Galiyev Üzerinde El Sıkışmak

Son zamanlarda, değişik çevrelerin, Sultan Galiyev’in temsil ettiği farzolunan bazı ideolojik yönelimlere yaptıkları pozitif atıflar ve bu vesileyle, kendisi Sovyet zindanlarında bizzat nasıl yok edildiyse, tarihte de neredeyse yok edilmiş ve karalanmış olan bu şahsın yeni bir saygınlığa mazhar olması, tarihteki karartılmış noktalara ışık tutulmasına vesile olacağı için sevindirici bir gelişme olarak değerlendirilse de, bu tür ideolojik atıfları ihtiyatla karşılamak gerekmektedir. Çünkü bu ideolojik atıflar, bu konudaki kaynak ve araştırma kıtlığıyla ters orantılı bir şekilde, oldukça cüretkâr vurgular içermekte ve Sultan Galiyev’e ilişkin bazı üstü örtülmüş gerçekleri ortaya çıkarmak şöyle dursun, tasarlanan bir politik ittifakın hayli yüksek dozdaki çarpıtmalarla oluşturulmaya çalışılan ideolojik temeline kaynaklık etmek amacıyla ileri sürüldüğü izlenimi vermektedir.

İmâ ettiğim bu politik ittifakın şu anda belirgin üç sacayağı bulunmaktadır: 1. Kendi tanımlarına dayanarak “Atatürk milliyetçisi” diye adlandırabileceğimiz, Attila İlhan; 2. Yeni Hayat dergisi ve Ortadoğu gazetesinden bazı yazarların oluşturduğu, yine kendi tanımlarıyla “Türkçü-ulusçu” bir çevre; 3. Aydınlık ve İşçi Partisi (İP) çevresi.

GALİYEVİZM TEMELİNDE “ULUSAL CEPHE”

“Türkiye’nin gerçek sosyalist sol’u TSP’den TİP’den beri -ben ne söylüyorum be, Mustafa Suphi’den, hattâ Sultan Galiyef’den beri- ulusal, tam bağımsız ve özgürlükçü bir sosyalizmi savunmaktadır. Dahası, Türkçü sağcıları değerlendirirken, ‘bunların alayı faşist!’ türünden bir ‘toptancılığa’ da tenezzül etmiyor. Eğer Türkiye, ‘bir mandacılık dönemine sürükleniyorsa’, bu teşhisi daha 1940’lı yıllarda, o sosyalist sol (Esat Adil, Mehmet Ali Aybar) koymuştu; ‘tedavi’ için önerilen ‘çâre’ de, beyaz üstünde siyah yazılıdır: Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nde olduğu gibi, Türkçüsünü, Komünistini, Dindarını, Milliyetçisini, Liberalini, Demokratını içeren, Anti/emperyalist yani ‘istiklâl-i tam’ taraftarı, ‘milli’ bir platform!”[1] diyerek, düşünülen ittifakın ideolojik temellerini ve esaslarını ortaya koyan Attila İlhan, bu ittifakın karşısında yer aldığını düşündüğü, çevrelerin, Galiyev üzerinde birleşen bu “cephe” karşısında nasıl “bozguna uğrayacaklarını” şu coşkulu cümlelerle haykırmaktadır: “Türkiye’de Türkçüler, Komünistler ve İslamcılar, Galiyev’de mutabakata varırlarsa yandılar hepsi... Yandılar... Bunun telaşı içindeler...”[2]

Ortadoğu’daki röportaj boyunca tam bir mutabakat içinde oldukları anlaşılan, aynı gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Arslan Bulut ile Attila İlhan, fikir birliğinin yarattığı samimiyeti, birbirlerine hatırlatmalarda bulunacak ve karşılıklı olarak cümlelerini tamamlayacak kadar ileri götürmektedirler: “Attila İlhan- Gerek Ülkücülerin, gerekse ‘Müslüman’lardan önemli bir kesimin, gerekse solculardan ciddi bir kesimin Galiyev üzerinde birleşmesinin sebebi de bu... Çünkü... Bulut (araya girerek, GZ.) - Bu bileşkeyi Galiyev yapmış zaten... Attila İlhan (tamamlayarak, GZ.) - Bu üç ideali birleştirmiş zaten... Hem Türkçü, hem Müslüman, hem Sosyalist...”3

Attila İlhan’ın, özlediği bu cepheyi oluşturabilmek için, bileşenleri belli noktalarda “eğitmek” ve her eğitimde olduğu gibi üstü örtülü bir şekilde uyarılar yaparak, “Galiyevci” temelde birleştirmeyi düşündüğü “solcu”ları Türkçü, Türkçüleri Atatürkçü ve İslâmcıları da laik bir çizgiye çekmeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Bunun için “sol”a yönelik değerlendirmelerini yaparken, “Türk Solu”nun zaten “‘Türkiye Türklerindir’ fikrinden hareket” ettiğini ileri sürmektedir.4 Ona göre bu fikirden hareket eden TİP’in liderleri, “demokrasimizin çok kötü göründüğü” bir dönemde, “daha evvel komünist harekete bulaşmış, mahkûm olmuş, adı lidere çıkmış” eski komünist liderlere kapıyı kapatarak “akıllıca bir davranış” göstermişlerdi.5 Ama birileri bu akıllıca davranıştan rahatsız olmuş olacaklar ki, TİP’i “içten” ve “dıştan” yıkmaya girişmişlerdi: “FKF bölünür, nereden çıktığı anlaşılamayan ‘silahlı eylem’ teori ve propagandası iyice yayılır; sosyalist gençlerin bir kısmı, TİP’e karşı ‘tavır koyacak’, şehir ya da dağ ‘gerillası’ ile ‘devrim’e yürümeyi tercih edecektir; çünkü ‘devrim, namlunun ucundadır’: öyle diyorlardı. Gerçekten öyle miydi, orası şüpheli, şüphesiz olan ‘mücadele edeceği Moskova ajanı komünist’ arayan, Komünizmle Mücadele Dernekleri’ne, iyice çatışabilecekleri bir hasım yaratıldığıdır.”6

İlhan, bundan sonra, sağ kesime dönmekte ve Türkçüleri, “‘Türçülük’, Almanların dürtüsüyle ‘ırkçı/turancı, Amerikalıların dürtüsüyle ‘İslâmcı’ olmadan, ‘esir edilmiş’, - ‘esir edilmek istenen’ Türklerin anti/emperyalist kurtuluş hareketiydi.”[7] diye uyardıktan sonra, “irtica”dan kopartmak istediği İslâmcılara da şöyle sıkılamaktadır: “Türkçü’nün tabanı Rusya’daki ‘Cedid’ hareketidir; yani en baştaki ‘Türkçüler’! Gaspıralı İsmail Bey (Gaspirinsky), daha o zaman Türkçülüğü, Çarlık istibdadı ve emperyalizmle işbirliği yapan Buhara ‘irticaı’na karşı anti-emperyalist, laik ve ulusal bir zemine oturtmamış mıdır?”[8] Tarihteki olayları bugünkü ideolojik ortama uyarlayan Attila İlhan, elbette “Türk-İslâm” sentezcilerini de ihmal etmiyor: “Emin Resulzade’den Zeki Validof’a (Zeki Velidi Togan), Rusya’nın büyük ‘Türkçüleri’, hepsi orada konuştular, onların dedikleri de üç aşağı beş yukarı bu mealde; Türk/İslâm Sentezi savunması yapmıyor, tam tersine, Türklüğü, bağımsızlığı için, Rus egemenliğini kabul etmiş ‘muhafazakâr’ takımın, elinden kurtarmaya çabalıyorlar.”[9] Türkçülükten bu kadar söz ettikten sonra İlhan, ideolojik hattın başka bir noktaya doğru kaymasını önlemek için, (sağ kesimde böylelerinin olduğunu düşünerek olsa gerek), uzunca bir milliyetçilik şeceresi çıkartıp, bu Türkçülüğün Enver Paşacılıkla ilgisi olmadığı uyarısını yapmayı da ihmal etmiyor: “Buhran döneminin gerçek Türkçüleri, 1919’da Enver Paşa’dan yana değil, Mustafa Kemal Paşa’dan yana çıkmışlardır. Türkçülük, Gaspirinsky’den Molla Nur Vahidof’a, Validof’dan Sultan Galiyef’e, Mustafa Kemal’den Ziya Gökalp’e, Mustafa Suphi’den Şevket Süreyya’ya, Türklerin tam bağımsızlıkçı, anti-emperyalist cephesiydi.”[10]

12 Eylül döneminde, hapishanede, “Solcuya Atatürkçülüğün ve Türk Devleti’nin millî birlik ve beraberliğini terennüm eden İstiklal Marşı’nın,” dayak zoruyla “öğretilmesini” anlayışla karşılayan, ama “o marş için gerektiğinde hayatını verecek bir dünya görüşü ile zaten donanmış,” Türkçülere bu yüzden dayak atılmasını bir türlü anlayamayan Türkçü Yeni Hayat dergisinin yazarlarından Hüseyin Mümtaz, “Galiyevcilerle” ortaklığını ve sağ kanattaki rekabet nedeniyle Attila İlhan’dan daha sert bir şekilde karşı olduğu İslâmcılarla ayrılığını şu cümlelerle ortaya koyuyor: “Bazıları ter ter tepinse de açık söyleyelim, Galiyev’cilerle ‘hiç olmazsa’ ortak bir noktamız vardır, Turan... Onlar sol’dan Turan’a gitmek isterlermiş, biz ise sağdan. Ne gam! Ama Turan’ı, Türk’ü ağıza almayan ve İslâm Komuta Konseyi’nde komutan yardımcısı olmayı içine sindirebilen bir ‘siyasi ümmetçilik’ düşüncesi ile ne gibi bir alış-verişimiz olabilir?”11

Hanifi Altaş, Yeni Hayat’ta, “Türkçülük; laik bir ideolojidir.” sözleriyle Attila İlhan’ı yankıladıktan sonra, aynı onun gibi, fakat yakın zamanlara geldikçe liste olarak onunkinden belli farklılıklar taşımaya başlayan bir soyzinciri çıkartıp programını ortaya koymaktadır: Yeni Hayat, İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, M.K. Atatürk ve Nihal Atsız çizgisindedir. Yeni Hayat, toplumcu, devletçi bir ekonomik sistemi savunur. Yeni Hayat, tam bağımsızlıkçıdır. Yeni Hayat, Türk birliğinden yanadır. Liberalizme, kapitalizme, komünizme, ümmetçiliğe ve her türlü kozmopolitizme karşıdır.”12

Attila İlhan’ı ve Aydınlık’ı çok yakından izlediği anlaşılan Yeni Hayat da, bir yanlış anlamaya yer vermemek için olacak, programını ve soyzincirini Enver Paşa noktasında netleştirmektedir: “Enver Paşa’nın ‘Türkçü’ olduğunu söylemek mümkün değildir... Yükselmek ve hükmetmek onun başlıca ihtirasıydı... Şimdi Paşa, Türkistan’a gitti, Basmacılar’a katıldı ve şehit oldu diye Turancı olarak nitelendirmek mümkün değildir.”13 Özellikle Cumhuriyetin başlangıç evrelerinden sonra milliyetçiliğin birileri tarafından “hiçbir zaman aslına uygun olarak takdim” edilmediği noktasında da Attila İlhan’la aynı fikirde olduğunu belirten Hanifi Altaş, ilân ettiği programa uygun olarak “kozmopolitizme” de şu sözlerle saldırıyor: “Ne ki işte asıl trajedi budur; ellerinden gelse Atatürk adındaki ‘Türk’ü bile silmekten çekinmeyecek olanların; etnik mozaikçilerin ve helenofil Anadolucuların biz Türkçülere ulusçuluk satmaya kalkışmalarıdır.”14

Yeni Hayat yazarlarının açıkladıkları programı büyük ölçüde benimsediği anlaşılan Arslan Bulut da, “solcularla” ittifaka karşı olan milliyetçileri ikna etmek için kaleme aldığı bir yazıda, Attila İlhan ve Aydınlık tarafından yapılan “milli platfom” çağrısını şu sözlerle onaylamaktadır: “Türkiye’nin bağımsızlığının, Yeni Dünya Düzeni sahipleri tarafından ciddi olarak tehdit edilmekte olduğunu, bu tehdide topyekun karşı durmak için, ‘ulusal cephe’yi fikir platformu olarak genişletmek veya ılımlı bir ortam meydana getirmek gerektiğini düşünüyorum. Bu ortak nokta vardır... O halde vatansızlık edebiyatına karşı ulusal kimliği korumaya çalışan sol hareketleri, vatansızlarla aynı kefeye koymamak gerekir.”[15]

Türkçü saflarda, hattâ doğrudan Ortadoğu’da bu “cephe”nin niteliği konusunda açık bir tartışma sürmektedir. Ancak, “ulusal cephe”de, “Aydınlıkçıların” yer alması noktasında tereddütler taşıdığı görülen Ortadoğu’dan İrfan Ülkü bile, “Galiyevcilik” konusundaki “ideolojik yakınlığı” inkâr etmeyerek şöyle demektedir: “Türk solu (Türkiye solu değil) büyük Türk milliyetçisi ve devrimcisi Sultan Galiyev’i yeniden keşfetti...Doğu Perinçek son bir yıldır... Lenin’den, Stalin’den Sultan Galiyev yönüne doğru geri dönüyor.”16 Ancak Aydınlık, “Ülkü, Sosyalist Sovyetler’le Kruşçev-Brejnev-Gorbaçov’un sosyal-emperyalist Sovyetleri arasındaki kopuşu gözardı ediyor,”17 yorumuyla, İrfan Ülkü’nün, “Aydınlıkçıların” eski ideolojik temellerinden kaydıkları iddiasını reddetmektedir. Nitekim başka bir vesileyle söylenen şu sözler, “Aydınlıkçıların”, Galiyev temelinde bir “ulusal cephe” oluşturmaya çalışırken, hiç değilse kendilerini ifade etmek zorunda kaldıkları teorik platformlarda, eski teorik temellerini terk etmeye, şimdilik pek niyetli olmadıklarını göstermektedir: “... Bolşeviklerin Partisi, Lenin’in ve Stalin’in partisi bu tür bir partiydi. Son derece önemli ve hiçbir kapitalist ülke tarafından asla ve esaslı bir şekilde çözülememiş ve çözülemeyecek birçok temel sorun, SSCB’de, bu partinin önderliğinde çözülmüştür... Hiçbir kapitalist ülkede insanın güvenliği sosyalist Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi sağlanamamıştır.”18

