Kenar mahalleye Dair “Dip“notlar

Konuşmalar, küfürler, çocuk çığlıkları / Öper yüzünü yeni bir sabahın

Çamaşırlar haşırdar avlularda / Bayrakları gibi fukaralığın

Ahmet Erhan, Kenar Mahallede Bir Pazar Sabahı’ndan

Len oğlum nasıl gelsin (Noel Baba)...? Otobüz mü var buraya işleyen... yol mu var? Her yer balçık... adres yok, iz yok... hem de ki geldi... hanki bacadan girsin adam? Şu bizim dalaş sobasının bacasından mı?

Kemal Gökhan Gürses, bir karikatüründen

Biraraya toplanmayın, bizi simit yapıp kondularımızı yıkacaklar.

Latife Tekin, Berci Kristin Çöp Masalları’ndan

“Yer”li olmak, o “yer”le harmanlanmak, o “yer”in oluşmasına, dönüşmesine katkıda bulunmak, orasının “o biçim” bir yer olmasının hem sebebi hem de sonucu olmaktır. Yer, kişiye bir özgüllük katar, bu nedenle de kimliklendiricidir. Kişi, yaşadığı yerden dolayımlanarak kendini tarif eder, tanır. İnsan yaşadığı yere benzer ve yaşadığı yerde kendini benzerleriyle birleştiren bağlantıyı arar, bulduğunda tam anlamıyla “oralı” olur. Bu bağlantı ortak bir geçmiş olabileceği gibi, bir ortak gelecek tahayyülü de olabilir. Bir yerde yaşayanların kökenleri çeşitlilik gösterse de, o yerin kimliği bir özdeşlik yaratır. Bu özdeşlik/kimliğin bir anlam taşıyabilmesi için de o yerin iç ve dış tehditlere karşı savunulması gereken bir değer haline getirilmesi gerekir (Augé, 1997: 52). Bunun için de yaşanılan yer için -eğer yoksa- bir öykü, bir tarih yazılıdır. Bu, o yere bir çeşit kutsiyet yükler, ayağını yere sağlam basmak için bir güvence sağlar.

Tek tek yerlerin özellikleri bir kentin bütününü oluşturur. Ancak o kente hâkim, seçkin, büyük harfle yazılan bir merkez vardır. O kenti simgeleyen merkezdir. Merkez de dahil olmak üzere kent sürekli bir devinim içindedir. Devasa bir gürültü çıkararak solundan sağına, sağından soluna döner ve kentin farklı mekânlarına atfedilen değer ve anlamlar da bu dönme esnasında değişir. Kentsel şiddet/kaos, belirli dönemlerde tavana vurarak, her zaman varlığını hissettirir. George Perec’in tarif ettiği Londra, dallı-budaklı ve devingen, tamamlanmamış bir mekân; bir düzen ve anarşi karışımı olarak, insanların yüzyıllar boyu ürettiği ne varsa hepsinin yığıldığı dev bir mikrokozmoz biçiminde bir “kent”in ne olduğunun simgesidir (aktaran Augé, 1995: 139). Kentte hiç değişmeden kalan şey ise merkez-kenar çatışmasıdır.

I

Her kent ve o kentin içindeki her bir mekân birer metin gibi farklı okumalarla anlaşılabilir. Bir mekân, başka bir mekânın grameriyle okunamaz. Okunsa da anlaşılamaz. Bir mekânda yaşamayı tercih eden, ya da buna mecbur kalan kişi orayı içselleştirmek ve algı alanına dahil edebilmek için kendi bilişsel haritasını çıkarmak zorundadır. Bu, tek ve kapsayıcı kent imajına (merkezin servis ettiği değerlere) karşı bireysel/cemaatsel bir kimliklendirme hamlesidir. Lynch (1960), bireylerin “kent manzarasını” yorumlayabilmelerini ait oldukları cemaatler ve benzer tecrübelerden geçmiş insanların kollektif okumalarına bağlayarak, bu okumaların her defasında anlaşılabilecek mesajlar ürettiğini söyler. Bu mesajlardan dolayımlanan mekânlar kentteki gündelik yaşam pratiklerine rehberlik eder. Kişinin kent içinde yabancılaşmasının belli bir oranda önüne geçer. Lynch’e göre bilişsel haritalar kişilerin kent içinde hareket etmesini kolaylaştıran kanallar olarak işlev görürler (aktaran, Davies ve Herbert, 1993: 91). Gözleri görmeyen birinin el yordamıyla ve sezgileriyle yolunu bulmasına benzer bu. Ayakları insanı hep belirli noktalara sürükler. İnsan dolaşırken hangi caddenin sokağa çıkabileceğini, hangi sokağın denize inebileceğini kestirir. Kendi “muhiti” ona güvenlik duygusu, sokağın köşesindeki berber dükkânı huzur verir.

Bu tanışıklık hissinin baş düşmanı modern kentin kendine yaraşan ve teknoloji ve kârlılığın birlikteliğini kutsayan anıtlarla -tren yolu terminalleri, sergi salonları, asma köprüler ve gökdelenler- süslediği toplumsal düzen anlayışıdır. Kapitalist devletin işleyişine ve devamlılığına dair temel görevlerinden biri iktidarını, meşruiyetini kontrol ettiği mekânlara yerleştirmek ve buna karşılık, muhalif kıpırdanışların kontrolü ele geçirme potansiyelinin en yüksek olduğu mekânları güçten yoksun bırakmaktır. Çünkü güç ilişkilerini yeniden kurma yönündeki her mücadele bu ilişkilerin mekânsal temellerini yeniden düzenleme yolunda bir mücadeledir (Harvey, 1997: 267-268). Tarihin hızlanması, görüntülerin/imgelerin çoğalması ve belli sayıda yeryüzü bilinciyle, aynı miktarda bireysel göndermenin belirdiği dünyada yer ancak her bir kişinin de yeri olduğu, güzergâh olanağına yer, verdiği takdirde aynı zamanda herkesin de yeri olabilir (Augé, age: 147). Aksi halde herkes kendine ait bir özel alan adacığı oluşturacaktır. Bu özel alan adacıklarından biri de mahalledir.

Mahalleli kimliğini oluşturan anlam haritaları mekân üzerine kaydedilir. Ancak mahalleli kimliğinin üstünde belirleyici olan bir kentli kimliği vardır. (Mahalleli kimliği de kendisini oluşturan kişilerin bireysel kimlikleri karşısında bir üst kimlik olabilmektedir.) Özellikle kente küçük yerleşimlerden göçerek gelmiş olanlar -belli bir süreyi kentte geçirdikten sonra- kaçınılmaz olarak kentli olurlar. Geldikleri yere dönseler bile “kentin havasını solumuş” olmanın getirdiği farklılığı üzerlerinden kolay kolay atamazlar. Kentte ise “kentli ama alt-kentli”dirler (Wiese, 1997: 751). Bu ikili kimlik hayatın her alanında bir karmaşa yaratmaya adaydır. Bu nedenle kendilerini daha yakın hissettikleri alt-kentli (özellikle kenar mahalleli) kimliğine sahip çıkarlar. Kişinin yaşam çevresinden dolayımlanan belli duruş, hayata bakış biçimleri, siyasal ve ahlâkî tercihler, gündelik yaşamın ritüelleri, ortak yaşama kültürü ve daha önemlisi yaratılan cemaat duygusu yardımıyla kendi dışında kalana, “öteki”ne karşı alınan tavır, bir kültürel kimlik olarak mahalleli kimliğini oluşturur.

