiirle yeni şeylerin, şimdiye kadar söylenmiş şeylerin ifâde edilmesi gerektiğini sezmiş ve karışık teknikli yeni şiirler yazmıştır.1
Nâzım Hikmet’in birkaç yıl süren Moskova macerası, arkasından uzun yıllar hapse atılması (1938-1950) ve dünyada onun da yaşadığı kanlı savaşların cereyan etmesi onun bir fikir adamı olduğunu, hümanistliğini ve bilge kimliğini meydana koymuştur. İşte bu insancıl görüşü doğrultusunda, dünyanın her köşesinde, zulme uğrayan ve emperyalizmin pençesinde inleyen bütün insanları kucaklamış ve savunmuştur. Şangay’da Japon militan güçleri tarafından öldürülen gariban balıkçı si-ya-o’ya ağıtlar, Habeşistan’ı ele geçiren İtalyan emperyalizmine karşı Habeşistanlı Taranta Babu’ya mektuplar, memleketini müstevli güçlere karşı kurtarmaya çalışan Kuvay-ı Milli’ye için destanlar ve Alman faşizmini lanetleyen şiirler yazmıştır. Dolayısıyla da Temmuz 1950’de çıkarılan af yasası kapsamına alınması için çeşitli anlayıştaki sanat, bilim ve fikir adamları, üniversite hocaları ve hukukçular, sorumlu yüksek Türk makamlara başvurmuş ve Nâzım’ın geri kalan cezasının affedilip tahliye edilmesini istemiş ve sağlamıştır. Oysa, bir daha Moskof yolunu tutan Nâzım Hikmet oralarda hem Stalin’in zulmüne, hem de Türk Komünist Partisi’ndeki yoldaşlarının hışımına uğramıştır. Ancak bütün toplumcu şairler gibi Nâzım da bu haksızlığa susmamış ve Stalin’i Rusça yazdığı bir şiirde acı bir dille yolcu etmiş ve O’nun zulmüne, dayatmasına ve çaşıtlığına karşı şu şekilde isyan etmiştir:
Artık bir sabah göç etti dünyamızdan,
Ağır ayakları meydanlarımızdan,
Çekildi siyah gölgeleri yemyeşil ağaçlarımızdan,
Kalın bıyıkları çorbalarımızdan,
Ve sivri gözleri odalarımızdan.
Kraldan fazla kralcı olan yoldaşlarını da İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu? piyesi ile iyice fırçalamıştır. Zira Nâzım Hikmet bu piyesinde bir Sovyet bürokratının hayatını, çevresini ve yarattığı menfaat grubunu ortaya koymuş, devletin ideolojisi içinde kendisini toplum mühendisi saymış, ancak gitgide hem kendi, hem de etrafındakilerin özgürlüğünü kaybetmiş, yozlaşmış, tekelci ve tek adem haline gelince de etrafındakileri yok etmeye çalışan bir zorba haline gelmiştir. Nâzım Hikmet’in bu piyeste dile getirmek istediği: O dalkavuk, taşeron, kuş beyinli, papağan düşünce ve davranışlı bomboş insanların muhakkak bir gün tarih müzesinde yer alacağını yazarken, insanoğlunu devlet motoru içinde bir vida sayan, acımadan hayvan gibi çalıştıran, duygularına hiç önem vermeyen ve özgürlükleri ayağı altına alan baskıcı, despot ve değişmez Stalinizmin o günlerden yıkılacağını sezmiş ve bu piyesinde sembolik olarak dile getirmiştir.
Evet, memleketim memleketim diye can veren ve son gününe kadar “atbaşı gibi Akdeniz’e uzanan” memleketinin hasretini yaşayan Nâzım Hikmet: Ali Şir Nevaî, Nesimî, Fuzûlî, Yunus Emre ve Muhammed Akif gibi büyük bir insan, memleketini seven bir vatanperver ve yazdıklarını bir gruba yaranmak için, bir akımı desteklemek ve bu sayede menfaat sağlamak için değil, sırf memleketinin ve milletinin adını yüceltmek için yazan bir şairdir. İşte bu yüzdendir ki onu Rus, Acem, Arap, Afrikalı, Amerikan ve Çinliler tanımadan sevmiş, devrinde olduğu gibi, bugün bile onun fikrine ters düşen edebiyatçı, şair ve siyasetçi: Necip Fazıl Kısakürek, Alparslan Türkeş ve R. Tayyip Erdoğan gibi ünlü simalar tarafından şiirleri beğenilmiş ve okunmuştur.