“Ulusal cephe” çalışmasının önemli bir sacayağını oluşturan “Aydınlıkçılar”, Attila İlhan’ın, “şeriatçılıktan” vazgeçirip İslâmcıları da “Galiyevci” cepheye katma çizgisi yerine, Türkçüleri, İslâmcılardan kesin olarak kopartma noktasına ağırlık vermektedirler: “İrtica niçin hedef tahtasına konuldu? Cumhuriyet Devrimini ve Türkiye’yi kurtarmak için... Bir milliyetçi, şeriatçı ve tarikatçı olamaz, halkçı olmak zorundadır.”19 Öte yandan, yukarıdaki alıntıda da gördüğümüz gibi, Sovyetler Birliği tarihine ilişkin olarak “sırtında yumurta küfesi” olan “Aydınlıkçılar”ın, Galiyev konusunda, Attila İlhan kadar samimi bir coşku içinde olmadıkları gözlenmektedir. Kendilerini yazılı taahhütler altına sokma noktasında daha çekingen davranan “Aydınlıkçılar”, bu konuda şimdilik, bir yandan Attila İlhan’dan ve Türkçülerden bol bol alıntı yapma yoluna giderken, bir yandan da, teorik dergilerinde, saflarını daha soğukkanlı bir dille bilgilendirmeyi tercih eder gibidirler. Nitekim, Aydınlık gibi politika yapan bir dergi yerine, biraz gözlerden uzak bir yerde, “Ne var ki, mevcut koşullarda tek tek Sovyet Cumhuriyetlerinin birbirinden yalıtık olarak var olması, emperyalist kuşatmadan dolayı mümkün değildi. O koşullarda iki program çatışıyordu: Sovyetler Rusya’sının sosyalizm programı ile İngiliz ve Alman emperyalistlerinin sömürgeleştirme programları. Adına Turan sosyalizmi de dense üçüncü bir programın o koşullarda hayat bulması olanaksızdı ve öyle de oldu,”20 diyerek Galiyev’in o günkü Sovyetler Birliği’nin koşullarındaki yenilgisinin kaçınılmazlığını, biraz da onaylar bir havada ilân etmesi, üçüncü sacayağının, bu ittifakın, pratik ve pragmatik hedefleriyle daha fazla ilgili olduğunu göstermektedir.

Artık, sözü geçen dönemde (1917-23), çoğunlukla Müslüman ve Türki halkların yaşadığı, Orta Asya, Transkafkasya ve Kırım’da, gerçekte neler yaşandığı ve o ortamda Galiyev’in gerçekte nasıl bir rol oynadığı konusuna kısaca göz atabiliriz.

MÜSLÜMAN KOMÜNİST HAREKET

Rusya Müslümanları21 arasında Marksizmin etkisi son derece sınırlıydı, olduğu kadarıyla da (Vladikafkas, Baku, Kazan) Menşevik karakterdeydi. Müslüman hareket, liberal ve Sosyalist Devrimci akımlardan daha fazla etkilenmişti. 1917 Kasım’ında Sovyet Hükümetinin, Müslümanların ağırlıkta olduğu bölgelerde dayanacağı güçlü bir temel yoktu. Bolşevikler, bu zaafı gidermek için, büyük çaba gösterdiler.

Aralık 1917’de, Milliyetler Komiseri Stalin, Müslüman Şurası başkanı, Menşevik Ahmet Tsalikov ile bağlantı kurdu ve ona, Sovyet hükümetine katılması ve İslâm İşleri Komiserliği’nin başına geçmesi önerisinde bulundu. Ancak Tsakilov bu öneriyi reddetti. Bunun üzerine Stalin, Rus Kurucu Meclisi için Petrograd’da toplanmaya başlayan diğer Müslüman politik liderleriyle bağlantı kurdu. Ocak 1918’de, dört Müslüman liderle anlaşmaya vardı. Bunların başında, Kazanlı bir Volga Tatarı olan, genç mühendis Molla Nur Vahitov geliyordu. Stalin, ona, Tsalikov’un reddettiği komiserlik görevini teklif etti. Vahitov, 1917 baharında, Marksist eğilimli Müslüman Sosyalist Komitesi’ni kurmuştu. Çok az üyeye sahip olan Komite, önceleri Menşevik eğilimdeydi, Temmuz’daki ayaklanma girişimine karşı çıkmış ve Kurucu Meclis’in toplanmasını esas hedef olarak belirlemişti. Fakat, Stalin’in önerisi üzerine, Vahitov eski müttefiklerini terk etti ve Bolşeviklerin safına geçti. Stalin’le işbirliğini kabul eden diğer üç lider, sol eğilimli, Volga Tatarı bir gazeteci olan Sultan Galiyev, yine Volga Tatarı bir yazar olan Galimzhan İbrahimov ve bir zamanlar Çarlık gizli polisine çalışmış, Başkırlı Şerif Manatov’du.

Yeni oluşturulan İslâm komiserliği, her ne kadar Halk Komiserleri hükümetinde, bağımsız bir komiserlik statüsünde görünüyorsa da, Stalin’in sorumluluğu altındaki Milliyetler Komiserliği’nin direktiflerine göre faaliyet gösteriyordu. Görevi, Rusya Müslümanları arasında parti hücreleri oluşturmak, komünist propagandayı yaymak ve Sovyet rejiminin, bağımsız milliyetçi partileri yıkma çalışmalarına yardımcı olmaktı.

Vahitov, görevine büyük bir enerjiyle sarıldı. Müslüman bölgelerine, komiserliğin, Müsbüro diye anılan yerel şubelerini açmak üzere temsilciler gönderdi. Mart ve Nisan 1918’de Sovyet kontrolü altındaki bölgelerde Müslüman konferansları topladı ve Ufa, Orenburg, Kazan ve Astrahan’da bölgesel Müslüman komiserlikleri (Gubmuskomy) açtı. Bir kaç ay içinde, Türki nüfus arasında, Rus Müslüman hareketine karşı ajitasyon yapan ve yerli halkı Kızıl Ordu saflarına katılmaya teşvik eden Müsbüro ve Gubmuskomy ağı Müslüman bölgelerinde hızla yayıldı. Komiserlik, Osmanlı Türkü savaş esirleri arasında özellikle güçlü bir propaganda yürüttü. Bu propagandaların sonucunda saflara kazanılan Osmanlı Türklerinden biri de Mustafa Suphi’ydi.

Sovyet rejiminin kurulması ve iç savaşın patlak vermesi, Rus Müslüman hareketinin liderlerini, özerklik yönündeki çabalarını hızlandırmaya sevketti. 20 Kasım 1917’den Ocak 1918 ortalarına kadar oturumlarını sürdüren Müslüman Meclisi’nin, atadığı komite 1918 Şubat’ının sonunda Volga-Ural özerk devleti lehinde karar verdi ve bir Bölgesel Kurucu Meclis kurulması yönünde talimatlar yayımladı. Ancak Bolşevikler, bu planın gerçekleşmesine izin vermediler. Komitenin kararını öğrenen Kazan’daki Sovyet otoriteleri, Şubat sonunda, yerel Şura ile ilişkili Tatar milliyetçilerini tutuklamaya girişti ve şehirdeki bütün Müslüman örgütlerini, Galiyev’in de üyelerinden biri olduğu, Kazan Müslüman Komiserliğinin denetimi altına girmeye zorladı. Bu denetimi kabul etmeyen Tatarlar, Kazan’daki kendi bölgelerine çekildiler. Bolşevikler, Müslüman bölgesini, Vaisov’un liderliğini yaptığı aşırı dinci-mistik bir grubu silahlandırarak, içerden ele geçirmeyi denediler. Ancak Vaisof, öfkeli Tatar kalabalıkları tarafından öldürüldü ve tarikat mensupları silahsızlandırıldı. Yerli Müslüman halkın silahlandığı bölgeyi dışardan bir saldırıyla ele geçirmekten başka çare kalmamıştı. Bu operasyon, Moskova tarafından yollanan kızıl bahriyelilerin yardımıyla birkaç günde gerçekleştirildi. Kazan Şura’sı kapatıldı ve silahlı birlikleri dağıtıldı. 1918 Nisan’ının sonunda, özerklik ilân eden komite tutuklandı ve Müslüman hareketinin Ufa’daki tüm organları yasaklandı. Milliyetler Komiserliği bir emir yayımlayarak Meclise bağlı bütün örgütlerin Müslüman Komiserliğine bağlandığını ilân etti. Rus Müslüman hareketinin liderleri işbirliğini reddederken, Vahitov, Galiyev ve arkadaşları, Bolşeviklerin, Müslüman hareketin kontrolünü ele geçirme çabalarını desteklediler.

Ancak bu sefer, Bolşevikler için yaptığı yararlı işlerin verdiği güvenle bizzat Vahitov, Mayıs 1918’de toplanan Kazan bölgesi komünist ve sempatizanları konferansında, bir Tatar-Başkır devleti kurmanın olanaklarını tartışmaya açtı. Niyeti, artık dağıtılmış olan Meclis’in kabul ettiği Volga-Ural devletini, bu sefer Sovyet himayesi ve kendi yönetimi altında gerçekleştirmekti. Rus delegelerin protestolarına rağmen konferans, Özerk Tatar-Başkır Cumhuriyeti’nin kurulması kararı aldı. Vahitov, yaptığı konuşmada, kararın, radikal Pan-İslâmizm ve devrimin Doğuya yayılışı yönünde atılmış büyük bir adım olduğunu belirtti.

Vahitov, özerk devlet projesini gerçekleştirmek için ayrı bir parti örgütünün de gerekli olduğunu düşündü ve Haziran 1918’de, Müslüman Komiserliğinin bütün bölgesel şubelerinin konferansını topladı. Bu toplantıda, bir Rus Müslümanları Komünist (Bolşevik) Partisi ve bu partiyi yönetecek ayrı bir Merkez Komitesi kuruldu. Vahitov’un, bu cesur adımı atarken, Rus Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin onayını alıp almadığı bilinmemektedir. Zaten, karşı olsa bile Moskova’nın müdahale etmeye zamanı olmadığı gibi, Vahitov da bu planı uygulama olanağı bulamadı. Çünkü, Müslüman Komiserliği’ne atandığından beri kurduğu bütün parti ve devlet aygıtı, aniden meydana gelen yeni gelişmeler sonucu yıkıldı.

1918 yazında, Sibirya’daki Rus kamplarından, Avrupa’daki Batı cephesine sevkedilen Çek savaş esirleri, Bolşeviklerle çatışmaya girdiler ve tren yollarının üzerindeki şehirleri tek tek ele geçirmeye başladılar. Çek isyancıları, Sovyet yönetimindeki Volga-Ural bölgesine doğru yönelince, Komünistler ve Sovyet rejimiyle işbirliği yapan diğer unsurlar Kazan’ı terkederek Kızıl Orduyla birlikte batıya doğru çekildiler. Müsbüro ve Gubmuskomy, bir gecede ortadan kalktı. Vahitov, Kazan’da, Çekler’e esir düştü ve önde gelen çok sayıda yerel Bolşevikle birlikte idam edildi.

BAŞKIR VE KAZAK-KIRGIZ STEPLERİ

Bu bölgede en çaplı kolonizasyon politikası, Stolypin reformları (1907-1911) döneminde uygulanmıştı. Aşırı kalabalık olan Rus köylerini bir ölçüde rahatlatmak ve topraksız köylülerin toprak taleplerini karşılamak üzere önemli bir Rus köylü nüfusu, göçmen Türki aşiretlerin yaşadığı steplere yerleştirildi. 1916’ya gelindiğinde, Kazak-Kırgız bölgelerinde, Çarlık Kazaklarından22 ve Rus köylülerinden oluşan, 144.000 kişinin yaşadığı 530 kolonyalist yerleşim bölgesi kurulmuştu. Bu kolonizasyon, elbette, yerli halkın, yaşadığı topraklardan sürülmesiyle gerçekleştirilmişti ve bu da kaçınılmaz olarak ayaklanmaya yol açtı. İsyancılar, Ruslar’ın ve Çarlık Kazaklar’ının yerleşim bölgelerine saldırdılar ve bu saldırılarda yaklaşık 2.500 Rus ve Çarlık Kazağı yaşamını yitirdi. 1916 İsyanı, Çarlık kuvvetleri tarafından bastırıldı ve 300.000 Kazak-Kırgız, yaşadıkları topraklardan sürüldü ya da dağlardan kaçarak Çin’in Singiang bölgesine sığındı.

1917 Şubat Devrimi’nden sonra, yarı-göçebe yerli halkla, Rus kolonyalist nüfusu arasındaki çatışma yeniden başladı. 1917 Temmuz’unda, Alma-Ata’da kendi konferanslarını toplayan Semicherensk bölgesinin kolonyalist Rus köylüleri, zorla sürgün etmek de dahil, yerli halkı bastırmak yönündeki önlemleri kabul ettiler. Yaz aylarında, 1916 isyancıları, sığındıkları Çin’den kendi topraklarına geri dönmeye başladılar. 1916 isyanından beri zaten öfke içinde olan ve yerli halkın topraklarını yağma etmiş bulunan Rus yerleşimciler, yerlilerin geri dönüşüne sessiz kalmak niyetinde değillerdi. Kolonyalist silahlı birlikler oluşturularak, açlık ve sefalet içinde geri dönen yerlilere karşı bir katliama girişildi, bazıları diri diri yakıldı. İslâm kaynaklarına göre öldürülen yerlilerin sayısı 83.000’i bulmaktadır. Şiddetin doruğa çıktığı Eylül ayında Geçici Hükümet, bölgede sıkıyönetim ilân etti.

1917 sonlarına doğru, Başkır ve Kırgız Alaş-Orda Partisi liderleri, bölgede üçüncü bir güç oluşturan, Orenburg’lu Çarlık Kazaklarıyla bağlantı kurdular. Orenburg’lu Çarlık Kazaklarının lideri Ataman Dutov, Kazak-Kırgız politik liderleriyle, anti-Bolşevik temelde anlaşmaya vardı.

Bolşeviklerin bu bölgede parti aygıtı yoktu. Taraftarlarının büyük kısmı garnizonlardaki askerlerdi. Ekim’in ilk aylarında, tren yolu işçilerinin ve kolonyalist Rus nüfusunun desteğini de kazandılar. Komünistlerin “proletarya diktatörlüğü” sloganını yerli halka karşı kullanabileceklerini düşünen kolonyalist köylüler ve Çarlık döneminden kalma resmî görevliler, Bolşeviklerin safına geçti: Bolşevizm işçilerin, askerlerin ve köylülerin yönetimi demekti; Kazak-Kırgızlar’da ise ne işçi, ne köylü, ne de asker vardı; bu yüzden Kazak-Kırgızlar yönetilmeye müstahaktılar.