II

“Kenar mahallelik” mahalleli kimliğinin bir alt türüdür. Modern şehir planlamasının, düzeni, işlevselliği ve estetiği esas alan “mazgal biçimli kent planlaması” kenar mahalleleri bu plana dahil etmemiştir. Modern kentlerin kenarı en fazla işçi sınıfının oturacağı tek biçimli ve düşük maliyetli siteler olarak tasarlanmış, ama endüstrileşmenin getirdiği büyüme ivmesi, kenarları planlanmamış yapılaşmaya terk etmiş, işçi siteleri o kenarlara göre daha merkezde kalmıştır. Kentlerin giderek büyüyen kanserli hücreleri sayılan kenar mahalleler göçler, bu göçlerin yarattığı işsizlik, gelir eşitsizliği ve sosyal adaletsizlik gibi olumsuzluklarla malûldur. Kentlerin kenarında veya zaman zaman merkezinde kümelenen bu yerleşimler çoğu örnekte denetimsiz ve imar yasalarına aykırı, altyapıdan ve sağlık koşullarından yoksun olarak inşâ edilen konutlardan oluşur. Bu yerleşimler endüstrileşmiş Batılı ülkelerde ülke dışı nüfus (yabancı-göçmen-proleter) tarafından, belirli bir gelişme düzeyinin altında olan endüstrileşme aşamasındaki ülkelerde ise ülke içi nüfus tarafından işgâl edilir. Ekonomik olarak üst gelir düzeyini oluşturan sınıfın zaman içinde kent yerleşiminin sınırlarında yaşamayı tercih ettikleri, kente yeni göçen/alt gelir düzeyini oluşturanlarınsa kent merkezinde yaşadıkları gözlenebilir. Böylelikle merkezin ruhu kentin kenar semtlerindeki sakin, doğal ve seçkin mekânlara taşınmış olur. Sonuç olarak, “kenar”, kenarda olanlardan çok, içinde yaşayan alt sınıfları kent coğrafyası içinde tanımlar.

Kenar mahalleli kimliği, çocukluktan itibaren içinde büyünülen, aynı anda hem gündelik yaşamların, hem de küçük suçlarla tanışıklıkların ve mitlerin yeri olarak ortaya çıkar. Kenar mahalleler merkeze karşı bir radikal duruş mekânı olarak düşünüldüklerinde gerçek ve hayali “öteki mekânlar” olarak kimlik için imkânlar yaratır (Soja ve Hooper, 1993: 189). Merkez, “kenar”dakilere ayrı ayrı kimlik atfetmez. Kenar, genel olarak marjinal, tehlikeli ve lekelidir. Kenar mahalleler, marjinal yerler olarak büyük bir kültürel merkezin “öteki”si ve hor görülen sosyal faaliyetlerin, suçun, kokuşmuşluğun ve anti-rasyonelliğin “merkez”idirler. Kimi kentlerde kenar mahalleler ya da kentin kenarında kalan diğer yerleşim biçimleri merkezde yapılamayacak çılgınlıkların, marjinal hobilerin ve küçük ama tehlikeli maceraların dekorudur. Gündelik yaşamın rutin seyri içinde adım atılmayan bu “suç merkezleri”, “dağıtmak” ve hepsinden önemlisi bunu tanıdık, bildik bir sosyal çevrenin bakışından uzakta yapmak için kullanılır. Bu yerler, kimi zaman film çekmek, otantik ve turistik geziler ve alan araştırmaları yapmak için kullanılan “plato”lar haline de getirilebilir. Bu tür ziyaretlerin MGM stüdyolarını ya da toplama kamplarının kalıntılarını gezmekten tek farkı, gidilen yere göre farklı derecelerde de olsa risk barındırmasıdır. (ABD’de Harlem, Fransa’da Pigalle, İstanbul’da Dolapdere gibi). Ancak bu bile gezgine bir macera tadı verir. Cüzdanına daha sıkı sarılır, etrafa korku dolu nazarlar fırlatır ama kendi cesaretine de hayran kalır. Dönüşte eşe dosta anlatılacak bir anı -adeta bir Camel Trophy macerası- yaşanmıştır. Yabancı kendi rasyonel ve kapsayıcı hayat görüşü içerisinde bir yere yerleştiremez bu mekânı. “İyi ki burada yaşamıyorum” biçimindeki iç ferahlığı, oranın sokaklarında yürürken oraya nüfuz edememek, sadece geçip gitmek, bunun bir mizansen, bir oyun olduğunu düşünmek anlamına gelir.

Bu merkezî/marjinal karşıtlığı üzerine Edward Said de kafa yormuştur. One göre marjinal olan “medeniyetin kenarı”nda yer alandır. Merkez, “kaybedecek bir şeyi olmayan” marjinale göre “durumsal bir üstünlüğe” sahiptir. Ancak yine de “tiksinme” ve “çekim” reddetmeye yönelik bir politik zorunluluk sürecinin iki kutbudur. Ötekine duyulan güçlü ve kestirilemez tutku, marjinalin bayağılaştırılması eğilimini zaman zaman bertaraf eder. Marjinal ve aşağı kültürün toplumsal ötekisi baskın kültürün ve onun hayali ve duyumsal repertuvarının kurucusu olan merkezî iktidardır ve onun resmî söylemidir (aktaran, Shields, 1991: 5).

Kenar mahalleli kimliğinin “öteki”si olan kent merkezi basitçe kentin ortasında yer alan ve kentin kıyı bölgelerine sadece belli bir toplumsal düzen anlayışını servis eden bir iktidar odağı olarak görülemez. Aslında kentin tek bir merkezi yoktur. Birden çok merkez vardır ve iktidar odağı yerine bu merkezlere yayılmış bir iktidar ağından bahsetmek daha isabetli olacaktır. Kent merkezlerinin düzen anlayışları farklılık arzedebilir, ancak son çözümlemede bir düzen gerekliliğini esas alırlar. Merkezin bazı kesimlerce “öteki” olarak tarif edilmesi, onu böyle tarif edenleri içine almaması (ya da belli bir dönüşüm geçirmesi koşuluyla almayı kabul etmesi) bünyesinde barındırdığı her kesimden insan için bir aidiyet duygusu yaratamamasına bağlıdır. Bunun reel hayattaki tezahürü işsizlik, eğitim, sağlık ve diğer sosyal hizmetlerden eşit biçimde yararlanamama, eğlence ve dinlenme alışkanlıklarına ters düşmedir. Kentte “tutunamayan” birey, mahalleye olan aidiyetini kamusal alanda şiddet eylemleri biçiminde yansıtabilir. Bu, mahalleyi “potansiyel düşman” kabul eden kolluk kuvvetlerine, yerel yönetim birimlerinden gelecek hakiki ya da varsayılan bir tehdide ve bazen de geç işleyen veya hiç işlemeyen adalet mekânizmasına karşı korunmak için yapılabileceği gibi, kendisini içine almayan büyük kente karşı küçük tatminler sağlayan bir güç gösterisine de dönüşebilir. Bazen de kentle özdeşleşen, kentin paylaşılamayan zenginliklerini tahrip etmeye yönelik bir tepkidir. Kimi zaman oturduğu evin yıkımına engel olmak için kendine ve etrafına zarar vermek, kimi zaman da kent merkezinde hırsızlık, gasp, tecavüz, cinayet gibi eylemlerle tezahür eder.