Arap kültür dünyasına gelince, Nâzım Hikmet ancak ellilerde Fransız şiiri yoluyla bu kültürde tanınmıştır. Zira Lübnanlı edebiyatçı Dr. Ali Saad, Fransızca yayımlanan Nâzım Hikmet’in bir demet şiirini 1952’de Arapçaya tercüme edip Beyrut’ta yayımlamıştı.2 Nâzım Hikmet’in piyesleri ise 1959’da Iraklı yazar Nâzım Tevfik’in “Kafa Tası” piyesini Arapçaya çevirmesiyle Arap kültür dünyasına tanıtılmıştır.3 Ancak ellilerden sonra Arap kültürüne hâkim olan toplumsal, sosyalist ve solcu akımların öncüsü Bağdat’ta yeni kültür (es-Sakâfe el-Cedide) Beyrut’da edebiyat (el-Adâb) ve Kahire’de yazar (el-kâtib) dergileri Nâzım Hikmet’in şiirlerini Rusça, Fransızca ve İngilizceden Arapçaya çevirerek yayımlamıştır. Yine bu sıralarda Arap kültür dünyasında klasik Arap şiirinin kalıplarını kıran, mısra şeklini değiştiren ve Aruz Vezni ile kâfiyeye sadık kalan, milliyetçi Nazik el-Melâike, toplumcu Bedir Şakir el-Seyyâb ve sosyalist Abdulvahab el-Beyâtî gibi şairler önderliğinde Irak’ta Arap serbest şiir akımı doğmuştur. Altmışlarda bütün Arap dünyasına yayılan serbest şiir, Arap kültüründe yeni bir çığır açmış, birçok şair ve edebiyatçı tarafından benimsendiği gibi klasik Arap şiiri taraftarları bu çeşit şiiri reddetmiş, şiir saymamış ve Arapların başlıca kültür mirası sayılan klasik şiirine bir kötülük hareketi olarak değerlendirmişlerdir. Oysa Nâzım Hikmet’in serbest Arap şiiri akımının ilk ürünlerinde, özellikle Abdulvahab el-Beyâtî’nin ilk divanları “Ebârik Muhaşşeme” kırık testiler ve “el-Mûmise el-Amya” kör orospu’sunda etkisi besbelli görünmektedir. Zaten Nâzım Hikmet’le Moskova’da sürgün hayatı yaşayan şair Lübnan’ın el-Adab dergisinde altmışlarda yayımlanan bir röportajında Nâzım Hikmet’in etkisi altında kaldığını itiraf etmiş ve bu etki seksenlerde de yayımladığı “Kamer Şîrâz”, Şiraz Ayı divanına kadar sürüp gelmiştir. diğer bir taraftan da Irak’ta 1958 kurulan cumhuriyet rejiminin Moskov’da ilk basın ataşeliği görevini 1959’da yapan Iraklı sosyalist şair Kazım Cevad, Nâzım Hikmet’le tanışmış ve hatıralarını, 1959-1961 yılları arasında Bağdat’ta yayınlanan el-Sakafe el-Cedide ve 14 Temmuz dergilerinde yayımlamıştır. Ancak bu arada Nâzım Hikmet’in etkisi Arap halk edebiyatına da Mısırlı sosyalist halk şairi Abdurrahman el-Ebenûdî yoluyla geçmiştir.4 Birçok Arap yazarı Nâzım Hikmet’in şiirlerini yayımlarken Türkçeden tercüme edildiğini iddia etmişse de, Türk şiirine vakıf olan herkes tarafından o şiirlerin Fransızca veya Rusçadan Arapçaya tercüme edildiğini hemen ayırdedebilir. Ancak yetmişlerden sonra Arap kültürü Nâzım Hikmet’in şiirini, kimliğini ve Türk edebiyatındaki yerini direkt Türkçeden Arapçaya Ekmeleddin İhsanoğlu tarafından çevirilen “Ferhat ve Şirin” piyesi, Muhammed harb tarafından tercüme edilen demet demet şiirleri; ölümünün sekizinci yıl dönümü dolayısıyla 1972’de el-Aklam (Kalemler) dergisinde “münasip olmayan bir zamanda Nâzım Hikmet’le bir sohbet” adlı yazımız, Beyrut’ta Fransızcadan Arapçaya çevrilen “Hayat güzel şey be kardeşim” romanı, Şam’da Rusçadan Arapçaya çevrilen “Anayı” ve “İnek” ve Kahire’de yayınlanan “Demoklasin Kılıcı” piyesleri yoluyla Arap dünyasına iyice tanıtılmıştır. Son yıllarda ise Kuwait’te 1985’ten beri yayınlanmakta olan “Dünya Piyesleri Serisi”nde 1993’te “Unutulan Adam” ve yayınlanmakta olan Türkçeden tercüme ettiimiz “İvan İvanoviç var mıydı, yok muydu?” piyesleri Arap kültürüne kazandırılmıştır.
1990’dan Sovyetler Birliği’nin çöküşü, dünyanın globalleşmeye yüz çevirişi ve millî kültürlerin azınlık ve çoğunluk nezdinde bir millî servet, zenginlik ve çokseslilik fenomini olarak kavranıp benimseyişi bütün dünya edebiyatında bir çeşit kültürselleşme akımına yol açmıştır. Dolayısıyla da bugün Senegal’lı Sungur’un, Bolivya’lı Markiz’in, Türk Nâzım Hikmet’in ve Mısır’lı Necib Mahfuz’un eserleri çeşitli dünya dillerine tercüme edilip yayınlanmaktadır. Ancak bu ünlüler arasında emek-sömürü, özgürlük-baskı ve tasavvuf-laiklik kavramlarını Batı mefküresinden sıyırıp Osmanlı-Türk tarihi ve coğrafyası içinde doğusal-duygusal bir sentez biçiminde dile getiren Nâzım Hikmet uygar, şanlı, insan gerçeğini arayan ve büyük Türk milletinin adını dünyalara yayan ölmez bir şair olarak yaşayacaktır.
[1] Ahmet Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, 1923-1950, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993, s.1089.
[2] Dr. Ali Saad, Kasaid min Nâzım Hikmet, Beyrut, 1952.
[3] Nâzım Tevfik, el-Cumcüme, Bağdat, 1959.
[4] A. Abanûdî, Nâzım Hikmet’e 1963’te yazdığı mersiyede bunu dile getirmiştir.