İç savaş süreci içinde, Kolçak ve Dutov’un kumandasındaki Beyazların yenilgiye doğru gitmesi üzerine, Alaş-Orda, 1919 yazında Kızılların safına geçti. Sovyet hükümeti, yerli halk üzerinde nüfuza sahip Alaş-Orda’nın desteğini kazanmak için enerjik adımlar attı.

BAŞKIR ÖZERK CUMHURİYETİ

Vahitov’un Çek isyancılar tarafından öldürülmesinden sonra, Sovyet hükümeti, birleşik Tatar-Başkır devleti fikrinden vazgeçerek, Volga-Ural bölgesinde ayrı özerk cumhuriyetler kurulması yoluna gitti.

1918 Şubat’ında, Orenburg’da, Bolşevikler tarafından tutuklanmış olan Zeki Validov, kısa süre sonra hapisten kaçtı ve bir kaç ay içinde örgütlediği askerî birlikleri, Samara’da, SR hakimiyetindeki Kurucu Meclis Komitesi (Komuch) tarafından örgütlenen anti-Sovyet Beyaz güçlerin safında savaşa soktu.

Ancak Başkırlarla Beyazlar arasındaki işbirliği uzun sürmedi. Beyaz liderlerde, azınlık milliyetlerin taleplerine sempatiyle yaklaşacak ne zekâ, ne de esneklik vardı. Komuch, gelecekteki bir ulusal özerkliği ve Başkırların diğer taleplerini reddetti. Bunun yanısıra, Başkırların askerî operasyonlardaki yetkilerinin kısıtlanması, Çarlık Kazağı birliklerin yerli halkın yerleştiği köylerde konaklaması ve halkın vergilendirilmesi konularında da Başkırlarla Beyazlar arasında sürtüşmeler çıktı. Kasım 1918’de Amiral Kolçak, Komuch’u devirip diktatörlüğünü ilân edince, Beyazlarla Başkırlar arasındaki ilişkiler daha da kötüye gitti. Yerel halkın milliyetçi hareketine karşı olumsuz duygularını gizlemeye gerek görmeyen Kolçak, bağımsız Başkır birliklerinin dağıtılması ve askerlerinin Beyaz Orduya katılması emrini verdi. Bunun üzerine Başkırlar, Beyazların safından Kızılların safına geçtiler.

Bolşeviklerle, Başkır ulusal hareketinin liderleri arasındaki bu ittifak, kısmen, iki tarafın anlayışları arasındaki büyük uçurum, kısmen de, bölgedeki Başkır ve Rus nüfusun çıkarları arasındaki temel ayrılıklar nedeniyle, sağlam bir zemine dayanmıyordu. Bolşeviklerle, İç Savaşın geç bir aşamasında ilişkiye geçen ve bu yüzden komünist yöntemlerin yabancısı olan Başkırlar, kendilerine verilen ödünlerin, aslında saf değiştirmelerini sağlamak için kısa vadeli bir taktik olduğunu kısa sürede anladılar.

Ural bölgesindeki çoğu Sovyet kurumu, diğer Müslüman bölgelerinde olduğu gibi, Büyük Rusların egemenliğindeydi. Bu örgütler, büyük ölçüde, Rus kökenli işçilere, askerî garnizonlardaki askerlere ve kolonyalist Rus köylülerine dayanıyordu. Bu yüzden, Başkır bölgesindeki Sovyetlerin genellikle buralarda yaşayan Rus nüfusun çıkarları yönünde davranmış olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Başkırlar çoğunlukla Sovyetlerin dışında tutulmuş ve Bolşeviklerin müsadere ettikleri, devlete, kiliseye ve özel şahıslara ait topraklar Rus kolonyalist nüfusuna dağıtılmıştı. “Bütün iyi niyetimize rağmen,” diye yazıyor bir merkezî Sovyet delegesi, “Rus kulaklarının Başkır topraklarına yönelik saldırılarında koçbaşı olmaktan kurtulamadık.”23 Öte yandan, Başkırların aleyhindeki diğer bir önemli faktör de, Başkır bölgelerindeki Tatarların, yerli halka karşı olan Rusların safında yer almalarıydı.

Başkır özerk cumhuriyetine ilişkin yaşanan bütün bu süreçler boyunca, bir Volga Tatar devleti kurulması sorunu askıya alınmıştı. Tatarlar, komünist harekette, Başkırlarla kıyaslandığında çok daha büyük bir ağırlığa sahiplerdi ve onların hedefleri çok daha büyüktü. Başkır milliyetçilerinin özerk devlet hedefi, Tatar entellektüellerini tatmin edemezdi. Tatar komünistleri, ayrı bir Tatar özerk devleti konusunda istekli değillerdi. Onlar, tek bir Volga-Ural cumhuriyeti kurma olanağının doğması için İç Savaşın bitmesini bekliyor ve faaliyetlerini Rusça çapında sürdürüyorlardı. Bu sırada Tatar komünistlerinin lideri, Mirza Sultan Galiyev’di.

Sultan Galiyev, Rusya Müslüman hareketinin sol kanadında yer almış ve Vahitov tarafından kurulan Müslüman Sosyalist Komitesi’ne katılmıştı. 1917 sonlarında, Vahitov’la birlikte komünistleri destekledi. Bolşeviklerin, milliyetçi Tatar hükümetini düşürüp Kazan’ı ele geçirmesinden sonra, yerel Sovyet hükümetinin Uluslar ve Eğitim Komiseri olarak görev yaptı ve Şubat 1918’de, Kazan’daki Müslüman Şura’sını ezen Devrimci Kurmayla birlikte çalıştı. Çekler’in Kazan’ı ele geçirmesi üzerine, Moskova’ya gitti. Vahitov’un ölümünden sonra Müslüman komünist hareketinin lideri oldu.

Stalin, Sultan Galiyev’i Uluslar Komiserliğine aldı ve daha önce Vahidov’a verdiği desteği ona da verdi. Galiyev, Stalin’in himayesinde hızla yükseldi. Aralık 1918’de, kısa süre önce Uluslar Komiserliği’nin, Troçki’nin Savaş Komiserliği’nden devraldığı, Kızılların saflarında savaşacak Müslüman birliklere komutan yetiştiren Merkezî Müslüman Askeri Akademisi’nin başkanlığına atandı. 1919 yılı boyunca, Stalin tarafından verilen görevleri yerine getirmek için birçok yolculuk yaptı ve bölgelerdeki Müslüman komünistlerini örgütledi. 1920’de, Stalin tarafından, Uluslar Komiserliğinin üç kişilik yönetimine getirildi ve Komiserliğin bastığı Zhizn’ natsional’nostei’nin (Ulusların Yaşamı) editörlerinden biri oldu. Bu dönemde Galiyev, Sovyet hiyerarşisinin en üstünde yer alan ve komünist rejimin Doğu politikasını etkileyen, en önemli Müslüman kökenli komünistti.

Sultan Galiyev’in, Bolşevik partisinin Doğu politikalarından önemli ayrılıkları vardı. Zhizn’ natsional’nostei’de, 1919 sonbaharında yayımladığı bir dizi makalede, komünist liderlerin, ağırlığı, Batı’daki devrimci faaliyetlere vererek büyük bir hata yaptıklarını belirtti. Kapitalist zincirin zayıf halkası Batı değil, Doğu’ydu ve Doğu ülkelerindeki devrimci faaliyete yeterince önem verilmemesi, Dünya komünist devriminin başarısızlığına yol açacaktı. Öte yandan Doğu’da sanayi proletaryası zayıf ve buradaki halklar daha dindar oldukları için, Doğu bölgelerinde, Batıdaki yöntemlerden farklı yöntemler uygulamak gerekiyordu.

Bu görüşler, 1919-1920’lerdeki Bolşevik stratejiyle temelde çelişmediğinden, Moskova, Sultan Galiyev’i bir süre daha destekledi. Kaldı ki, o sırada Moskova’nın, Müslüman komünistlerin desteğine şiddetle ihtiyacı vardı. Ancak, partide, çıkarlarını Kazan bölgesindeki Rus çıkarlarına bağlamış ve Galiyev’in tersine, Sovyet liderlerinin yerli uluslara ödün vermesine karşı mücadele eden, asimile olmuş bir Tatar grubu daha bulunuyordu.

Galiyev’in grubu, bir Tatar cumhuriyeti için baskı yapana kadar, iki fraksiyon arasında açık bir çatışma meydana gelmedi. Fakat 1919 sonunda, Volga-Ural bölgesi Beyazlardan temizlenince, Galiyev ve taraftarları, Ağustos 1918 Çek ayaklanmasıyla önlenen Tatar-Başkır devleti sorununu yeniden gündeme getirdiler. Bu konu, Kasım 1919’da toplanan İkinci Doğu Komünistleri Konferansı’nın gündeminde yer aldı. Galiyev, Volga-Ural’daki Rus olmayan halkların yaşadığı bütün bölgeleri kucaklayacak bir cumhuriyet istiyordu. Fakat Moskova, var olan Başkır Cumhuriyetini korumakta ısrar edince bu fikri bırakmak zorunda kaldı. Galiyev ve taraftarları bu yüzden, ayrı bir Volga Tatar Cumhuriyetini kabul etme noktasına geldiler. Galiyev karşıtı grubun aktif olarak karşı çıkmadığı bu öneriyi Moskova destekledi ve bir Tatar Cumhuriyeti ilke olarak benimsendi.

Ne var ki, Galiyev karşıtları son kozlarını oynamamışlardı. Madem ki, Tatar Cumhuriyetini önleyemiyorlardı, parti ve devlet organlarındaki hâkimiyetlerine dayanarak, kurulacak cumhuriyetin yönetimini ele geçirmeliydiler. Bunun üzerine, 1920 baharında, Tatar komünistlerine, Türkistan cephesine hareket etmeleri emrini verdiler ve böylece, projelerine direnecek başlıca gücü bölgeden uzaklaştırmış oldular. 25 Haziran 1920’de, Kazan Devrimci Komitesi (Gubispolkom), yönetimi, özellikle bu amaç için kurulmuş Tatar Revkom’una devretti. Revkom, 25 Eylül 1920’de, Tatar Sovyetleri Kongresi’ni topladı. Bu kongrede, yeni Özerk Tatar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni yönetecek Tatar Halk Komiserleri Konseyi seçildi. Hükümetin başkanı, Sultan Galiyev’in rakibi, Said Galiyev’di.

1921’de toplanan 10. Kongre tarafından ilân edilen NEP, Sultan Galiyev’in komünizme bağladığı bütün umutları yıktı. NEP, her ne kadar halkın maddi koşullarında belli bir düzelmeye yol açıyorsa da, onun ve komünist arkadaşlarının eski kolonyalist rejim diye adlandırdığı düzendeki hâkim sınıfların, can düşmanları olan Rus tüccar ve memurlarının olduğu kadar, aralarındaki bütün köprüleri yaktıkları Müslüman tüccar ve din adamlarının da iktidarını yeniden teessüs ediyordu. Böylece, hem eski kolonyalistleri, hem de yerli halkın egemenlerini yerle bir edecek köklü bir devrim hayaliyle yola çıkan Müslüman komünistlerin, komünist rejimde olduğu gibi yerli halk içinde de ayaklarını basacakları zemin ortadan kalkıyordu. Onlara göre NEP, 1917 öncesine geri dönüş ve Rusya’daki sosyalist devrimin tasfiyesinin başlangıcıydı. Galiyev’in bundan çıkardığı sonuç, sanayi proletaryasının, ezilen Doğu halklarının kurtuluşunu sağlayamayacağıydı. Buradan hareketle, “proletarya diktatörlüğü” fikrinden yaptığı bir analoji ile, Doğu halklarının gerçek kurtuluşunun, sanayi proletaryasının burjuvazi üzerindeki diktatörlüğü ile değil, sömürgelerin, sanayi ülkeleri üzerindeki diktatörlüğü ile gerçekleşeceği fikrine varıyordu. Bu da ancak bir Sömürgeler Enternasyonali ile sağlanabilirdi. Elbette bunlar, Bolşevik Partisi’nin hazmedemeyeceği ölçüde Marksizm dışı ve “batıni” görüşlerdi.

Galiyev, Mayıs 1923’te, Stalin’in emriyle tutuklandı. Durumu, Moskova’da, Haziran 1923’te toplanan, özel bir azınlık temsilcileri konferansında tartışıldı. Bu toplantıda Stalin, Galiyev’i, Basmacılarla ve başta Validov olmak üzere, Sovyet rejimine karşı mücadele eden diğer milliyetçilerle işbirliği yapmakla suçladı ve “suçunu itiraf ettiği”ni de sözlerine ekledi. Galiyev bir süre sonra tahliye edildi, fakat partiden de atıldı. Burada değinemediğimiz Ukrayna ve Gürcistan örneklerinde olduğu gibi,24 yerel komünist Galiyev’in tasfiyesi, Sovyetler Birliği’nin merkezîleştirilmesi operasyonunun bir parçasıydı. Galiyev, Kasım 1929’da yeniden tutuklandı ve bu tarihten sonra kendisinden bir haber alınamadı.25 Anlaşılan, Galiyev, “hiçbir kapitalist ülkede” olmadığı ölçüde “insanın güvenliği”ni sağlayan “sosyalist Sovyetler Birliği”nin “bu avantajından yararlanmasını”26 bilememişti.

TÜRKİSTAN

1917 yazında, Türkistan’daki gerçek iktidar, SR’lerin ve Menşeviklerin ağırlıkta olduğu ve SR üyesi bir avukat olan G.I. Broido’nun başkanlığındaki Taşkent Sovyeti’ndeydi. Bolşeviklerin, 1917 Aralık’ına kadar Taşkent’te ve 1918’e kadar Türkistan’ın diğer yerlerinde bağımsız örgütleri yoktu, Sovyet’te küçük bir azınlık fraksiyonu olarak bulunuyorlardı. Ancak, Bolşeviklerin bu bölgedeki zayıflığı, gittikçe güçlenen Sol-SR Parti tarafından dengelendi ve 1917 sonunda Bolşevikler, büyük ölçüde Sol-SR’lerle yaptıkları ittifakla Türkistan’da iktidarı ele geçirdiler. Türkistan Müslüman Şurası, yeni Sovyet otoriteleriyle bağlantı kurdu ve onları, özerklik konusunda ikna etmeye çalıştı. Yeni Bolşevik-Sol-SR Hükümetinin başkanı Kolesov, bu fikre karşı olduğunu açıkladı. Bu konuyu tartışan Sovyet Kongresinin çoğunluğu, bırakın Rus otoritesini zayıflatacak bir bölgesel özerkliği kabul etmeyi, Merkezî Asya’da Müslümanların Sovyet Hükümetine katılmasına dahi karşı çıktı.