Kenar yerleşimlerin, ideolojik ve muhalif pozisyonunu en iyi belirleyen mekânlar Getto ve Slum’lardır. Getto, tarihsel bağlamda, kentte muhalif eylemin yeni biçimlerine ve bir alternatif konumlamış seçeneceğine açık olmanın yolunu gösterir. Gettolardaki yoksulluk komünal ilişkileri giderek güçlendirir. Özellikle Amerikan işgücü piyasasının dışında kaan zenci aileler heterojen yapılarına rağmen merkeze karşı mücadelede bir dayanışma içerisine girmişlerdir (Nesbitt ve Fainstein, 1996: 3-4). Slum’lar (teneke mahalleler) ise yoksullar ve alt sınıflarca yerleşilen kalabalık bir kent parçasıdır. Ana caddeler ve meydanların gerisinde, iç içe geçmiş evler, avlular ve dar sokaklardan oluşan mekânlardır. Etrafa bakınırken görünmese de bu mekânlar, ana caddeler ve meydanlara yürüyüş mesafesi kadar yakındır. Avrupa’da endüstrileşmenin zirvesine ulaştığı dönemlerde bu yerler zengin ve yoksul arasındaki çizgiyi kalınlaştıran yerleşim yerleri olarak dikkat çekmişlerdir. Gazeteciler, yazarlar, hayırseverler 19. yüzyılın sonlarında yabancı, romanesk mekânlar olarak Slumlara akın etmeye başladılar. Ziyaretler “kenar”a yapılan “turistik” gezilerin miladını oluşturuyordu (Warner, 1984: 186-187).

Bu, ziyaretler, modern kentin keskin sınıf ayrılığının bir göstergesi oldu. Üst sınıfa mensup kişiler farkında olmadan buralarda yaşayan ve mecbur kalmadıkça kent merkezine uğramayan bu kimselere aslında nerede yaşadıklarını ve kim olduklarını fark ettirdiler. “Onlar”ı şehir-içi mekânlarda karantinaya almak ve “biz”den uzak tutmak, özel girişimcilerle toplumsal ahlâkçıların ortak hedefleriydi. Hattâ kendilerine ayrılan bölgeden başka yere gitmemeleri için onlara parasal yardımda bile bulundular, buralarda inşaat yapılmasına yardım ettiler. Hedefleri buralarda “sınıflar-altı” bir topluluk yaratmaktı (Rusk, 1993: 128). Çünkü sürekli yenilenme hareketinden ve kararlardan, dolayısıyla merkezden dışlanmış olanların bir sınıf kültürü, işçi ya da halk çevresi gibi bir dayanak noktası olmayacağını varsayıyorlardı. Modernite projesinin sabit toplumsallık anlayışı, durağan yapısıyla bu çıkışsızlığa uzun süre zemin teşkil etti (Touraine, 1995: 206). Böylece kentsel ayrımcılık sorununu siyaset sahnesine ilk kez çıkaranlar hâkim sınıflar oldu.

Kentli tüketicilerin oluşturduğu dev orta sınıfa dahil olmaktan ümidini kesmiş okur-yazar olmayan ebeveynlerinin aksine, kentin kenarında yaşayıp eğitimini sürdüren ikinci ve üçüncü kuşaklar geniş katılım ve hak talep ediyorlardı. Bu nedenle onların başkaldırıları (’60’lı yıllarda ve ’90’lardaki gençlik hareketleri) bireysel değil, geniş kapsamlı, entelektüel düzeyi ve toplumu dönüştürme amaçlı, kaotik, heterojen ve muhalif hareketlerdi. Modernite sonrasının dinamik ortamında büyüyen ve eğitimsiz kenar mahalle gençleri ise (özellikle Paris ve Lyon’da örnekleri şıklıkla görüldüğü üzere) içlerinden birinin marûz kaldığı şiddete dayalı polisiye müdahaleleri bahane ederek, sanayi sonrası toplumdan taleplerini dile getiriyorlardı. Onların okur-yazar akranları gibi bir toplumsal bütünleşme ümidi yoktu. Ve şiddet eğilimleri iktidarlarca “varoşların isyanı” veya “anarşist/düzen karşıtı eylem” olarak tanımlanırken, kenar mahallelilere yöneltilen baskıcı tavrın meşrulaştırılmasına yarıyordu (a.g.e.: 207).

III

Türkiye’nin kenar yerleşimleri de dünyada olduğu gibi çoğunlukla göçlerle oluşmuştur. En fazla göç alan kentler, nüfusun en yoğun olduğu, ekonomik ve toplumsal özellikler, kültürel yaşam açısından bulunduğu bölgenin merkezi durumunda olan kentlerdir. (İstanbul, Ankara, İzmir başta olmak üzere Adana, Bursa, İzmit gibi kentler en fazla göç alanlarıdır.) Büyük kente göçün yarattığı öncelikli ve en büyük sıkıntı sürekli bir mesken edinmektir: “İstanbul’da meğer başını sokacak, mülk evin olacakmış. Yok mu kendini İstanbullu belleme, öğünme İstanbulluyum diye!” (Kemal, 1998: 37). Göç etmiş aileler, kente uyum sağlamaları, geçinmeleri ve iş güvencesine sahip olmaları olanağı ortaya çıkana kadar hemşehri ve akrabalara “sığınır”lar (Ayata, 1989: 103). Yani, göçmenlik genellikle “giriş iskelesi” olarak tanımlanabilecek özel bir yakınlık ilişkisine ihtiyaç duymaktadır (Choldin, 1985: 126). Kötü yaşam koşullarına rağmen kenar yerleşimin daha eski sakinleri, yeni gelen insanların minimal gereksinimlerini karşılayarak, yeni hayatlarını daha kolaylıkla göğüsleyebilmelerini sağlamak için böyle bir şebeke oluştururlar. Aile ve arkadaşlık bağları aracılığıyla yeni gelenlere parasal yardım yapılır, barınma ve iş imkânları sağlanır ve kentte ayakta kalma konusunda -ki bu hayli zor bir iştir- yararlı ipuçları verilir. Halit Refiğ’in Gurbet Kuşları (1964) filminin kahramanlarının söylediği gibi “bu kadar insan sırt sırta verip dağları bedesten” etmektir amaç.

Türkiye’de kenar yerleşimlerin mesken sorunu genellikle gecekondulaşma yoluyla çözüme kavuşturulur. Bu müstakil konutlar kentsel iktidarın tehdidi karşısında uğruna mücadele verilmesi gereken ilk birimdirler. Öte yandan, özellikle İstanbul gibi bir şehirde, merkeze uzak bölgelerdeki gecekondulaşmanın yanısıra “tarihî” değeri olan semtlerde veya semtlerin ara sokaklarında oluşturulmuş kenar yerleşimleri de vardır. Buralarda, gecekondu semtlerinden farklı olarak, apartman yaşantısının belli özellikleri görülmekle beraber (ev içleri ve önlerinde hareket serbestisinin azalması, konutun ortak giderlerini paylaşmakta çıkan sorunlar, ayrıca bir apartman komşuluğunun oluşması v.b.) sakinlerinin taşıdığı kenar mahalleli kimliği aynı temel üzerine kuruludur. Mahalle sakinleri düşük gelir getiren işlerde çalışırlar veya işsizdirler, buna rağmen kalabalık aileler içinde yaşarlar, kimisi geldiği yerde çiftçilikle uğraşmış, kimisi de bir zanaat sahibi olmuştur (zanaat sahibi olanlar kentte iş bulma konusunda daha avantajlıdırlar), kadınların çoğu bir meslek ve iş sahibi değillerdir, çocukların pek azı eğitimini sürdürür, büyük bölümü çalışarak (çıraklık ya da seyyar satıcılık yaparak) aile bütçesine katkıda bulunur. Ankara “Çinçin’de erkeklerin bir bölümü esans, Kur’an ve Battal Gazi Destanı, Hz. Ali’nin Cenkleri kitapları satar. Çocuklar çoğunlukla ilkokuldan sonra okumazlar. Boyacılık, çöpçülük, şişe toplama, dilencilik, yankesicilik yaparlar” (Seyman, 1986: 88). Behçet Aysan’ın çizdiği kenar mahalle, bu tabloya oldukça denk düşer: İner şafağın alacasında/karıncalar ordusu şehre/iner kenar mahallelerden/yürüyerek ve trenlerle/Battal Gazi Destanı ve Kan Kalesi/ve kılıcıyla Ali’nin mızraklı ilmihaller/Yok başka bir cehennem/yaşıyorsunuz işte.

Bu tür yerleşim yerleri köy cemaati düzeyinde bütünleşebileceği gibi, bazıları da yeni gelen ve birbirini tanımayan insanların toplandığı ‘istasyon’lara benzer (Lloyd’dan aktaran, Ayata, a.g.e.: 105). Bu ikili yapı, kenar mahalleleri kenardaki yaşamlarını geçici olarak gören ve en azından çocukları-torunlarının “kurtulabileceği”ne, kente yabancılaşmadan nüfuz edebileceğine inananlarla, kendilerini dışarıya, yabancıya karşı kilitleyen, kentle bütünleşmekten umudunu kesenler olarak ayrıştırır. Bir tarafta Cahit Külebi’nin İstanbul şiirinde anlattığı “Niksar’da evimizdeyken/Küçük bir serçe kadar hürdüm/Anladım bu şehir başkadır/Herkes beni aldattı gitti” türünden bir yalnızlık hissiyatı, diğer tarafta “oğlum bana benzemesin, okusun adam olsun” niyetiyle şehre gelen At (1983) filminin Hüseyin’inin gelecekle ilgili umutları ve Düğün (1973) filminde Zelha’nın “Dönmek ne sözdür? Şu İstanbul’un toprağında bir bize ayak basacak yer kalmamıştır öyle mi? Daha çok adam alır bu İstanbul. Lakin yürek ister. O yürek de bizde evvel Allahım” diye meydan okuyuşu vardır. Kenar mahallelilerde bu ikilik birarada barınır. Kişisel göç tecrübesi, hem gurbet, kayıp, yoksunluk, dışlanma duygusu yaratır, hem de bir özgürleşme, farklı olanla başedebilme ve ona eklemlenebilme yeteneği kazandırır (Özbek, 1998: 113).

Güvenli, sürekli iş ve konuta sahip olamayan nüfus kentte “yabancı” olarak kalır (Şenyapılı, 1978: 158). Bir Anadolu kentinden veya köyünden, kasabasından büyük kentin kenar mahallesine göçenler, hayretle oranın geldikleri yerden daha geri kalmış olduğunu, “kent içinde köy” olduğunu farkederler. Örneğin İstanbul’un öyle yerleri vardır ki, metropolitan kent merkezine kültürel olarak ülkenin doğusundaki yerleşimler kadar uzaktır (Işık, 1994: 100). Kenar mahalleye göçenler kentin belirli ve sınırlı mekânlarını kullanır. Mahallesine yakın merkezlere burası özellikle tüm sınıf ve katmanlara hizmet sunmaya açık, umumi bir yerse (İstanbul’da Taksim, Ankara’da Ulus, İzmir’de Kemeraltı gibi) uğrar, üst gelir gruplarının kullanımına açık, uzmanlaşmış işyerlerinin bulunduğu merkezlere ise (İstanbul’da Nişantaşı, Ankara’da Tunalıhilmi ve İzmir’de Karşıyaka gibi) kendi arz ve talepleri geçersiz olacağı için uğramaz. Kartal Tibet’in Sultan (1978) filminde gecekondulu için Beyoğlu’na gitmek sosyeteye karışmaktır: “Arada bir sosyeteye karışmak lazım. Hele bir evlenelim göstereceğim sana dünyayı.” Kenar mahalle sakinlerinin yerel yönetim ve resmî kurumlarla ilişkileri de mümkün olan en düşük seviyededir: okula kayıt yaptırmak, karakol-mahkeme-hastane gibi kurumlara zorunlu olarak gitmek gibi.

IV

Kenar mahalle göç alır, göç de verir. Göç, onu besleyen unsurlardan biridir, ama salt göçle de açıklanamaz. Kenar mahalle, bir mekândan, yerden çok “hissiyattır”. Şehre gelir, şehirle dönüşür; şehrin vücudunun bir parçası olur. Öte yandan, tabir-i caizse, şehrin yüzü-çehresi değil de belden aşağısıdır. Kenar mahalle, şehrin dışkısıdır; sümük, balgam, idrar ve menisidir. Hem onundur hem değil. Şehrin parçasıdır; ona aittir, ama bu aidiyet, vücut tarafından yoksanır, o parçadan iğrenilir: Bu adamların Tanrısı var. Bu adamların/hem Tanrısı, hem sakalı hem de/karafatma gibi karıları var (...) / Bu adamlar havada bulup, tavada istiyorlar (Süha Tuğtepe, aktaran A. Oktay, tarihsiz: 24). Her zaman bu kadar “sert” değil elbet. Kimisi daha “düzeyli”. Behiç Ak, Kim Kime Dum Duma adlı bant karikatüründe bu düzeyi anlatmıştı: “Ah ah şu eski evlerin insani boyutları nerede? Bunları korumak lazım, bütün insanları başka yere taşıyıp, kültür ve sanat ortamları haline getirmek lazım. Maalesef, içinde yaşayanlar şey gibi kullanıyorlar ah ahh!..” Her ülkeyi tasvir eden, haritasını çizen özellikleri arasında tehdit dolu ara sokaklar, arka mahalleler, pis işlerin döndüğü mekânlar ve asla uğranılmaması gereken semtler vardır. Ama gidilen şehre, ülkeye kimliğini veren ve onu, merakı çekecek hale getiren bir unsur da (hattâ bazen en önemli unsur) bu “korku dolu” mekânlardır. Buraları neredeyse istisnasız biçimde etnik, sınıfsal ayrımlaştırmaların ürünü olan yerlerdir. Buralarda yaşayanlar ilk geldiklerinde sahneyi iyi gören yerlerin çoktan kapılmış olduğunu görürler. Bu durumda yapılacak şey ya da safları biraz sıklaştırıp kentin “asıl sahiplerinin” arasına karışmak ya da yeni yerler, yaşama alanları keşfetmektir. İkincisini tercih etmek zorunda kalanlar çoğunluktadır. Ama bahçelerinde sebze ayıklayıp kışlık erzaklarını hazırlayan, yedikleri baharatlı yiyecekler nedeniyle kalabalık arasında “ağız kokusu problemi yaratan”, düğünlerini de cenazelerini de görkemli biçimde yaşayan, esrar satan, yankesicilik yapan, eğlence sektörünün en “bayağı” ama en fastastik türünü yaratan bu insanlar yaşadıkları yerin kimliğinin -ister istemez- bir parçasıdırlar. En azından merkezin kimliğini tanımlamasına neden olan bir “öteki” olarak.

Kenar mahalleyi anlatan bir örnek, edebiyattan: Ağır Roman, İstanbul’un kenar mahallelerinden Dolapdere’de, Kolera Sokağı olarak isimlendirilmiş bir mekânda geçer. Dolapdere’de, Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalma tarihî binalarda yaşayan gayrımüslimler ve buraya sonradan, yani göçle Anadolu’dan gelmiş aileler yaşar. Bu nedenle sokak etnik, dinî ve cinsel kimlikleri farklı insanların birarada bulunduğu bir ortamdır. “Covino” adı verilen gayrimüslimler, “kevaşe” adı verilen fahişeler, “labunya” adı verilen eşcinseller, “softa”lar, “köylü”ler... Bu farklılığa rağmen, onları birleştiren bir üst kimlik vardır: Koleralı olmak.