Şura, Aralık’ta, Olağanüstü 4. Kongre’nin hazırlıklarına girişti. Bu kongrenin Türkistan’ın özerkliğini ilân edeceğinden ve böylece Sovyet hükümetinin otoritesiyle çatışacağından kimsenin kuşkusu yoktu. Kongreyi önce Taşkent’te toplamayı planlayan Şura, bir İslâm bayramında, Rus askerlerin Müslüman halka saldırması üzerine, fikrini değiştirdi ve kongreyi, Taşkent’ten 220 mil uzaklıktaki, nüfusunun yüzde 95’i Müslümanlardan oluşan Kokand’da toplamaya karar verdi.

Kokand Kongresi, Taşkent Sovyet rejimi karşısında ikinci bir hükümet görevi yerine getirecek bir Merkez Komitesi seçti. Erken dönem Sovyet tarihçileri, Müslüman taleplerinin Sovyet tarafından böylesine kesin bir şekilde reddedilmesinin büyük bir hata olduğunu kabul etmektedirler. Ancak, yine aynı tarihçilere göre, bu hata tesadüfi değildi. Sovyet tarihçisi Safarov’a göre,27 1917 ve 1918 yıllarında, Taşkent’teki Sovyet iktidarı, büyük ölçüde, Türkistan’da yerleşmiş Avrupalılar ve Rus proleterleri tarafından elde edilmiş ayrıcalıkları korumakta kararlı olan “maceracıların, kariyeristlerin ve kriminal unsurların” eline geçmişti.

Kokand’daki Müslümanların özerklik ilân ettiği haberi, Taşkent’teki Sovyet yanlısı gruplar tarafından öfkeyle karşılandı ve Ocak 1918’de, 4. Bölgesel Sovyet Kongresi’nde, özerkliği sert bir şekilde suçlayan ve “karşı-devrimin ezileceğini” bildiren bir karar alındı. Bu tehdit üzerine Kokand hükümeti, dışarıdan destek arama yoluna gitti. Fakat Çarlık Kazaklar’ının lideri Ataman Dutov’un kendisi de özerkliğe karşı olduğu için, onunla yapılan görüşmeler olumlu bir sonuç vermedi. Alaş-Orda, Kokand’ın yardım önerisini soğuk karşıladı ve herhangi bir askerî yardımda bulunamayacağını bildirdi. Kokand’daki hükümeti kurmuş olan liberallerin amansız düşmanı olan, aşırı dinci Buhara Emiri, Rus iç savaşındaki tarafsızlığını korumak amacıyla, kendisinden yardım talep etmeye gelen temsilcileri kabul etmeyi bile reddetti.

Kısa süren mücadele, Kokand hükümetinin yıkılmasıyla sonuçlandı. Şehri ele geçiren askerler, bazı Ermeniler’in de katılmasıyla yağmaya giriştiler ve kaçamayan Müslümanları öldürmeye başladılar. Üç gün süren çapuldan ve kentin ateşe verilmesinden sonra Kokand bir hayalet şehre dönmüştü. Bazı Müslüman liderler tutuklandı ve Taşkent’e götürüldü.

Başarılarıyla cesaretlenen Taşkent Bolşevikleri, Buhara Emirliğini de ortadan kaldırmaya karar verdiler. Bunun için çok olumlu koşullar vardı. Çünkü Buhara Emiri Said Alim Han, Buhara’daki, Batılılaşmadan yana tüm Cedidcileri gaddarca ezen dinci bir diktatörlük kurmuştu ve Cedidciler, Emir’i devirecek herhangi bir güçle işbirliğine hazırdı. 1917 sonlarında, Buhara’nın Cedidci entelejensiyası, Emir’i devirecek bir ayaklanma için, Taşkent Sovyet otoriteleriyle bağlantı kurmuşlardı. 1918 Şubat’ında, Türkistan Sovyet Hükümetinin başkanı Kolesov’un yönetimindeki birlikler Buhara kapılarına dayandılar. Cedidistler, Emir’e, özgürlükler üzerindeki bütün baskıların kaldırılması yolunda bir ültimatom verdiler. Emir, ültimatomu reddedince Kolesov, birliklerine saldırı emri verdi. Savaş, Rusların yenilgisiyle sonuçlandı. Dinsel duyguları tahrik olan yerli halk, Emir’in etrafında birleşti ve bu arada şehirdeki Rus nüfusa karşı şiddetli bir katliama girişildi. Dört gün süren savaştan sonra KolesovTaşkent’e doğru geri çekildi. Onunla birlikte geri çekilenler arasında, iki yüz kadar Buharalı Cedidci de bulunuyordu.

BASMACI HAREKETİ

Türkistan’daki Bolşevik-Rus yönetiminin baskı ve yağması ve savaş komünizminin köylülerin ürünlerine el koyma politikası, sonunda, yerli halk tarafından desteklenen ve Türkistan çapında yayılan bir köylü gerilla hareketine yol açtı. Basmacı28 adını taşıyan bu hareket, Sovyet Rusya tarihindeki en direngen köylü hareketlerindendir.

Ancak Basmacı hareketinin en büyük zaafı, parçalanmış bir yapıya sahip olmasıydı. Çeşitli gerilla şeflerinin komutası altında hareket eden çeteler, zaman zaman birbirleriyle de çatışıyor ve güçlerini koordine etmekten kaçınıyorlardı. Aralarındaki çatışmalar dolayısıyla, bazı çetelerin, arasıra Kızıllarla işbirliğine gitmesi de görülmeyen olaylardan değildi. Buna rağmen, Basmacı ayaklanması, 1918-24 yıllarında, özellikle de 1920-22 yıllarında Sovyet yönetimine kök söktürdü.

Sovyet Hükümeti, 1919 Kasım’ında Taşkent’e, Türkistan komünist hükümetinin yetkilerini devralacak beş kişilik bir komisyon atadı. Komisyon’un, Moskova’ya gönderdiği raporda, Çarlık rejiminin eski görevlilerinin, maceracı ve kulakların, kendilerini sınıf mücadelesi adı altında kamufle ederek, yerli halka zulüm yaptıkları belirtiliyordu. Rapora göre, bölgenin birçok yerinde Sovyet yönetimi, ulusal boğazlaşmaların silahı olarak kullanılmıştı.

Buhara Emirliğinin dışında, Türkistan’daki ikinci bağımsız devlet olan Hive Hanlığı, Şubat 1920’de, Bolşevikler tarafından ortadan kaldırıldı. Bu devlet, 1918’den beri, Türkmen ve Özbekler arasında, su kaynaklarının paylaşımı konusunda cereyan eden iç mücadele ve muhafazakâr dinci unsurlarla liberal cedidciler arasındaki çatışma nedeniyle zaten parçalanmış durumdaydı. Kısa süreli bir askerî harekâtla ele geçirilen Hive’de cedidciler, komünistlerin desteğiyle iktidara geldiler ve Rusya’nın koruyuculuğunda yarı-bağımsız bir devlet olan Horasan29 Halk Cumhuriyeti’ni kurdular. Horasan’ın ele geçirilmesi bir kere daha Buhara’nın yolunu açmıştı. 1920 Mayıs’ında, Dördüncü Ordu Komutanı Frunze, Türkistan’daki yerli halktan da asker toplayarak, Emirliği işgâl etme hazırlıklarına girişti.

Cedidciler Kızılorduyu yardıma çağırdılar. Sovyet birlikleri Buhara’ya doğru ilerledi. Frunze’nin birlikleri ağır kayıplara rağmen sonunda, 2 Eylül 1920’de kenti ele geçirdi. Emir ve maiyeti, dağlara çekildi ve daha sonra da Afganistan’a iltica etti. Ancak, birçok taraftarı, Sovyet yönetimini önemli ölçüde taciz edecek olan İbrahim Bey komutasındaki Basmacı birliklerine katıldı.

Buhara’nın Bolşevikler tarafından işgâli, Basmacı hareketini yeniden canlandırdı. Önceleri, Emir’in zulmünden bıkan yerli halk, bu değişikliğe karşı hayırhah bir tutum takınmıştı. Ancak kısa süre sonra, Bolşeviklerin, Doğu Buhara’yı “güvenilmez” yerel milislerden temizlemeye başlaması üzerine, Basmacılar karşı saldırıya geçtiler. 1921 sonunda, Doğu Buhara’nın büyük kısmı Basmacıların kontrolüne girdi. Basmacılar, Afganistan’a kaçmış olan Buhara Emir’inden askerî yardım alıyorlardı. İşte bu koşullarda, Türkiye’deki yıkılmış Jöntürk hükümetinin lideri Enver Paşa, Buhara’nın siyaset sahnesinde boy gösterdi.

Enver Paşa, 1921 yılını, önce Baku’de, Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesinden sonra da Batum’da geçirdi. Türk sınırına yakın yerlerde kalmasının sebebi, muhtemelen, yeni Türk yöneticileriyle bağlantı kurma isteğiydi. Yılın sonunda, Sovyet yönetimi, onun Müslüman halk içindeki popülaritesinden yararlanmaya karar verdi ve Basmacılarla yürütülen savaşa yardımcı olması için merkezî Asya’ya gönderdi.

Enver Paşa, Buhara’ya, Kasım 1921’de avdet etti. Kısa sürede, yerli halkın muhalefetine katılmasının, kendisine, bir Sovyet ajanı olarak oynacağı rolden çok daha büyük bir ün kazandıracağını kavradı. Üstelik bölük pörçük Basmacı hareketinin, kendisi gibi, ünü büyük, birleştirici bir lidere ihtiyacı vardı. Kırgız, Özbek ve Türkmen kökenli Basmacı çetelerinin aralarındaki kavgaya ancak böyle bir lider son verebilirdi. Birleşmiş bir Basmacı hareketi, Enver Paşa’nın Pan-Turancı idealleri için gelecek vadediyordu.

Kasım sonunda, bir av partisi bahanesiyle Buhara’yı terk etti ve Basmacı liderlerinden İbrahim Bey’in karargâhına doğru yola çıktı. Onunla birlikte, Buhara hükümetinde başkan, aynı zamanda İçişleri ve Savaş Bakanı olan Osman Hoca da dahil olmak üzere Buhara hükümetinin birçok önde gelen üyesi dağlara çıktı. Basmacılar, bunun bir Komünist tuzağı olduğundan korktukları ve Enver Paşa’nın yanındaki Cedidci gruptan hoşlanmadıkları için, önce soğuk karşıladılar. Fakat Enver Paşa’yla mektuplaşan Buhara Emiri, Basmacıların lideri İbrahim Bey’e, Enver’in ününden ve askerî becerilerinden faydalanması ve ona, Doğu Buhara’daki isyancı kuvvetlerin komutanlığını vermesi talimatını yolladı. Bunun üzerine Enver Paşa, gerilla güçlerinin lideri olarak faaliyetine başladı.

1922 başında, Duşambe’yi ele geçirmesi, en büyük başarısı oldu. Buradan, otoritesini yayması daha kolay olacaktı. Bahar aylarında, birkaç bin Basmacı gerillasından oluşan güçleriyle, Batı Buhara’ya ve Türkistan düzlüklerine ilerlemesinin önündeki en büyük engel olan Baysun’a saldırdı, fakat burayı ele geçiremedi. Başlangıçtaki zaferlerine rağmen Enver Paşa, bütün Basmacı güçlerine liderliğini kabul ettirmeyi başaramadı ve yerel bir Basmacı lideri olarak kaldı. Doğu Buhara’daki 16 bin gerilladan ancak üç binine kumanda edebiliyordu. Emir’le ve İbrahim Bey’le anlaşmazlığa düşmesi ise, sonunu hazırlayan en önemli faktör oldu.

Bir muharebe sırasında, Enver Paşa, zor durumdayken, İbrahim Bey yardımına gelmeyi reddetti. Enver Paşa’nın komutası altındaki Afgan aşiretlerine, köylerine geri dönmeleri emri verildi. Sonunda, çevresindeki çok az bir Basmacı kuvvetinin başında savaşmak zorunda kalan Enver Paşa, Bolşevikler tarafından sıkıştırılıp öldürüldü.

Sonuçta Basmacı hareketi, askerî önlemlerle değil, NEP döneminin politik ve ekonomik önlemleriyle etkisini yitirdi. RKP Merkez Komitesi Türkbüro ve Türkomissia bir dizi, geniş çaplı reform gerçekleştirdi. Devlet adına el konan Vakıf toprakları Müslümanlara geri verildi; medrese ve mektep türü dinî okullar yeniden açıldı; şeriat mahkemeleri geri geldi. NEP’le birlikte, ürünlere zorla el koyma politikasına son verildi ve özel ticarete izin verildi.

KIRIM

1917’nin sonlarına doğru Bolşevikler, Kırım politik arenasında önemli bir rol oynamaya başladılar. Kırım’da ilk Bolşevik örgüt, Petrograt’dan politik ajitasyon amacıyla gönderilmiş, merkezî üssü Kronstadt olan Baltık donanması bahriyelilerinin ve Bolşevik Merkez Komitesi tarafından gönderilen parti örgütçüsü Jean Miller’in çabalarıyla, 1917’nin Haziran ve Temmuz aylarında kuruldu. Bolşevikler güçlerini, Sıvastopol’a yoğunlaştırdılar. Yaz aylarındaki rakamlarla, 27.000 SR ve 4.500 Menşevik’in yanında, 250 Bolşevik üye önemsiz görünmektedir, ancak bu çekirdek, gelecekteki olaylarda önemli bir rol oynayacaktır.

Tatar milliyetçileri, 26 Kasım’da Bahçesaray’da bir Tatar Kurultay’ı topladılar. Kurultay, Çelebiyev’in başkan, Seyidahmet’in Dışişleri ve Savaş Bakanı olduğu beş kişilik bir Ulusal Yönetim atadı. Böylece Kurultay, Tatar bölgesel özyönetimini ve Kırım Tatar Hükümetini de facto kurmuş oluyordu. Şimdi sorun, Bolşevik otorite ile Tatar otoritesinin ne zaman çatışacağıydı.