Kenar mahalleli kimliğinin temsiliyet aracı olan farklı bir dille yazılmıştır Ağır Roman. Bu, içinde argo kelimelerin de yer aldığı büyük ölçüde “uydurulmuş” bir dildir. Kentte konuşulan ve sabit anlamlara gönderme yapan ortak dilin içerisinde bir direniş adacığı olarak kenar mahallenin özgün dili merkezle sürekli girilip, her seferinde kaybedilen anlam mücadelesinde kenar mahalleli kimliğinin silahlarından biridir. Öyle “radikal” ve ödünsüz bir silahtır ki, kendisini oluşturmak için merkezin dilinin gramerine bile gerek duymaz. Çünkü bu dil aracılığıyla iletişime girilmek istenen kitle, yine o dilin oluşumuna ve sürmesine katkıda bulunan bir avuç insandır. Tam da bu nedenle daimi bir yenilgiye mahkûm olmakla malûldür. o dili kullanacak olan, yaşadığı kentin “kosmos”u içinde, o kosmosa dahil olanlar nezdinde hep yabancı ve hep marjinal -bundan dolayı da- “aşağı” olarak kalacaktır. Bu daimi yenilgiyi avantaja dönüştüren ise iktidarın söylemine dahil olmamanın/olamamanın, o mekânın iktidarına tâbi olmayı da önleyen yanıdır.

Kenar mahalle, “yer”in kimliklendirici niteliğini taşıyan bir mekândır. Orada yaşayan insanlara bir üst kimlik verir. Ancak o “yer”li olmanın kapsayıcı niteliği yanında orada yaşayan insanların çoğu kendi farklı kültürel kimliklerini muhafaza edebilmektedirler: eşcinsellik, Hıristiyanlık, Müslümanlık, hırsızlık, Çingenelik vb. Bir parantez açalım: Kenar mahalle, birbirinden farklı beş ayrı kimlik esasında tanımlanabilir. Bu tanımlamalar, hem merkeze, hem de içeride-birbirlerine karşı duruşlarında belirleyicidir. Bir kenar mahalle, ekonomik (sınıfsal), dinsel, etnik, etik ya da hemşehrilik/hısımlık esasında oluşur. Bir kimlik diğerlerini içerebileceği gibi ayrı ayrı olarak da konumlanabilir. En azından ismen -çağrışım olarak bile- bu özelliğe sahiptir: İşçi siteleri, Alevi mahallesi, Kürt mahallesi, Erzurum mahallesi, Sulukule, Bent Deresi, Zürefa Sokak vs.

Bu kültürel kimlikler, aynı kenarda birarada yaşayıp gitmelerine rağmen birbirlerini “dahili öteki” (Kural-Alankuş, 1995: 98) olarak görürler. Çünkü, hepsi kenar mahalleli kimliğinden kopmuş küçük parçalardır. Farklılıklarına rağmen, esasında büyük şehrin dar bir mekânında, kenar bir semtte aynı kaderi paylaşan, merkezde tutunamayan ve yine merkez tarafından aynı derecede yabancılaştırılan, yaşam koşullarını değiştirmek konusunda hemen hemen aynı oranda ümitsiz olan insanlardır hepsi. Bu büyük kütleden kopmuş parçalardan oluşan kimlik adacıkları birbiriyle mücadeleye girmekten geri durmazlar. Her kimlik kendine göre “iyinin, ahlâklının, normalin ve doğrunun” temsilcisidir (a.g.e.: 92). Örneğin, softalar köylülerle işbirliği yaparak eşcinsellere, bitirimlere, sol görüşlülere kafa tutar, her fırsatta onlara zarar vermeye çalışırlar. Bunun nedeni, kendilerini “normal” görürken, onları “sapkın, ahlâk düşkünü ve münafık” saymalarıdır. Softalar ve köylüler ise sözü edilen kişiler için çağ ve akıldışılığı simgelerler. Softalar hayatlarını Müslümanlık ekseninde kurgularlar, kendilerinden farklı etnilere sahip olanlara karşı tahammülsüzdürler. Bu tahammülsüzlüklerini kendilerine saklamayıp düşmanca tavırlarla “öteki”lere yansıtarak, mahalle sakinlerinin yaşama alanlarını daraltırlar. Köylüler her an geri dönülebilecek, kısa süre önce geride bırakılmış bir kimliğin temsilcisidirler mahalleye göçle gelenler için. Şehirde bir şekilde kalmakta ve köyüne dönmemekte ısrar edenleri ümitsizliğe garkederler. Bu nedenle de nefret ve aşağılama duygularından en fazla nasibini alanlardır bunlar: “Kasketinden, poturundan, yemenilerinden, bıyığının kesilişinden, soluk kasketinin altında, makineyle traşlı saçlardan akan taşralılık” tepki çeker. Orhan Kemal’den bir örnek:

“– Şeherli olamayanı bu İstanbul’da hayvan belliyorlar. Geri dur lan, bakışa bak, ağza bak..

– İstanbul’u siz kirletiyormuşsunuz.. dedim.

– Tööbe.. Atımız itimiz yok ki kirledek (1998: 52).

Bazen bir mahalle, bir başka mahalleyi ya da kendi içindeki bir cemaati merkeze şikâyet eder. O şikâyetle geçici olarak merkezin değerlerinin katı bir savunucusu, taşıyıcısı konumuna taşınabilir. Vakt-i zamanında Sulukuleliler, Çingeneleri belediyeye şikâyet ederler. Belediye konuyla ilgili iki önemli açıklama yapar: İlki, “komşu semtlerin rıza gösterecekleri ‘münasip’ bir mehal bulunduğu takdirde, sırf Sulukule sakinleri için büyük bir mahalle inşâ edilecektir.” İkincisi “Bu memleketin vatandaşına hiç kimsenin Çingene diye hitap etme selahiyatı yoktur” ile başlayan isim arama uğraşı. Öneri ilginç: “Çingene yerine Çigan (..) tabiri beynelmineldir. Hem bu ismin turistleri celbedeceğini de unutmamak gerekir” (Vatan, 8.2.1958). Kenar mahalle, bir direniş mevziidir, ama bunu farkında olmadan da yapabilir. Bir Çingene, varlığı itibarıyla direniştir, maksadı sebebiyle değil. Merkezi yalnızca görünürde olmakla bile rahatsız edebilir. Kenar mahalle yalnızca Çingeneler değil, hırsızların – yankesicilerin ya da dilencilerin olduğu karşı kültürlere yataklık edebilir. Dolayısıyla kenar mahalle, şehirde benzer -ama ona karşıt- bir hiyerarşiye sahiptir. Merkez tarafından dışlananlar, dahil olmaya çalışanlar ya da katılmayı reddedenlerin yaşam alanıdır, kenar mahalle. Farklı alt ve karşı kültürleri içerir. Kimisi şehre alternatif, hâkim olacağı bir düzen ister; kimi ona dahildir, yerinden memnun değildir, kimi de karşıt: katılmaz, kabullenmez, kendi dünyasında yaşar. Mahallelilerin “harici öteki”si, yani tamamen dışlaştırılanı, yakınlaşılması mümkün olmayan merkezin toplumsal düzen anlayışını ve rasyonalitesini yaymaya çalışan tüm kurumlar ve bunların kenar mahalle ile ilişki içinde olan temsilcileridir: Polisler, milli eğitim müfettişleri, tahsilat memurları, partililer.