Aralık 1917’de, Kırım, Sıvastopol ve Simferopol’deki iki politik güç arasında bölünmüştü. Sıvastopol, Bolşeviklerin elindeydi, Simferopol ise, Tatar milliyetçilerinin. Sıvastopol bahriyelileri arasında, Kurultay’ın faaliyetleri konusunda büyük bir hoşnuzsuzluk vardı. Kentin Bolşevik Merkez Komitesi, yarımadanın “Tatar diktatörlüğü” tehdidi altında olduğu propagandası yaparak, bahriyelilerin anti-Tatar duygularını kışkırtıyordu. Ocak 1918’de, Sıvastopol Revkom’u tarafından yönlendirilen bahriyeli birlikleri Kırım’ın kuzeyini işgâl etmeye girişti.

Ocak 1918’de, Tatarlar, Kızılordu birliklerini silahsızlandırmaya kalkıştılar. Buna misilleme olarak, Sıvastopol, 3.000 kişilik silahlı bir bahriyeli birliğini, “karşı-devrimi” bastırmak üzere Simferopol’e gönderdi. 13-26 Ocak günlerinde meydana gelen Siuren tren istasyonu yakınındaki savaşta milliyetçiler yenildi ve bahriyeliler Simferopol’e girdiler. Kurultay ve diğer milliyetçi kurumlar dağıtıldı. Milli Fırka’nın üyeleri Tatar köylerinde saklandılar. Çelebiyev, Kızıllara yakın bir konumda olmasına rağmen tutuklandı. Şubat 1918’de, bir grup bahriyeli, muhtemelen üstlerinin emri olmaksızın, onu kurşuna dizip cesedini denize attı.

Simferopol’u ele geçiren bahriyeliler, yerli halka karşı yağma eylemlerine giriştiler. Ancak, çoğu Ukrayna kökenli olan bahriyeliler, kısa süre sonra, Sovyet güçlerinin Ukrayna’ya saldırdığını öğrenince, Bolşeviklerden uzaklaşmaya başladılar. Mart 1918’de Baltık donanması tam bir hayal kırıklığı ruh haline girdi. Bahriyeliler arasındaki büyük hoşnutsuzluk, kiminin askerden kaçmasına, kiminin de Beyaz orduların saflarına geçmesine yol açtı. Böylece, merkezî üssü Kronstadt olan Baltık bahriyelileri ile komünistler arasındaki işbirliği sona ermiş oldu.

Haziran 1919’da, Denikin’in beyaz orduları Kırım’ı işgal edince, Sovyet hükümeti bölgeyi terk etmek zorunda kaldı. Denikin, o zamana kadar görülmüş en reaksiyoner rejimi kurdu. Onun, Tatar milliyetçi hareketine karşı tavrı da son derece düşmancaydı. Denikin, eski Vakıf Komisyonunu restore etti ve Çarlık zamanındaki Müftüyü eski görevine iade etti. Yeraltına sürülen Milli Fırka’nın, Komünistlerle işbirliği yapmaktan başka çaresi yoktu. Denikin’in istifasından sonra, 1920 başında onun yerini alan Baron Wrangel, halefinin hatalarını düzeltmeye çalışarak, özerklik ve dinsel öz-yönetim de dahil olmak üzere, Tatarlara bol bol vaadlerde bulundu, fakat artık çok geçti.

1920 sonunda, komünistler, Ukrayna’da bir Kırım Devrimci Komitesi (Krymrevkom) örgütlediler ve Beyaz savunmayı yararak yarımadayı üçüncü kez ele geçirdiler.

Sovyet yönetimi kurulur kurulmaz, Milli Fırka, Komünistlerle ilişkilerini daha iyi ve sürekli hale getirmek amacıyla komünist ve Müslüman idealler arasındaki benzerliklere dikkat çekti. Parti, uluslararası emperyalizme, dinî tutuculuğa ve ekonomik sömürüye karşı mücadelede Sovyet rejimi ile işbirliği yapmaya hazır olduğunu açıkladı. Fakat Kırım Komünistleri bu işbirliği çağrısını geri çevirdiler ve Milli Fırka’yı, karşı-devrimci bir örgüt olarak damgalayıp, yasa dışı ilân ettiler.

TRANSKAFKASYA BAĞIMSIZ FEDERASYONU

Bolşevik Bölge Komitesi, Petrograt’la anlaşma halinde, Tiflis’te iktidarı ele geçirmek için Aralık başını saptadı. Plana göre, tamamen Bolşeviklerin kontrolü altındaki Tiflis Garnizonundan çıkan Bolşevik yanlısı piyade birlikleri şehri ele geçirecek ve Menşevik yönetimi yıkarak yerine Halk Komiserleri Meclisi’nin iktidarını kuracaktı. Ancak 14 Kasım’da, Transkafkasya’daki Gürcü Menşevik Hükümeti Tiflis’te sıkıyönetim ilân etti ve Bolşevik yanlısı askerî birlikleri şehrin dışına çıkarttı. Ayrıca Çarlık Kazaklarından oluşan birlikler, Bolşeviklerin aktif oldukları Baku’ya sevkedildi. Menşeviklerin silahlandırdığı Tiflis’teki Gürcü işçiler, Bolşevik yanlısı askerî birlikleri tamamen silahtan arındırdı. Bunun üzerine Bölge Komitesi, planı uygulamaktan geçici olarak vazgeçti. 1918 Şubat’ında Bolşevik Parti, yasadışı ilân edildi.

Bu sırada, Türk ordusu, Trabzon’daki barış görüşmelerinin kesintiye uğramasından da yararlanarak Batum’a doğru ilerlemeye başladı. On gün sonra Kars düştü. Bu durumda Menşevik Transkafkasya Hükümeti, daha fazla toprak kaybını önlemek için Türk taleplerini kabul etmek ve yeni sürprizlerle karşılaşmamak için de Boşleviklerin merkezî iktidarı ele geçirdikleri Rusya’dan bağımsızlığını ilân etmekle yüzyüze geldi. Sonunda, uzun tartışmaların ardından, Kadet ve SR’lerin itirazlarına rağmen, 22 Nisan 1918’de, Transkafkasya Bağımsız Federasyonu ilân edildi.

Transkafkasya Federasyonu, kurulduktan birkaç hafta sonra, iç çatışmalar ve Türk ve Alman birliklerinin işgâli nedeniyle parçalandı. Türk ordusu ülkenin güneydoğusunu işgâl etti, Bolşevikler Baku’yu ele geçirdi. Büyük ölçüde Gürcü Menşeviklerinin hâkimiyetinde olan Trankafkasya hükümetinin elinde, Tiflis ve çevresinden başka bir bölge kalmadı. Türk ordusunun ilerlemesiyle, Transkafkasya kentleri, Türklerden kaçan Ermeni sığınmacılarıyla doldu. Transkafkasya Bağımsız Federasyonu’nun çökmesi üzerine 26 Mayıs’ta Gürcü Ulusal Meclisi, Gürcistan’ın bağımsızlığını ilân etti. Ardından Azerbeycan ve Ermenistan da aynı yolu izledi. Böylece, Gürcü, Azeri ve Ermenilerden oluşan Transkafkas Federasyonu fiilen sona ermiş oldu.

AZERBAYCAN BAĞIMSIZ CUMHURİYETİ

Transkafkasya Federasyonu’nun dağılmasından kısa bir süre sonra, Azerbeycan Ulusal Meclisi, Tiflis’den, 1918 Haziran’ında, Enver Paşa’nın üvey kardeşi Nuri Paşa’nın komutası altındaki Türk birlikleri tarafından ele geçirilmiş olan Gandza’ya taşındı. Azeriler, oradan, Türk birliklerinin yardımıyla Baku’ya ulaşmayı umuyorlardı. Başlangıçta, Azerilerle Türk müttefikleri arasındaki ilişki dostçaydı ve gelecek vadediyordu. Ancak balayı kısa sürdü. Sosyalistleri de içeren, Resulzade’nin ve Musavat’ın önderliğindeki hükümet, radikal sosyal reformlara girişti. Bu, muhafazakâr Osmanlı paşalarının hoşuna gitmedi. Musavat’ın, toprakların kamulaştırılıp topraksız köylülere dağıtılmasına ilişkin programı onların kabul edebileceği bir şey değildi. Nuri Paşa, Haziran ortalarında, Ulusal Meclis’in ve hükümetin dağıtılması emrini verdi. Yeni kurulan hükümette hiçbir sosyaliste yer verilmediği gibi, Musavat’ın ağırlığı da azalmıştı. Bunun üzerine, Musavatçılar, Türk ordusunun koruyuculuğu altında gerçek bir özyönetim kurabileceklerine olan bütün umutlarını yitirdiler.

Azeriler, petrol şehri Baku’nün ele geçirilmesine yönelik askerî kampanyada önemsiz bir rol oynadılar ve Baku, Romanya cephesinden ve Karadeniz’den getirilen birliklerin yardımıyla Türk ordusu tarafından işgâl edildi. Türk ordusunun şehre girmesiyle birlikte Müslümanlar, Ermeniler’in Mart ayında Bakü’de Müslümanlara karşı düzenlediği katliamın intikamını almaya giriştiler. Yedi gün süren pogromlarda, tahmini olarak dört bin Ermeni öldürüldü. Baku’yu ele geçiren Türkler, Kuzey Kafkasya’yı ele geçirmek amacıyla Hazar kıyıları boyunca Dağıstan’a doğru ilerlediler. Fakat, merkezî devletler arasında yapılan mütareke üzerine Türk ordusu ilerlemesini durdurdu.

Türkler, Doğu Kafkasya’daki kısa süreli ikâmetleri sırasında Azeri halkın sempatisini kazanamadılar. Başlangıçta, bölgenin köylü ve şehirli halkı tarafından büyük bir sevgiyle karşılanmışlardı. Fakat Osmanlı paşaları toprak reformunu durdurma, işçi sendikalarını kapatma, sosyalist örgütleri bastırma, halkın 1917’den beri elde ettiği sosyal ve politik kazanımları zorla geri alma politikası izleyince, bu coşku bir anda yerini hayal kırıklığına bıraktı.

MUSTAFA KEMAL-LENİN İTTİFAKI

Koşullar, Sovyet Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu’nun fiilen çöküşünden sonra Anadolu’da kurulmuş Kemalist Türkiye’yi uzlaşmaya zorladı. Her iki hükümet de Batı devletlerinin baskısı altındaydı, öte yandan Kemalistlerin paraya ve silaha ihtiyacı vardı ve o koşullarda bunu onlara sağlayacak tek güç, yakın Doğu’da köprübaşı tutan bir müttefike sahip olmak isteyen Bolşeviklerdi. Böylece, 1919-20 kışında Rus-Türk ittifakı gerçekleşmiş oldu. İlk kurulan temaslarda, Mustafa Kemal, Bolşeviklere, Jöntürklerin Pan-Turancı hedeflerini paylaşmadığını ve Türkiye’nin, Kuzey Kafkasya ve Azerbaycan üzerindeki tüm iddialarından vazgeçtiğini bildirdi. Bunun karşılığında, Komünistlerden, Anadolu’ya yönelik propaganda faaliyetlerine destek vermemelerini talep etti. Kemalistlerle Bolşevikler tam bir mutabakata vardılar.

Bu ittifakın ardından, 1920 başlarında, Transkafkasya’daki bağımsız devletleri yıkmak için açık bir işbirliğine girdiler. Kemalistler, Azerbaycan Komünist Partisi’nin yaptığı gizli bir toplantıda hazır bulundular ve Azerbaycan ulusal hükümetine karşı Komünist Parti’nin girişeceği darbeye yardımcı oldular.30 Kafkasya’daki Türk-Sovyet ortaklığının en aktif unsurlarından biri de, düşük Jöntürk hükümetinin önde gelen simalarından biri olan, Halil Paşa’ydı. Enver Paşa’nın amcası olan Halil Paşa, savaş sırasında bir Türk birliğine komuta etmiş ve Ağustos 1919’da, İstanbul’da hapisten kaçmıştı. Resmî tarih, Jöntürklerle Kemalistler arasındaki çatışmaya önemli bir yer verirken, iki kesimin Kafkasya’daki yakın işbirliğini titizlikle örtbas etmiştir. Kemalist-Bolşevik ittifakının sonucunda Kemalistler, bu bölgenin Sovyetler Birliği tarafından işgâli için ellerinden gelen her türlü desteği verdiler ve bu da Transkafkasya Federasyonu’nun yıkılmasından sonra kurulan Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan bağımsız cumhuriyetlerinin sonunu hazırladı. Resmî tarih, bu ittifakın, Türkiye’nin yararına olan yönünü vurgularken, Transkafkasya’daki sonuçları üzerinde durmamayı tercih eder.

AZERBAYCAN’IN İŞGALİ

Moskova, 1920 Mart’ında Transkafkasya’yı işgal etmeye karar verdi. Bunun için, Orjanikidze’nin başkanlığında bir Kafkasya Bürosu (Kafbüro) oluşturuldu.

Sovyet işgalinin yaklaşmakta olduğunu gören Azerbaycan hükümeti, kendini kurtarmak için bir yandan Orjanikidze ile pazarlığa oturmanın yollarını ararken, bir yandan da İran’la birleşme sorununu tartışmaya başladı. Öte yandan, İşgâl tehdidi, Musavat içinde iki fraksiyonun doğmasına yol açtı. M. Hasan Hadzhiskii ve Resulzade’nin başında bulundukları hizip, uzlaşmadan yanaydı, Han Khoiskii de, uzlaşmaya karşı çıkan hizbi temsil ediyordu. Zengin toprak ağalarının ve din adamlarının partisi olan, Musavat’ın muhafazakâr rakibi Birlik ise, kısmen Bolşeviklerin, o sırada girişmeyi uygun buldukları Pan-İslâmcı ve Pan-Turancı propagandanın cazibesine kapıldığından, kısmen de, büyük ölçüde toprak reformu sorunu yüzünden çatıştığı, rakibi Musavat’ı köşeye sıkıştırmak için, bu kritik anda en komünist taraftarı parti konumundaydı. 1920’lerin başındaki reaksiyoner Birlik Partisi’nin, Azerbaycan Komünist Partisi’nin bir uzantısı haline geldiği bile söylenebilir.

Musavatçılar, yeraltındaki Bolşeviklerle pazarlığa girerek, komünistlere hükümette çeşitli mevkiler teklif ettiler ve cumhuriyeti korumak için birçok tavizler verdiler. 1920 başlarında Nuri Paşa’nın yerine Dağıstan’daki Kırım partizanlarının komutanlığına getirilmiş olan Halil Paşa, Azerbaycan yöneticilerine, Kızılların kendilerine karşı kötü bir niyet taşımadığı, onlarının bu bölgedeki askerî faaliyetlerinin bütün amacının Türkiye’deki milliyetçi güçlere yardım ulaştırmaktan ibaret olduğu konusunda teminat verdi. Sovyetlerin iyi niyetinin delili olarak, Baku Komünist örgütünün, Onbirinci Kızılordu’nun, Azerbaycan üzerinden Türkiye’ye gideceğine dair kendisine söz vermesini gösterdi.

Darbe planı, 27 Nisan 1920’de yürürlüğe kondu. Azerbaycan Komünist Partisi Merkez Komitesi, RKP Bölge Komitesi Baku Bürosu ve Baku Merkezî İşçi Konferansı, Azerbaycan Hükümetine, oniki saat içinde teslim olmasını isteyen bir ültimatom verdiler. Meclis, konuyu tartışmak üzere olağanüstü bir toplantı yaparken, önceki gece Onbirinci Kızılordunun Baku’ya doğru ilerlediği haberi geldi. Bunun üzerine hükümet, Azerbaycan Cumhuriyetinin bağımsızlığı konusunda verilen şeref sözünün tutulacağına ilişkin umudunu ifade ederek teslim oldu. 28 Nisan’da Orjanikidze ve yardımcısı Kirov (o sırada parti önderlerinden olan Kirov’la karıştırılmamalıdır), bir zırhlı trenle Baku’ya geldiler ve bundan kısa süre sonra Kızılordu tek bir mermi harcamaksızın şehre girdi.

Sovyetler Birliği’nin söz konusu dönemine ilişkin bu özetlemeden yola çıkarak “ulusal cephe”nin argümanlarını tartışmaya girişebiliriz.

“HANGİ MİLLİYETÇİLİK?”

Şu genel tespitle başlayalım: “Ulusal cephe”nin Türk milliyetçiliğine ilişkin ideolojik referansları, zaman ve mekân kopukluğu ile malûldür. Bu yüzden de, “ulusal cephe”nin analojileri, bugünün politik mücadelesine dayanak yapılmak için yapay bir biçimde üretilmiş, bir gerçek dışı çarpıtmalar bütünü olmanın ötesinde pek anlam ifade etmemektedir. Yani, “Gaspinsky’den, Molla Nur Vahidof’a, Validof’dan Sultan Galiyef’e, Mustafa Kemal’den Ziya Gökalp’e, Mustafa Suphi’den Şevket Süreyya’ya” uzanan, bütünsel bir “Türkçülük idealinden” söz etmek mümkün olmadığı gibi, böyle bir girişim, tarihteki olayların büyük ölçüde eğilip bükülmesini gerektirmektedir.

Bırakın “Türkçülüğün” bu kadar geniş bir yelpazeyi kucaklamasını ve ortak bir kimlik ve “dava ortaklığı” oluşturmasını, aynı zaman ve mekân içinde, aşağı yukarı benzer hedeflerle hareket eder gibi görünen ve genel olarak “milliyetçilik” kategorisinde toplayabileceğimiz siyasal hareketler bile, bir “ulusal cephe”de toplanıp, ortak hareket edememişlerdir. İktidar hedefi güden ideolojilerin başında gelen milliyetçilik ideolojisi, nihayetinde, bu ideolojiyi kendine bayrak edinen bir politik grubun, kendi ulus-devletini kurup iktidarı ele geçirmesi ve elinde tutması hedefinin hizmetinde olduğundan, her “ulus”un31 başındaki politik grubun ayrı bir milliyetçilik davası gütmesi, bu dava doğrultusunda, komşu toplulukların milliyetçileriyle ortak mücadeleye girmekten imtina etmesi, hattâ bazan “karşı tarafla” işbirliğine gitmesi kaçınılmaz olmuştur.

Başlangıçta var gibi gözüken, “Müslüman halklar” arasındaki uyumun, yerini, 1917 koşullarının, her bölgede bir özerk devlet kurma fırsatı vadediyor gibi gözükmesi üzerine, herkesin kendi başının çaresine baktığı bir “ulusal bencilliğe” bırakması; Tatarların, kendi “ulusal hedefleri” dolayısıyla federatif yapıya karşı çıkmaları, Başkırların özerk devlet taleplerini engellemeleri, hattâ bu bölgede Başkır hükümetine karşı Rus kolonyalistleriyle açıkça işbirliğine gitmeleri; asimile Tatarların daha az asimile Tatarlara karşı Ruslarla ortak hareket etmeleri; Alaş-Orda liderlerinin, zor durumdaki Türkistan Kokand hükümetinin yardım talebini geri çevirmeleri; bir kısım milliyetçiler, o anda ulusal çıkarları öyle gerektirdiği için Kızılların safında çarpışırken, diğer bir kısmının Beyazların safında onlara silah sıkması; bazılarının, yine ulusal çıkarları o anda öyle gerektirdiği için, Beyazların safından, daha fazla vaadde bulunan Kızılların safına geçmesi, ya da tersine, bazılarının da, Kızıllardan hayal kırıklığına uğrayıp Beyazların safına geçmesi, böylece çeşit çeşit milliyetçilerin belli bir anda, birbirlerine karşı siperlerde yer almaları; Basmacı liderlerinin, aralarındaki rekabet yüzünden, birbirlerine karşı zaman zaman Bolşeviklerle işbirliğine gitmeleri; Basmacı lideri İbrahim Bey’in, zor durumdaki Enver Paşa’ya yardım etmeyi reddetmesi ve böylece ölümüne neden olması; Türkmenlerle Özbeklerin arasında, su kaynakları yüzünden meydana gelen çatışmaların Hive Hanlığının parçalanmasında etkili olması vb., ortak bir “milliyetçilik” ya da “Türkçülük” davasının söz konusu olmadığını, sadece, farklı amaçları olan politik grupların, iktidar için savaşırken, ortak bir tanımdan bile yoksun olan milliyetçilik ideolojisini kılıf olarak kullandıklarını göstermektedir.

Öte yandan, tek tek her etnik topluluğun içindeki, farklı sınıfsal çıkarları temsil eden farklı politik gruplar da, doğal olarak, ortak bir “milliyetçilik” davası etrafında birleşememişlerdir, bunların her biri, kendi politik iktidarını gerçekleştirebilmek için, gerektiğinde, rakip politik gruplara karşı, eski kolonyalistlerle ya da kolonyalist mirası devralan Bolşeviklerle işbirliğine gitmekten kaçınmamışlardır.

Keza, Attila İlhan’ın teşebbüs ettiği gibi, örneğin Gaspıralı’yla, Resulzade’yi ya da Vahidov’u aynı davanın halkaları olarak takdim etmek, zaman ve mekân farklılıklarını görmezden geldiği gibi,32 politik hedef farklılıklarını da örtbas eden, büyük bir zorlama olarak gözü rahatsız etmektedir. Rus politik sahnesindeki Kadetlerle, Sosyalist Devrimciler ve Sosyalist Devrimcilerle, “dünya devrimi” hedeflerini henüz terk etmemiş ilk dönem Bolşevikleri arasında ne kadar politik ortaklık ve benzerlik varsa; bir ılımlı reformcu-liberal olan ve politik ufukları, Duma’da Kadetlerle işbirliği yaparak Kırım Tatarları için eşit haklar elde etmekle sınırlı kalan Gaspıralı’yla, yerli toprak sahiplerini hedef almasıyla ve radikal reform arayışlarıyla daha çok SolSR’lerin programına benzer bir programın peşinde koşan Musavat’ın radikal milliyetçi çizgisinin savunucusu Resulzade; ve Pan-Turanizmi, dünya sömürgeler devriminin mızrak başı olarak kullanmayı hedefleyen sömürge devrimcisi Vahidov arasında da o kadar benzerlik ve “dava ortaklığı” vardır ancak.

Hele hele, gerçekten de ezilen “ulus” kategorisinde olan, çok milliyetli Rus imparatorluğunun yüzyıllar süren kolonyalizminin baskısı altındaki Türki halkların anti-kolonyalist özlemlerini dile getiren politik önderliklerin milliyetçiliği ile, kendisi de Rusya gibi çok uluslu kolonyalist bir imparatorluk olan Osmanlı imparatorluğunun devamı niteliğindeki Türkiye devletinin egemen ulus milliyetçiliği arasında bir “dava ortaklığı” bulmaya çalışmak, zorlamaların en büyüğüdür. Böyle bir “dava ortaklığı” olmadığının en iyi kanıtı, kendi egemen ulusal devletini kurmaktan başka bir derdi olmayan Kemalistlerle, artık o gün Rus kolonyalist geleneğinin temsilcisi rolünü oynamaya başlamış olan Bolşeviklerin, bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti’nin ortadan kaldırılması için işbirliği yapmış olmalarıdır.

Galiyev’le, Kemalistler arasında bir dava ortaklığı kurma girişimleri ise, şu ana kadar verdiğimiz tutarsızlık örneklerinin de ötesine geçmekte ve saçmalığa varmaktadır. Bütün politik geleceğini, her türlü devletsel stabilizasyonu karşısına alan,[33] dizginlenmez bir sömürgeler devrimi idealine yatıran Galiyev’in, merkezî Bolşevik iktidara karşı bir denge kurabilmek için devrimi Doğu’ya alabildiğine yaymaya ve bu konuda başarılar kazanmaya ihtiyacı vardı. Oysa kendi devletsel güvenliklerinden başka bir şey düşünmeyen misak-ı millici Kemalistler, böylesine “maceraları” körüklemek yerine, devletler arası bir ittifak ve istikrar politikasından yanaydılar ve 1920’den itibaren, dünya devriminden vazgeçip stabilizasyona dönüş yapmaya başlayan Bolşeviklerin şahsında güvenilir müttefikler bulduklarına inanıyorlardı. Yanılmıyorlardı da. Batı proletaryasının kısa vadede devrim yapacağı konusunda hayal kırıklığına uğrayan ve sömürge devrimlerine fazla bel bağlamaktan yana olmayan Bolşevikler, toptan bir devletsel istikrar politikasına yönelmişler ve bir yandan, Sovyetler Birliği rejimini devirmekten vazgeçmeye başlayan Batılı devletlerle ilişkiye geçerken,[34] bir yandan da Türkiye ve İran gibi modernist diktatörlüklerle yaptıkları ittifakı, Batı’yı kendileriyle uzlaşmaya zorlamakta kullanmışlardır. Bu politikanın sonucunda, Batıda ve Doğuda devrimci girişimlerin durdurulmasına paralel olarak,[35] parti içindeki tasfiyelerin yönü de belli olmuştur. Nitekim, Bolşeviklerin Kemalistlerle ittifakı, Galiyev’in Bolşeviklerle kader ortaklığının sonunu ilân eden olaylardan biridir. Bunun sonucu olarak, aynı, Lenin’le tartışan Hintli Roy gibi, Doğu’da istikrara karşı çıkan ve sömürge devrimlerinin, Kemalistler ya da İran Şahı gibi yerli egemenleri karşıya alma pahasına da olsa sürdürülmesinde ısrar eden Galiyev, 1923’de; Batıda istikrara ve “tek ülkede sosyalizm”e karşı çıkarak kapitalist ülkelerdeki devrimlerin körüklenmesinde direten Troçki ise, bundan dört yıl sonra, 1927’de tasfiye edilmişlerdir. Görüldüğü gibi, Kemalistlerin misak-ı millici istikrar politikasıyla (bu istikrar politikası yüzünden, Azerbaycan’da Bolşevik komplolara destek vermekten bile kaçınmadıklarını belirtmiştik), Galiyev’in sömürgelerde devrimleri körükleme politikası, birbirinin tam zıddıydı ve bu yüzden o tarihi dönemde, Galiyevcilerle Kemalistler, tam zıt iki kutupta yer alıyor, birbiriyle uzlaşması mümkün olmayan çıkarları temsil ediyorlardı.

Öte yandan, Sultan Galiyev’le, o dönem Rusya’sındaki “orijinal” milliyetçiler arasında da bir dava ortaklığından çok, amansız bir rekabet ve iktidar kavgasının söz konusu olduğunu belirtmeliyiz. Nitekim, Vahidov’un ve Galiyev’in başında bulundukları İslâm Komiserliği’nin en önemli fonksiyonu, Sovyet rejiminin, bağımsız milliyetçi partileri yıkma çalışmalarına yardımcı olmaktı. Volga-Ural özerk devletinin yıkılmasında, Bolşeviklerin en büyük yardımcısı, Vahidov ve Galiyev’di. Vahidov ve Galiyev’in, kendi diktatörlükleri altında bir özerk Volga cumhuriyeti kurmaları için, “orijinal” milliyetçilerin yönetimindeki özerk cumhuriyeti ortadan kaldırmaları gerekiyordu. Özerk devlet kurmak amacıyla hareket eden milliyetçiler, o dönemde Vahidov ve Galiyev’in can düşmanıydılar.36

Daha da tuhafı, birbirinden çok farklı eğilimleri ve hedefleri olan tarihteki bir takım isimleri, oldukça keyfi bir şekilde bir araya getiren, “ulusal cephe” taktikçilerinin, Enver Paşa’nın “Turancı” olmadığında ya da “buhran döneminin gerçek Türkçülerinin onu izlemediğinde” ağız birliği etmeleridir. İşlerine karışmak gibi olmasın ama, örneğin, Komünizme iltihak ettiği dönemde “Türkçülük” konusunda tek satır yazısına rastlamadığım bir Mustafa Suphi ya da Sultan Galiyev, “Türkçü cephe”ye dahil edilip, sayılan isimler arasında, Pan-Turancı hedefler konusunda oldukça “samimi” bir eğilimi temsil ettiği çok açık olan ve bu hedef uğrunda Basmacıların komutanlığını yaparken öldürülen Enver Paşa’nın Turancı sayılmaması ya da kolundan tutulup, bir çırpıda “Türkçü liderler soyzincirinin” dışına atılması oldukça tuhaftır! Bu, politikanın vefa tanımadığının, bizim “ulusal cephe” yöneticilerimiz tarafından bir kere daha tescil edilmesi ve “düşenin dostu olmaz” deyişinin kanıtlanması değildir de nedir! Ve aynı zamanda, hangi ideolojiye sahip olursa olsun, yenilenlerin, tarihten öncelikle, kendilerine en yakın gibi görünenler tarafından silindiğinin de... Yara alıp tökezleyen kurdun üzerine, önce en yakınındaki diğer kurtlar çullanırmış! Bu, özellikle, bütün parlak sözlerini kazıdığınız zaman, geriye merkezî ulus-devlete ve iktidara tapmaktan başka bir şey kalmayan ve daima yenenlerin safında yer alan devletçi-milliyetçilerimiz açısından hiç de şaşırtıcı bir tutum değildir. Şaşırtıcı olmayan bir diğer nokta ise, “ulusal cephe”cilerimizin, İttihatçı Enver’i kolaylıkla harcarken, eski İttihatçıların, Enver’in yakını Halil Paşa’nın şahsında, Kemalistlerle ittifak yapıp, Azerbaycan’daki Bolşevik komploya karışmalarını sessizce geçiştirmeleridir.