Kenar mahallerin, merkezin iktidarı ile en yoğun olarak karşılaştıkları durumlar polisiye vakaların vukubulduğu durumlardır. Kenardakiler için polis, beylik ifadesiyle can ve mallarını koruyan bir güvence değil, aksine huzuru kazanç kapısını ve can güvenliğini tehdit eden başlıbaşına bir tehlikedir. Mahallenin sokaklarında her türlü “yasa ve ahlâk dışı” sayılan olayın gündelik hayatın rutini biçiminde yaşanıyor oluşu, polisin burayı “suç merkezi” olarak görüp sürekli gözetim ve baskı altında tutmasına neden olur. Mahallede büyük bir güvenle dolaşır, varlıklarını hissettirirler. Polisin iktidarının kaynağı yaptırım gücüdür. Diğer yanda ise kenar mahallenin yazılı olmayan kanunları vardır: karanlık ve yasadışı. Polise göre şehrin “kenar”ı esasen “suç”un merkezidir. O nedenle mahallede çıkan bir olayda karışmış-karışmamış, çoluk-çocuk- kadın demeden karakola çekilirler. Mahalleli olan herkes mimlidir. Ankara “Çinçin’de eşekler dövüşse polis geldiğinde kadınları karakola götürür. Kadınların çoğu Çingenedir çünkü” (Seyman, 1986: 87) veya bir kenar mahallelinin anlattığı gibi: “Oto işi biter, polis gelir ‘Bilal, gel karakolda sana ziyafet var’ hesabı. Bilmem nerede ‘tufa’ işi biter, ‘Bilal, gel seni çok özledik hesabı. Bilmem hangi pazarda ‘kapkaç’ işi biter, polis gelir ‘Bilal gel, bi muayene edelim’ hesabı” (Kartal, 1994: 37). Polisin mahalleliler aleyhine uyguladığı çifte standart mahallenin delikanlıları ile polis arasında bir iktidar mücadelesi yaşatır. “Kanun ve Bela” (Kaçan, 1991: 106) karşı karşıyadır. Kanun belanın, bela ise kanun varlığıyla kendisininkini meşrulaştırır ve anlam kazandırır. Delikanlılar polise kafa tuttukları ölçüde zam kazanırlar. Polisler ise mahallede yakaladıkları kişileri özellikle siyasi suçları yüklemek ve amirlerinden övgü almak için araç olarak kullanırlar. Çünkü varlık sebepleri suç ve cezanın birlikteliğine dayanır: “Zarbolar öğretmenleri için ağlayan çocukları coplayarak dağıtıp koleralılara gövde gösterisinde bulundu. Zarbolar, çocuklarını sakinleştirmeye çalışan velilerden birkaçını tutuklayıp karakola çektiler. tutukladıkları velileri amirlerine gösterip suçlu zanlısı diyerek iyi puan alacaktı kerizler” (Kaçan, 1991: 90-91).

Ağır Roman’da sıradan bir sokak kavgası bile kavgaya karışanların filanca tarihte işlenmemiş bir siyasi cinayetin ya da gerçekleştirilen bir şiddet eyleminin faili olduğuna ilişkin bir belgeyi, gerekirse işkenceyle imzalamasıyla sonuçlanır. Oysa mahallede vukubulan şiddet eylemlerinin faili sokak sakinlerinden biri ise olay polis takibatına uğramaz. Zaman içinde kanıksanan bu tavır, mahallenin polise bel bağlamayıp suçlu saydıklarının cezasını kendi eliyle vermesi geleneğine zemin hazırlamıştır. Bu başına buyruk cezalandırma mekanizması mahallelinin merkezin gözündeki potansiyel suçlu profilini daha da keskinleştirir.

Polisler “suç merkezi” olarak gördükleri kenarlarda “suça yataklık ederek” keselerini doldurmanın yolunu da bulmuşlardır. Özellikle “kötü adam” karakterinin bütün özelliklerini taşıyan bir çete reisi veya kumarhane işleticisi ile işbirliği halindedirler. Mahallenin delikanlılarına karşı savaşmada ve “yeraltı faaliyetleri”nin sürdürülmesinde yardımcı olur, silah, mermi sağlar, karakola düşmelerini önlerler. Karşılığında da mahalleden toplanan haraçtan ve mahallede işletilen bir kumarhane varsa buradan pay alırlar. Özel hayatlarının geçtiği çevrede “sıradan” sayılan bu insanlar, hattâ belki daha kısa süre öncesine kadar bir kenar mahallenin işsiz, bıçkın delikanlısı olanlar (polis olmak için sıraya girenler arasında zengin veya orta sınıf aile çocuklarının pek bulunmadığını hatırlayalım), mahallede paradan ve yetkililerden dolayımlanan bir erk elde ederler. Belki de hayatlarının önceki bölümünde ve ast-üst ilişkilerinde yaşadıkları ezilmişlik hissinin acısını burada çıkarmaktadırlar. Ne de olsa büyük şehir bir üst basamaktakinin altındakini ezerek ayakta kaldığı bir yerdir. Ankara’da Altındağ’da, ’60’lı yılların “bitirimhane”leri zamanla kumarhane ve kulübe dönüşür. Bunlar sosyal yardımlaşma derneği kılıfına bürünerek çalışırlar. Mahallede herkesin “hızlı delikanlı” diye önünde eğildiği kulüpçü, polisin önünde el bağlar, ona sofra donatır. Özellikle 12 Eylül darbesinden sonra Çinçin’den Kızılay’a geçerek orada bir “mekân” kurmak her kulüpçünün temel hedefi haline gelir. Bunun için gerekli ruhsatı almak “devletle iyi geçinme”ye bağlıdır. Bu yolda gereken neyse yapılır. Bu gereklerden biri de ’80’li yılların sonlarında hemen her kumarhanenin duvarında rastlanan konsey üyelerinin fotoğraflarıdır.

Mahallede polise sırf korkudan veya ‘devletimize zeval gelmesin’ zihniyetiyle yardım edenler de vardır. Bu ikinci tip insanlar, kenarda merkezin değerlerini temsil eden, ama yine kenardan çıkmış kişilerdir. Ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranabilirler. Genellikle mahallenin muhtarları gerçekleştirilen operasyonlarda polise yardım eder, adres verir, kapı kapı dolaşırlar. Ancak hem usûl erkân bildiklerinden, hem de mahalleye karşı mahçup olunduğundan, gözaltına alınan bir gencin gözü yaşlı anasını teselli etmek, gerektiğinde karakola-savcılığa gidip o genci kurtarmaya çalışmak da onlara düşer.

Polislerin yanısıra, ancak para tahsil etmek veya vergi kaçaklarını saptamak için mahalleye gelen “kara çantalı, hükümet suratlı” olarak nitelenen maliyeci, müfettiş, zabıta, vergi tahsildarı gibi hükümet görevlileri de vardır. Mahalle sakinlerine hiçbir belediye hizmeti veya sosyal güvence sağlamayan “devlet” esnafın “açığını yakalamak” için tüm imkânlarını seferber etmektedir.