Bu bahsi kapatırken, Attila İlhan’ın, Kemalist-laik ideolojisine uygun olarak, “Gaspıralı İsmail Bey”in “Türkçülüğü, Çarlık istibdadı ve emperyalizmle işbirliği yapan Buhara ‘irticaı’na karşı anti-emperyalist, laik ve ulusal bir zemine” oturttuğu iddiasına da değinmek istiyorum. Gaspıralı’nın kurduğu liberal ve modernist Cedidci hareketin mensuplarıyla, aşırı muhafazakâr Buhara Emiri’nin çatıştıkları gerçektir. Ancak gerçek burada bitmektedir. Bundan ötesi Attila İlhan’ın gördüğü değil, görmek istediğidir. Örneğin Çarlık istibdadı ve emperyalizme karşı çıkma sorununu ele alalım. Bir kere, Gaspıralı, Çarlık devletini hiçbir zaman radikal bir şekilde karşısına almayan, ılımlı bir reformistti.[37] Amacı, Çarlık Rusya’sında Türklere görece eşit haklar sağlanması ve Türklerin modern eğitimine izin verilmesiydi; bu amaçla, Rus Çarlığını destekleyenler de dahil, Duma’daki herkesle işbirliğine hazırdı. Gaspıralı’nın “anti-emperyalist” olduğu da bir yaratımdan ibarettir. Bir modernist liberal olan Gaspıralı, tam tersine, ılımlı hedefleri doğrultusunda ilerleyebilmek için ömrü boyunca Batılı devletlerin desteğini aramıştır. Gelelim Cedidcilere! Gaspıralı’nın modernist fikirlerinin takipçisi olan Cedidcilerin bir kısmının, 1917 Rusya’sı koşullarında, ister istemez Gaspıralı’dan daha radikal bir yönelim içine girdikleri ve yine elverişli koşulların doğmasıyla Çarlık’a (yıkıldıktan sonra!) daha kararlı bir tutum aldıkları doğrudur. Ancak içlerindeki küçük bir sol kanat ve daha sol bir yönelim içinde olan Azerbaycan’daki Musavat Partisi hariç, Cedidcilerin “anti-emperyalistliği” bir hayli tartışmalıdır. Cedidciler, kendi ulusal hedeflerini gerçekleştirmek için, kâh Bolşeviklerle, kâh Batılı devletlerle işbirliği yolları aramış, ulusal çıkarları gerektirdiği zaman, Batılılarca desteklenen Beyazların safında yer almakta bir sakınca görmemişlerdir. Şu “irtica” konusu da oldukça tartışmalıdır. Buhara Emiri başka olmak üzere, toprak sahiplerinden ve din adamlarından oluşan aşırı reaksiyoner kesimlerin, Rusya’nın en tutucu partisi Oktobristlerle işbirliği yaptıkları, ellerinden geldiği her yerde reformist ya da radikal milliyetçi Cedidcileri ezmeye çalıştıkları doğrudur ama, elimizde, aynı “irtica”ın, Bolşeviklerle işbirliği yaptığına ilişkin örnekler de vardır. Örneğin Attila İlhan’ın, eğer haberdarsa, milliyetçileri devirmek için Bolşeviklerle işbirliği yapan aşırı dinci Vaisov’u; Azerbaycan Bağımsız Cumhuriyetindeki aşırı dinci ve muhafazakâr Birlik Partisi’nin Musavatçıları devirme faaliyeti sırasında, Azerbaycan Komünist Partisi’nin sağ kolu olarak çalıştığını; NEP’i ilân eden Bolşeviklerin, bütün milliyetçileri ve ulusal özerklik taleplerini bastırırken, kitlelerin desteğini almak için “irtica”ya, Cedidcilerin onca yıl kaldırılması için mücadele ettikleri şeriat mahkemelerini tanımak da dahil, olmadık ödünler verdiklerini, görmezden gelmesini mazur görmek mümkün değildir.

HANGİ “GALİYEVİZM”?

Bırakın milliyetçilik gibi ulusal ideolojileri, en enternasyonalist ideolojilerin önermelerini bile, zaman ve mekândan azâde kılıp keyfi bir şekilde oradan oraya taşımak, genellikle olumsuz sonuçlar vermiştir ve bu tür girişimler, sol ideolojilerle iştigal eden çevrelerde “şablonculuk” ya da “dogmatizm” diye adlandırılagelmiştir.

Konumuz olan Galiyev’e dönecek olursak, Galiyev’i, yaşadığı zaman ve mekândan kopartıp Türkiye’deki “ulusal cephe” milliyetçiliğinin hizmetine sokmaya kalkıştığınızda, onu, gerçek hedeflerinin karşıtı amaçların aleti yapmış olursunuz.

Çünkü, gerçek Galiyev ve eğer illâ bir ideoloji haline getirmek gerekiyorsa, “Galiyevizm”, birincisi, Rus kolonyalizminin baskısı altında ezilen Türki halklar mozağinin[38] anti-sömürgeci “kurtuluş” hareketinin, sosyalizan biçimlerinden biridir; ikincisi, bununla bağlantılı olarak, “Galiyevizm”, Rus merkeziyetçiliğinin baskısı altındaki çevre halkların, sol tandanslı, merkez-kaç ve dolayısıyla ademi-merkeziyetçi hareketidir; üçüncüsü, çok milliyetli kadim bir “milliyetler hapishanesinde” iç sömürge olan halkların, o dönemde, kısa bir süre için de olsa, insanlarda gerçekleşecekmiş gibi bir illüzyona yol açan “dünya devrimi” yoluyla sömürgelikten kurtulma özlemlerinin dile getirilmesi olarak da ele alınabilecek olan “Galiyevizm”, sömürgeci Rus imparatorluğunun geri gelmesinden başka bir anlam ifade etmeyecek olan stabilizasyona karşı, Troçki’nin sürekli devrimini hatırlatacak bir şekilde, sürekli sömürge devrimini (en azından ayağını basacağı sağlam bir zemin bulana kadar), savunmanın adıdır. Dolayısıyla, “Galiyevizm”, devletçi istikrarcılığın karşısında, istikrar bozuculuğun ideolojisi olarak da temayüz eder. Hattâ onun Pan-Turanizmi bile, sürekli sömürge devrimini yürütmenin bir aracı olarak gözükür.

Eğer “Galiyevizmi” illâ Türkiye’nin bugünkü ideolojik ve politik ortamına taşımak gibi bir ihtiyaç içinde olunacaksa, bu üç noktadan hareketle diyebiliriz ki, gerçek “Galiyevizm”, kozmopolitizme ve “etnik mozayikçiliğe” düşman olan “ulusal cephe”cilerimize yar olmak yerine, Kürt solcu-milliyetçisi PKK’nın, özellikle, Türk devletiyle barış yolları arayan stabilizasyon politikasına yönelmeden önceki dönemine daha uygun düşer.

“Ulusal cephe”cilerimize yar olmaz, çünkü: birincisi, “ulusal cephe”cilerimiz, (ettikleri “anti-emperyalist” lafları ciddiye almamız beklenemeyeceğine göre) sömürgeci bir devletin, Rus imparatorluğu kadar geniş alanları kaplamasa bile, iç sömürgelere sahip bir egemen merkezî devletin muhafızı ve bu devlet içindeki her türlü anti-sömürgeci hareketin amansız düşmanıdırlar; ikincisi, “ulusal cephe”cilerimiz, her türlü merkez-kaç ve ademi-merkeziyetçi eğilimin karşısında, merkeziyetçi-otoriter devletin en katı ve ödünsüz savunucusudurlar; üçüncüsü, “ulusal cephe”cilerimiz, bırakın sürekli sömürgeler devrimi falan gibi maceraları, Türk devletinin, hattâ bugünlerde, dünya devletler sisteminin istikrarını bozacak her türlü atılım ya da girişime, ölümüne karşıdırlar. Hattâ, “Galiyevizm”i kendilerine uyarlamak gibi zor işlere kalkışmaları da, bu politik yönelimlerine yeni destekler bulma çabasının ürünüdür. Dolayısıyla Türkçülerimizin, sacayağının öbür iki üyesinin katılmadığı, Pan-Turanizmi de, Galiyev’in anti-sömürgeci Pan-Turanizminin tam tersine, Türk sömürgeci devletini, Kafkasya’ya ve Merkezî Asya’ya doğru yayma ekspansiyonist ideolojisinin adıdır.

Haksızlık etmemek için belirtmeliyim: Elbette Galiyev’le, “ulusal cephecilerimiz” arasında bazı ortak yanlar da vardır. Örneğin, Galiyev’in, “ulusal cephe”cilerimizle aynı etnik kökenden geldiği söylenebilir. Nihayetinde, Galiyev de, “ulusal cephe”cilerimiz gibi milliyetçi bir ideolojiye sahiptir. Galiyev de, “ulusal cephe”nin sacayağını oluşturan, örneğin Aydınlıkçılar gibi, “sol” bir ideolojiyi savunmuştur. Ayrıca, Galiyev de, sonuç olarak bir devlet ideolojisine sahip olduğundan, temelde otoriteryandı ve bunu, fırsat bulduğu kısa bir dönemde rakiplerini bastırarak hayata da geçirdi. Ama görüldüğü gibi, bu benzerlikler, temeldeki benzemezliklerin yanında önemsiz kalmaktadır.

Alalım, “aynı etnik köken” sorununu. Aynı Anglo-sakson kökenden gelen İngilizlerle, Amerikalılar ya da Avustralyalılar arasındaki köken birliği ve bugün bir Pan-Anglo-saksonizm ne kadar anlamlıysa, Tatar Galiyev’le, Türkçülerimiz arasındaki etnik köken birliği de o kadar anlamlıdır. İşin gerçeği şudur ki, ortak kültürel atmosferi soluyan Volga Tatarlarıyla, Rusların ve Anadolu’da birlikte yaşayan Türklerle, Kürtlerin birbirleriyle ortak noktaları, aralarındaki bütün çatışmalara rağmen, Volga Tatarlarıyla, Anadolu Türklerinin ortak noktalarından çok daha fazladır.

Tek bir “milliyetçi” ideolojide birleşmenin mümkün olmadığını bütün yazı boyunca birçok örnekle ortaya koyduğum için “milliyetçi ideolojik ortaklık” üzerinde burada daha fazla durmayacağım. Hele, Galiyev’in milliyetçiliği ile “ulusal cephe”nin milliyetçiliği yanyana geldiğinde, bu benzemezlik daha da sırıtmaktadır.

Galiyev, otoriteryanizmini, Bolşevik diktatörlüğe sırt dayayarak kısa bir süre hayata geçirme fırsatı bulduysa da, hiç bir zaman kendi öz diktatörlüğünü kuramadığı için, onun devletçiliğinin “ulusal cephe”cilerle benzerliği de, büyük ölçüde teorik planda kalmaktadır.

Galiyev’le, “ulusal cephe”nin sacayaklarından bir ya da ikisinin aynı “sol” ideolojiye sahip oldukları noktasına gelince. “Ulusal Cephe”deki Türkçü ortaklarını, “Sosyalist Sovyetler’le,” Kruşçev-Brejnev-Gorbaçov’un “sosyal-emperyalist Sovyetleri arasındaki kopuşu gözardı” etmekle eleştiren; “Lenin’in ve Stalin’in partisi”nin “hiçbir kapitalist ülke tarafından asla ve esaslı bir şekilde çözülememiş ve çözülemeyecek birçok temel sorun”u çözdüğünü ve dolayısıyla Galiyev’in programının “o koşullarda hayat bulması”nın olanaksız olduğunu ileri süren bir anlayış ile; daha iç savaş sırasında eski Rus kolonyalistlerine dayanarak yerli halklar üzerinde Rus merkeziyetçiliğini tesis etmeye girişen Bolşeviklerle uyuşamayan, 1921 yılı gibi erken bir tarihte, Sovyetler Birliği’nin dünya devriminden vazgeçtiğini ve Büyük Rus şovenizmine yöneldiğini tespit eden ve bu tespitleri dolayısıyla, “hiç bir kapitalist ülkede insanın güvenliği”nin “sosyalist Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi sağlanama”dığını iddia eden nasyonalist-sosyalist Aydınlıkçıların desteklediği polis rejimi tarafından fiziksel olarak ortadan kaldırılan yerel devrimci Galiyev arasında, “sol” anlamda bir ortak nokta bulma çalışmasını, “ulusal cephe”cilerimizin maharetli ellerine teslim etmekten başka bir çıkar yol göremiyorum.

Attila İlhan, Türkçülerin, komünistlerin ve İslâmcıların, Galiyev üzerinde “mutabakata varmasını” istemektedir. Attila İlhan’ın kastettiği türdeki “İslâmcılar”, “Komünistler” ve “Türkçüler” böyle bir mutabakata varırlar mı bilemeyiz ama, tarihteki gerçek Galiyev’in, bunların benzerlerinin hiçbiriyle, geçici bazı ittifakların dışında, temelde mutabakat halinde olmadığı çok açıktır.

“İslâmcılar”la mutabakat halinde değildi, çünkü; o günkü “İslâmcılar”, sömürge devriminin değil, aşırı reaksiyoner bir hareket olarak en tutucu güçlerin yanında yer almışlardı. Galiyev, özlediği düzeni kurabilmek için en başta “İslâmcılar”ın oluşturduğu engeli ortadan kaldırması gerektiğini düşünüyordu ve zaman zaman gerek cedidci milliyetçilerle, gerekse Bolşeviklerle işbirliği yaparak bunu bir dönem için gerçekleştirdi de.

“Türkçüler”le mutabakat halinde değildi, çünkü; dönemindeki “Türkçüler”, onun en büyük iktidar rakipleriydiler. Türki halklar mozayiğinin bulunduğu sömürge bölgelerde kendi özlediği anti-sömürgeci “sol” diktatörlüğü kurup, sömürge devrimlerini daha ileri boyutlara götürebilmesi için, ufukları sadece kendi özerk devletlerini kurmakla sınırlı “orijinal” milliyetçileri yolunun üzerinden temizlemesi gerektiğine inanıyordu ve bu amaçla, Bolşeviklerle ittifak yaptı.

“Komünist”lerin merkeziyetçi devlet yapısına üstlenmiş olanlarıyla (nitekim Attila İlhan’ın sözünü ettiği “komünistler” de bu türden olanlarıdır; bu türden olmayan yerel komünistler, Galiyev’in ardı sıra teker teker tasfiye edilmişlerdir.39) mutabakat halinde değildi, çünkü; başta Stalin olmak üzere merkeziyetçi yapının “komünistleri”, Galiyev’in, özerk bir cumhuriyette kendi yerel diktatörlüğünü kurmasının önündeki en büyük merkezî engeli oluşturuyorlardı. Anti-sömürge devrimi durduran ve devletler arası stabilizasyon politikasına girişen Merkeziyetçi komünistlere karşı geride ittifak yapacağı hiçbir güç kalmayan Galiyev, Çeka tarafından sessiz sedasız ortadan kaldırılmıştır.

Şu tarihi ironiye bakın ki, Mustafa Suphi’yi Karadeniz’e gömen egemen Türk milliyetçilerinin bugünkü bir kısım takipçileriyle, Mustafa Suphi’nin yakın arkadaşı Sultan Galiyev’i ortadan kaldıran merkeziyetçi büyük Rus şovenizmini, “Sosyalist Sovyetler Birliği” diye göklere çıkaran Aydınlıkçılar, bugün, yine kendi merkeziyetçi-otoriter-devletçi politikaları uğruna, haleflerinin, bu, mezarları bile belli olmayan kurbanları üzerinde el sıkışıp, onları, yetmiş yıl sonra, bir kere de ideolojik olarak katletmektedirler.

(*) Bu yazı, yazarın daha geniş bir çaplı bir çalışmasından, kendisi tarafından yapılmış bir özetlemedir.

[1] Attila İlhan, “Bu Belâ, Sağ/Sol Çatışması Değildir”, Cumhuriyet, 4 Şubat 1998.

[2] Arslan Bulut’un Attila İlhan ile yaptığı söyleşi, “Galiyev Üç İdeali Birleştirmiş Zaten,” Ortadoğu, 19 Şubat 1998.

[3] A.g.y.

[4] Adı geçen röportaj, “Solu Bölüp, Gençleri Teröre Sürüklediler,” Ortadoğu, 18 Şubat 1998.

[5] Agy.

[6] Attila İlhan, “Bu Belâ, Sağ/Sol Çatışması Değildir,” Cumhuriyet, 4 Şubat 1998.

[7] Attila İlhan, “Nerede O Eski ‘Türkçüler’?”, Cumhuriyet, 30 Mayıs 1997.

[8] Attila İlhan, Cumhuriyet, 19 Aralık 1997, Aydınlık’tan naklen, (21 Aralık 1997).

[9] Attila İlhan, “Nerede O Eski Türkçüler,” Cumhuriyet, 30 Mayıs 1997.

[10] Attila İlhan, Cumhuriyet, 19 Aralık 1997, Aydınlık’tan naklen (21 Aralık 1997).

[11] Hüseyin Mümtaz, Yeni Hayat, Nisan 1998, s.19.

[12] H. Altaş, Yeni Hayat, “‘Yeni Hayat’ Üzerine”, Nisan 1998, s.18.

[13] Yeni Hayat, Ekim 1997, nakleden: Aydınlık, 21 Aralık 1997.

[14] Hanifi Altaş, Yeni Hayat, “Türkçülük; Halkçılıktır”, Nisan 1998, s.3.

[15] Arslan Bulut, Ortadoğu, nakleden: Aydınlık, 21 Aralık 1997.

[16] İrfan Ülkü, Ortadoğu, 16-17 Aralık 1997, nakleden: Aydınlık, 21.12.1997.

[17] Aydınlık, “Ülkücüler Milliyetçiliği Tartışıyor,” 21.12.1997.

[18] 4-7 Kasım 1997’de, Moskova’da yapılan Komünist Partiler Toplantısında İşçi Partisi’nin yaptığı açıklamadan, Aydınlık, 25.1.1998.

[19] Aydınlık, “Ülkücüler Milliyetçiliği Tartışıyor,” 21.12.1997.

[20] Dr. Veysel Yıldız, “Sultan Galiyev Üzerine,” Teori, (İP Yayın Organı), Sayı:96, Ocak 1998, s.47.

[21] Sovyetler Birliği’ndeki Müslüman halklarla ilgili, daha geniş bilgi için bkz: A. Bennigsen - S. Enders Wimbush, Muslims of the Soviet Empire, C. Hurst & Company, Londra, 1985.

[22] İngilizcede “Kazakh” olarak geçen Türki halkla, “Cossack” olarak geçen, “haydut” ya da “maceracı” anlamına gelen ve Çarlık Rusyasının sınır boylarının korunmasında kullanılan halk, Türkçede tek bir “Kazak” kelimesiyle karşılanmaktadır. Bu karışıklığı önlemek için, “Cossack”lar için “Çarlık Kazakları” deyimini kullandım.

[23] P. Mostovenko, “o bol’shikh oshibkakh v ‘Maloi’ Bashkirii,” PR, no. 3/76 (1928), 124.

[24] Ukrayna ve Gürcistan örneklerinin etraflı bir anlatımı için bkz. Richard Pipes, The Formation of the Soviet Union, Atheneum, ikinci Baskı, Mayıs 1974, ABD ve Kanada; ayrıca, Ukrayna’daki yerel Komünistlerin, Moskova’ya karşı güvensizliklerinin canlı bir anlatımı için bkz: Emma Goldman, Hayatımı Yaşarken, Cilt: II, çev: Emine Özkaya, Kaos-Metis, 1997, İstanbul.

[25] Galivev’in adı, Sovyet rejimi tarafından yıllar sonra da bir karalama yaftası olarak kullanıldı. “‘Sultan Galiyevizm... Tatar burjuva milliyetçiliği’ batıniliğinin adıydı.” (Eugenie Ginzburg, Anafora Doğru, çev. Gün Zileli, Pencer Yay., 1996, s.67.

[26] Bkz. 22 nolu dipnot.

[27] Safarov, Kolonial’naia revoliutsiia, s.71.

[28] “Basmacı” sözcüğü, “basmak” ya da “baskın yapmak”tan gelir. Basmacı çeteleri, daha devrim öncesinde, yerli halka da saldırılar düzenleyen, dağlarda dolaşan eşkiyalardan oluşuyordu. Giderek bir halk hareketine dönüştü.

[29] Bölgenin tarihi adı “Horasan”dı.

[30] Karaev, ız nedavnego, 88, 121; aynı zamanda bkz. Mirza-Bala, Milli, 188 ve devamı.

[31] “Ulus”u burada tırnak içine alıyorum, çünkü bazı etnik farklılıkların dışında ulus denilen kategorilerin, genellikle, sözü geçen politik grupların bir yaratımı olduğu düşünülebilir. Yani “ulus” diye bir şey yoktur da, kendilerine bir “ulus” dayanağı bulmak isteyen politik önderliklere temel teşkil eden etnik topluluklar vardır.

[32] Attila İlhan, bu zaman atlama yöntemine, Türkiye ile ilgili tespitlerinde de sık sık başvuruyor. Örneğin, FKF’nin “bölünüp,” içinden bazı grupların “silahlı mücadeleye yönelmesiyle,” “Komünizmle Mücadele Dernekleri’ne iyice çatışabilecekleri bir hasım” yaratılması türü “olaylar”,(bunların Attila İlhan’ın komplocu senaryoları olup olmadığı tartışmasına burada girmiyorum) aynı zamana rastgelmediği gibi, öncelik ve sonralık sıralaması, gerçekte tam tersidir. Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin TİP toplantılarını bastığı en aktif dönemi, 1964-66 yıllarıdır. FKF’deki ilk “bölünme” ise, 1968 yılının Şubat’ıdır (MDD-Sosyalizm devrim ayrılığı). Hele “silahlı mücadeleye” yönelme, artık Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin aktif döneminin nerdeyse tamamen sona erdiği, 1970 yılının sonlarına rastlar. Attila İlhan, “tartışılmaz” ve “rakipsiz” bir “tarih tespitçisi” olduğuna fazlasıyla inanmış olacak ki, olayların gerçek tarihlerini saptamak için fazla özen göstermiyor. Hele, “Türk Solu”nun, “Türkiye Türklerindir” sloganını ileri sürdüğü iddiası, özensizliğin de ötesinde, tam bir uydurmadır. Hürriyet gazetesinin köşesinde yer alan bu ırkçı beyanı, Türkiye solunun, en “millici” fraksiyonları bile kullanmamışlardır.

[33] Galiyev, kurmayı planladığı özerk Tatar devletinin kaderinin de Doğuya açılan bir sömürge devrimine bağlı olduğunu düşünüyordu. Çünkü, stabilize olmuş bir Sovyetler Birliği’ndeki yarı-özerk Tatar devletinin, dirilen merkezî Rus kolonyalizmi tarafından ezileceğini sezinliyordu. Sovyetler Birliği’nin stabilizasyon siyasetine dönmesi anlamına gelen 10. Kongresinin aldığı kararlar ve NEP politikası, bu yüzden Galiyev’in son umutlarının da yıkılması anlamına gelir. Nitekim, 10. Kongreden iki yıl sonra tutuklanması da bunun göstergesidir. “Dahili konularda ise Sultan Galiyev ve yoldaşları, NEP ile 1917 öncesi düzenine dönüleceğini, ‘Rus sosyalist devriminin tasfiyesini’ [getireceğini, G.Z], komünist partiyi Rusların egemen oldukları bir ‘panRus parti’ biçiminde karma bir örgüt yapısına dönüştürecek olan ‘Bonapartçılar’ veya ‘Panrusçular’ diye niteledikleri yeni bir yönetici sınıfın işbaşına geçeceğini hesap ediyorlardı.” ( A. Bennigsen-C.L. Quelquejay, Sultan Galiyev-Üçüncü Dünyacı Devrimin Babası, çev: Erden Akbulut-T. Ahmet Şensılay, Sosyalist Yayınlar, 1995, İstanbul, s.161)

34 Paul Avrich, Kronstadt isyanı sırasında, İngiltere’yle kurulan ticari ilişkilerin, Batının isyana uzak durmasında ve desteklememesinde tayin edici bir rol oynadığını çok güzel anlatır. Kronstadt 1921, Princeton University Press, ABD, 1971.

[35] “... bu dönemden itibaren SSCB yöneticileri İran’da veya Afganistan’da olduğu gibi, Türkiye’de de, devrimci maceralara girişmektense tarafsız ‘burjuva’ rejimlerini yeğlediklerini açıkça hissettiriyorlardı. 1922’de Türkiye’de komünizm yasaklandı ve Komünist partisi Türk siyasal yaşamından silindi.” (Agy, s.121) “Sadece emperyalist İngiltere ile değil, Türkiye ve İran gibi yarı-sömürge ülkelerle yapılan anlaşmalar da devrimin yayılması açısından talihsiz sonuçlar doğurmuştur. Gerçekten hem devletten devlete anlaşmalar yapmak, hem de o ülkelerdeki devrimci hareketleri desteklemek mümkün değildir.” (Agy, Fikret Başkaya’nın, yayıncı tarafından özetlenmiş görüşleri, s.384) “Kemal Tahir, Mustafa Suphi’nin Galiyev’in sekreteri ve yakın dostu ve meslektaşı olduğuna, Türk-İslâm dünyası üzerinde ortak idealleri paylaştığına dikkat çekmekte ve gerek Ankara Hükümeti’nin gerekse Sovyetlerin bundan rahatsız olduğunu belirtmektedir.” (Agy, İsmet Bozdağ’ın, Kemal Tahir’le 1968’de yaptığı sohbetten, yayıncı tarafından yapılmış bir özetleme, s.352)

[36] “Galiyev (...) İlk aşamada, dün düşmanı olan Tatar burjuva milliyetçilerinin (abç, G.Z.) konumlarına yakınlaştı ve tüm gücünü ‘Büyük Rus şovenizmi’ olarak adlandırdığı şeye karşı mücadeleye verdi.” (Agy, 123)

[37] “Kırım’lı Gaspıralı İsmail, Tatar Sadri Maksudi, Yusuf Akçuraoğlu, Abdürraşid İbrahimov, Azeri Mardan Topçubaşı, en azından 1905 yılına kadar, Rus devletine sadık ve ılımlı davranırlar. Kâh Çar hükümetiyle, kâh ılımlı Rus siyasal partileriyle işbirliği yaparak, tüm sorunlarını monarşi çerçevesinde çözeceklerini umuyorlardı. Siyasal talepleri, Ruslarla aynı haklardan yararlanma isteğini aşmıyordu ve Çarlar imparatorluğundan kopmanın Müslümanlara zarar vereceğini düşündüklerinden, Rusya ile Müslüman dünya arasında kurulacak samimi ve sürekli işbirliğinin İslâmiyet için daha avantajlı olacağına inanıyorlardı.” (Agy, s.33)

[38] “Etnik mozayikçiliğe” çok kızan ve bu yönleriyle, Galiyev’dense, “kozmopolitizm karşıtı” egemen Rus kolonyalistlerini daha fazla andıran milliyetçilerimizden özür dileyerek, Türki halklar mozayiği gerçeğinden söz etmem gerekiyor.

[39] “Sultan Galiyev’in teorileri tümüyle özgün değildi. Aynı dönemde Rus olmayan başka bazı yöneticiler de önlenemez olduğunu varsaydıkları ‘büyük Rus imparatorluk şovenizminden’ halklarını korumanın yollarını arıyorlardı. Bunlardan özellikle üçü, Ukraynalı Mikola Skrypnik ile iki Gürcü, Philip Maharadze ve Budu Mdivani, Stalinist ortama ilişkin olarak peygamberce kehanetlerde bulundular... Sultan Galiyev gibi onlar da Devrimde ve iç savaşta büyük bir içtenlikle mücadele etmişlerdi.” (A.g.y., s.145)