VI

Genel seçim dönemleri mahallenin merkezin temsilcileri ile karşılaştığı dönemlerdir. Bu dönemlerde her semtte olduğu gibi kenar mahallelerde de hummalı imar faaliyetleri başlar. Sokaklar asfaltlanır, gecekondu yapımına göz yumulur, otobüsler verilir, zabıtalar gelmez olur (Türkeli, 1997). Kenar mahalleli, seçim vaatlerini ve politikacıları tanıdığından, olayları fırsatlara dönüştürerek, hayata karşı ayakta kalmak için güçlüden yararlanır (Nalbantoğlu, 1998: 162). Bu elbette vaatlere kimsenin kapılmadığı anlamına gelmemeli. Kenar mahalle bir umut teknesi. Kendi dilinden konuşan, daha iyi bir gelecek tasavvuru sunana doğallıkla meylediyor. Bugün, Ankara’da üzerinde aynı adlı bir hastane kurulu olan kavgacı Hacettepe Mahallesi’nin; ilk demokratik seçimlerde külliyen demokratlara yönelmesi boşuna değildir. Kenar mahalleler, ’70’lerde Karaoğlan’a, ’90’larda “adil düzen”e akarken de aynı rüzgârın etkisindedir. Kendisiyle konuşan ve ona daha iyiyi sunan güzeldir. Her şey onunla daha güzelleşecektir.

Kenar mahallede yaşamaya devam ettikçe hiçbir şeyin iyi gitmeyeceğine inananlar da vardır. Bunlar mahalleden kurtulma ve “sınıf atlama” umudu taşıyan gençlerdir çoğunlukla. Kent merkeziyle en fazla alış-verişi olanlar da bunlardır. Babalar, işyerleri mahallenin çok yakınında olduğundan, işten-güçten, hayat gailesinden, anneler/kadınlar evde, çocuklarsa sokakta vakit geçirdiğinden kent merkezine uğramazlar. Gençler, özellikle erkekler, ellerine biraz para geçtiğinde, bayramlarda, hafta sonu tatillerinde “şehir merkezine çıkarlar”. Şehrin merkezi, hiyerarşik sıralamada uzakta ve yukarıda bir yerdedir onlara göre. Bu nedenle kent merkezine giderken şehre çıkmak/inmek deyimini kullanırlar.

Şehrin merkezine ilişkin bilgileri kulaktan dolma olanları, nasırlı ellerle, ilk anda fark edilecekleri giysilerle çıkarlar oraya. Şehrin “raconunu” bilmeyenlere, mahallenin “delikanlılar” aleminde “kahraman” sayılmalarına ve etrafa korku salmalarına rağmen, şehir “oyun oynar”. Büyük şehrin kahramanları da raconu da kendine özgüdür, tıpkı kenar mahalleninki gibi. Kenar mahallelilerin bunlarla özdeşleşmesi bir yana kentin sokaklarında bütünlüğünü kaybetmeden dolaşmayı ummak bile imkânsızdır. Bunun farkına varmanın yarattığı öfke, şiddete ve kanundışı eylemlere dökülerek vücut bulur. “Koleranın çocuğu” Salih, şehrin genelevinde kendisini aşağılayan fahişenin terliklerini çalar ve annesine götürür.

Kenar mahalle delikanlısı ve büyük şehrin başbelası kabadayılar, aynı zamanda bir ana kuzusudur. Onların “iyi insanlığı, merhameti, zayıftan yana çıkması” annelerinden dinledikleri masalların, köylerinde geçen imece hikâyelerinin, sözlü kültürün; ya da çizgi romanların, sinemanın, popüler kültürün ürünüdür. Tüm kenar mahalle bitirimlerinin hoyratlıklarının kırılma noktası, ev eksenli çocukluk ve ilk gençlik dönemleridir; evlerinden dışarı çıkmadıkları için anlattıkları hikâyeler sadece geçmişin güzel ve barış dolu günlerine gönderme yapan saf anneler ve komşu teyzelerdir. Kenar mahallenin ilk kuşak-göçmen ev kadınları, değil, büyük kentin, oturdukları kenar mahallenin bile ayırdına varamazlar. Sokağın tehlikelerle dolu olduğu gerekçesiyle ev dışına adım atmaları yasaktır. Ağır Roman’daki Berber Ali’nin karısı İmine de bunlardan biridir: Ali, çapkınlık yaparken ayakbağı olmasın diye karısına öyle tırsınç hikâyeler anlatmıştı ki kadıncağız “Dışarı çıkarsam boğulurum” korkusuyla uzun yıllar sokağa ayağını göstermemişti. Şehrin sokaklarının sularla kaplı olduğunu, yağmur yağdığında denizin yükselip taşacağını, küçük bir yıldırım hareketinden şehrin tamamıyla yıkılacağını sanan İmine yaşamını can kenarına satmıştı (Kaçan, 1991: 14).

Ev kadınlarının cam kenarında geçen yaşamı tüm olumsuzluğuna karşın geldikleri yerin kimliğini en iyi koruyabilenlerin onlar olmasını sağlamıştır. Yeme-içme, giyinme, konuşma, komşuluk etme ritüelleri çok fazla bozulmaya uğramamıştır. Geçmiş günlerin ve sözlü kültürün en önemli taşıyıcıları bu kadınlardır. Fabrikalarda çalışan, evlere temizliğe giden kadınlar da, güzergâhlarında ya da o mekânlarda, farklı kesimlerden insanlarla ve uygulamalarla karşılaşılarak, kendilerini daha farklı tanımlarlar. Her türlü ezanın, cefanın tüm şehirde herkesten evvel kendilerini bulduğu; felaketlerin, doğal afetlerin kevgire çevirdiği kenar mahalleden kurtulmak, daha iyi semtlere taşınmak, “sınıf atlamak” onlar için de hayati bir amaçtır. Bir o kadar da tehlikeli: Onlarca, yüzlerce erkekle fabrikalarda, “ahlâksız zenginlerin evlerinde” çalışmak, başlıbaşına bir dertken, hemcinsleri gibi süslenmek, onlara özenmek, masum bir pastane flörtü neredeyse “orospu”lukla özdeştir. “Orospu dediğin hem mahallenin adını çıkartır, hem bekâr çocukları baştan çıkarıp ahlâklarını bozar.” Kenar mahalle dayanışmacı olduğu kadar baskıcıdır da. İddiacı, tutkulu bir ahlâkçılığa soyunuverir. Ev-aile hayatının dışında kenar mahalle hayatının zorluklarıyla karşılaşan başka kadınlar da vardır. Onlar da fahişe, ya barmaid, ya da sokak dansözüdürler. Yaptıkları iş nedeniyle başlarında hep bir yönlendirici erkek bulunur. Sık sık hem bu erkeklerin hem de müşterileri olan erkeklerin (bunların arasında kent merkezinden gelenler de vardır) istismarına marûz kalırlar, polisle başkaları derde girer. Ev kadınlarının tersine sokaklar onlara açıktır ama bu özgür olmaktan çok, gerilimli ve tehditlerle dolu bir hayattır: “Bak kızım, ya benimle yatarsın, ya da bu camiadan siktir olur gidersin! Burayı kapatmak, sizi içeri tıkmak için yüzlerce gerekçe gösterebilirim. Benimle yatman durumunda sana zarar gelmez” (Uçkan, 1996: 133).

Mahalle büyük şehrin keşmekeşine karşı bir özel alandır, ancak mahallenin kendisini bir kamusal alan olarak kabul ettiğimizde ev içlerinin de ayrı bir özel alan teşkil ettiğini varsayabiliriz. Bunlar içeriden dışarıya doğru genişleyen, iç içe geçmiş çemberler gibidir. Kenar mahallenin insanları için büyük şehir ne denli kozmopolit, ne denli başdöndürücü ve uzaksa, kenar mahallede ev içlerine mahkûm edilmiş insanlar için de oranın sokakları, “kaşarlanmış insanları” o denli korkutucudur. Kenar mahalle kendisini büyük şehrin tehdidinden korumaya çabalarken, ev içi sakinleri de kendilerini kenar mahallenin sokak hayatından korumaya çalışırlar. Bu gerilimli kenar mahalle hayatı yeni gelenleri kolay kolay içine almaz. Sarsar, şaşırtır, neredeyse onu testten geçirerek dayanıklılığını ölçer. Önce ev içinin özel alanına hapseder. Güçlü ve cesaretli olanlar kısa ya da uzun bir zaman sonra mahallenin kamusal alanına dahil olurlar. Mahallenin kabadayıları dahi kaçınılmaz olarak bu sarsıntıdan nasibini almıştır.

Kabadayı olan güçlü ve cesur tabiatı gereği kısa zamanda toparlanıp, mahallede “bilekli” bir adam olarak nam salar. Hemen ardından da mahallenin keyif veren yanlarından faydalanmaya başlar. Çapkınlık yapar, içki alemlerine katılır, silah kullanmayı öğrenir. Ancak yine de “kenar mahalle uykucusu” (Kaçan, 1991: 19) olma gerekliliğini aklından çıkarmaz: Dağda gezen kurda da çatar, ayıya da. Mahalle içinde iyilerle kötülerin mücadelesine bir de merkezden gelen tehditler eklenince, sürekli tetikte olmak kaçınılmazdır. Mahallede olaylar bazen bir bilim-kurgu filminin dehşetli ve olağandışı atmosferi içinde geçer.

VII

Kenar mahallenin kamusal alanına dahil olduktan sonra büyük şehrinkine de el atacak kadar yürekli olanlar, hayalleri o dar alana sığmayanlarla “taşı toprağı altın” olan bu şehrin sokaklarını fethetmek uğruna her şeyi göze almış olanlardır. Ancak mahalleyi terk etme kararı ölümcül/yaşamsal bir karardır. Çünkü her türlü karnavalesk tecrübenin yaşandığı, hem de dostluk, vefa, yardımseverlik gibi mefhumların anlam taşıdığı “böyle bir mahalle asla terk edilemez!” (Kaçan, 1991: 102). Terk edeni ise bir daha geri almaz. Hele büyük şehrin büyüsüne kapılıp da gitmişse. Üstelik kenar mahalleye dışarıdan bakmak orada yaşayanı mutsuz eder, bir daha iflah olmaz. Daha iyi koşullarda yaşama ihtimalinin varlığı ve bunun farkına varmak hayatın daha anlamsız gelmesine yolaçar. Ağır Roman’da Reco mahalleden ayrılıp “şehirde, deniz kıyısındaki, danslı-eğlenceli, esprili evlerde gününü gün ederken” ruhunun bir parçasının orada kaldığını fark eder. “Sokakta bıraktığı ruhunu” atmaya koştuğundaysa artık çok geçtir. “Uzun süre terkedilen ruh bir daha asla bedene dönmez” (s.135). Reco’nun “şehre düşme” hikâyesi ilk zamanlarda gerçek anlamda bir düşüş olur onun için. Ama geri dönme imkânı da yoktur. Reco büyük şehirde iyi-kötü tutunup, iyi bir iş edinene kadar bu ikilemi yaşar. Ancak büyük şehrin sokaklarına dalmak isteyen herkes onun kadar şanslı olamamaktadır. İyi bir kazancın dahi büyük şehrin merkezinde yaşayıp da mutlu olmaya yetmediğini anlayanların çoğunun akıbeti ne pahasına olursa olsun köylerine geri dönmektir.

Augé, Marc (1995): Çağdaş Dünyaların Antropolojisi, Kesit Yayınları, İstanbul

(1997)0 Yer-Olmayanlar, çev. Turhan Ilgaz, Kesit Yayınları, İstanbul.

Ayata, Sencer (1989): “Toplumsal Çevre Olarak Gecekondu ve Apartman”, Toplum ve Bilim, sayı 46-47, Yaz-Güz.

Bilgin, Nuri (1997): Siyaset ve İnsan, Bağlam Yayınları, İstanbul

Castells, Manuel (1997): Kent Sınıf İktidar, çev. Asuman Erendil, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara.

Choldin, H. M. (1985): Cities and Suburbs, McGraw-Hill Book Comp.

Çeviker, Turgut (1996): Kent, Konut ve Yerleşim Üzerine Karikatürler, Habitart, İstanbul

“Çingenelere Yeni Bir İsim, Sulukule’ye de Yer Aranıyor”, Vatan (1958), Şubat.

Davies, K. D. - Herbert, D. T. (1983): Communities Within Cities - An Urban Social Geography, Belhaven Press, London.

Fishman, Robert (1987): Bourgeois Utopias: Visions of Suburbia, Basic Books, New York.

Harvey, David (1997): Postmodernliğin Durumu, çev. Sungur Savran, Metis Yayınları, İstanbul.

Işık, Oğuz (1994): “Globalleşme Süreci ve Kentin/Kentliliğin Değişen Anlamları”, Birikim, sayı 68/69, Aralık.

Isbir, Eyüp (1992): Kentleşme ve Metropolitan Alan Yönetimi, AITIA Yayını, Ankara.

Kaçan, Metin (1991): Ağır Roman, Metis Yayınları, İstanbul

Kaçan, Metin (1997): Fındık Sekiz, YKY, İstanbul.

Kartal, Mehmet (1993): Kızıl Havuzlar Cehennemi, Sel Yayıncılık, İstanbul.

(1994): Köpek Kardeşler Çetesi, Sistem Yayıncılık, İstanbul.

Kemal, Orhan (1998): İstanbul’dan Çizgiler, Çizgiler: Ferit Öngören, İletişim Yayınları, İstanbul.

Kural-Alankuş, Sevda (1995): “Yeni Hayali Kimlikler ve Yurttaşlar Demokrasisi”, Birikim, sayı: 71/72, Mart-Nisan

Nalbantoğlu, Gülsüm Baydar (1998), “Sessiz Direnişler ya da Kırsal Türkiye ile Mimari Yüzleşmeler”, Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, ss.153-167.

Nesbitt, S. - Fainstein, N. (1996): “Did The Black Ghetto Have A Golden Age?”, Journal of Urban History, vol.23, no 1, Kasım.

Oktay, Ahmet (Tarihsiz): Sanat ve Siyaset, Yön Yayıncılık, İstanbul.

Özbek, Meral (1998): “Mekânsal ve Kültürel Haritalar: İstanbullu Kadın Öğrencilerden Yaşam ve Göç Öyküleri”, Defter, sayı 32, Kış.

Rusk, David (1993): Cities Without Suburbs, W. Wilson Center Press.

Şenyapılı, Tansı (1978): Bütünleşmemiş Kentli Nüfus Sorunu, ODTÜ Yayını, Ankara.

Shields, Rob (1991): Places on the Margin, Routledge.

Soja, Edward-Hooper, Barbara (1993): “The Spaces That Difference Makes-Some notes on the Geographical Margins of the New Cultural Politics”, Place and the Politics of Identity, ed. Michael Keith-Steve Pile, Routledge, Londra.

Tekin, Latife (1991): Berci Kristin Çöp Masalları, Metis Yayınları, İstanbul.

Touraline, Alain (1995): Modernliğin Eleştirisi, YKY, İstanbul.

Türkeli, Nalan (1997): Varoşta Kadın Olmak, Gökkuşağı Yayınları, İstanbul.

Türker, Yıldırım (1995): Gözaltında Kayıp Onu Unutma, Hamlet Kitabevi, İstanbul.

Warner, Sam Bass (1984): “Slums and Skyscrapers-urban Images, Symbols and Ideology”, Cities of the Mind, ed. Leo Marx, Plenum Press.

Wiese, Andrew (1997): “Suburbia-Middle Class To The Last?”, Journal of Urban History c. 23, no.6, Eylül.