Şu iki inanç (belki saplantı) beni bırakmaz: 1) Bir Eskimo ile bir Bedevi arasında mutlaka tahminlerden çok fazla ortak yan, özellik, duygu, tik olmalı. 2) Bir Eskimo ile bir Bedevi arasındaki farklar ve benzersizlikler, mutlaka tahminlerden çok daha fazla ve başka...
Bu varsayımlardan biri veya öteki zamana ve duruma göre daha ağır basıyor değil. Her ikisi, aynı yoğunlukta iç içe yaşar. Bu iki zıt fikrin birlikteliğiyle gelen gerilimi dramatik bir dilemma olarak sunmak değil amacım. Aksine, onu niçin sürekli bir sürpriz ve heyecan kaynağı, insana, en büyük özelliği olan sınırsızlığının ve zaptedilmezliğin teslimi olarak gördüğümü anlatmak isterim...
Hayatın başlangıçları ve bitişleri karşısında hayret; gurur, haset, dehşet, kin, aşk vs. ve daha incelmiş kabul edilebilecek züppelik, nadanlık, hoppalık gibi kavramlar hangi uygarlığın, milletin, grubun, sınıfın tekelinde olabilir? Ya da devirerek sorarsak: Hangi uygarlık, millet, grup ve sınıfa yabancı kalabilir bu kavramların hepsi? Bugün İstanbul’da Etiler mahallesi kulüplerine mahsus bir nadanlık, kodları daha farklı bir Beyoğlu züppeliği kadar, kodları başka (ve gene çok açıdan karşılaştırılabilir) bir Çağlayan veya Gültepe mahallesi hoppalığı, havaililiği, mondenliği olduğunu görmemek, görmek istememek, dünyayı hâlâ cennete ve cehenneme aşina uygarlar ile iyi kalpli ama basit barbarlar şeklinde ayırmaya yakın gelir bana...
İnsan ötekine ne kadar yakın ve insan ötekinden ne kadar farklı... Bu iki öneriye birlikte kucak açmak, varlıkla âlâkalı olasılıkların sonsuzluğunu da kabul etmek demek. Sadece toplumda “çok kültürlülüğe” değil, tek bir insan içindeki sınırsızlığa da açılmak...
Her insanın baştan “çok sürprizli” ve cansız bir nesnenin aksine “bütünüyle ele geçirilemez” olduğunu kabul edene, bu insanî sürprizlerin oluşumunda “memleket, yerellik, aidiyet” veya “milliyet” izlerini de aramak nasıl, ne adına yasak edilebilir?
Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti çocukları için, gerek insanın “çok sürprizliği”yle, gerek “yerellik” ve “milliyet” kavramlarıyla yüzleşmek, ne çile!
Toplumumuzun sevgili sporu amatör sosyologluğa biz de heves ederek şöyle diyebiliriz: Türkiye Cumhuriyeti’nin serüveni, 20. yüzyılda çok açıdan üniktir.
Önce şundan: aynı yüzyılda birçok ulus ve milletin uyanışı, topraklarından sömürgecileri kovarak, işgalci imparatorlukların yıkımına yol açarak gerçekleşirken, Türk milletinin uyanışı 6 asırlık “öz” imparatorluğunu kaybederek, bu kayıpla eş zamanda gerçekleşecekti.
Muhtemelen bu yenilginin de traumasıyla bize cumhuriyetle gelen, “zaman ve mekân ruhu”nu neredeyse hiç hesaba katmayan bir ulus kavramı olur... Daha doğrusu, burada, olağanüstü zor bir şey denenerek, başka “yerler”deki başka insanların (genel olarak Avrupalıların) adetleri ve hayat biçimleri ile bir “volksgeist” oluşturulmaya çalışılır... Ve boşuna mı, Türk Cumhuriyeti’nde, dünkü gibi bugün de, pek çok insanın ruh olarak kendilerini hep “başka yerde” ve “başka hayatlarda” hissetmesi?
Buralara oralardan bakmak; muhakkak ki dünyada sadece Türkiye’deki halkların başına gelmiş bir şey değil... Slav otantikliği peşinde olan Dostoyevski, birçok Batı hayranı meslekdaşını durmadan bununla suçlamaz mı: Rusya’ya Alman ya da Fransız dürbünleriyle bakmakla... Ama Türkiye’ye çok özgü olan, bu yaklaşımın bir Kurtuluş Savaşı’nı takip eden devrimle daha da pekişmesi, resmîleşmesidir.
Resmî ulus kavramı böylesine zor bir proje, başka yerlerdeki başka insanların adetleri ve hayat biçimleri (radyoda saatlerce Mozart dinletmek gibi naiflikler de dahil; her Avrupalı mutlaka Mozart ve Bach bilirmiş ve günde beş saat onları dinlemekten haz alırmış gibi!) üstüne inşâ edilirken, aşırı milliyetçi hareket de farklı istikamette, ama gene “başka bir zaman” ve “başka bir mekân”a, izleri çok zor takip edilebilir bir ırk kavramına sığınır (Orta Asya steplerinin hayali, Osmanlı, Bizans, Selçuk öncesi Türkleri)...
Bunlar hepimizin bildiği şeyler; oysa esas amacını, yerellik, yurtseverlik ve hattâ millilik konusuna daha öznel bir yaklaşımla bu dosyaya katkıda bulunabilmekti...
O zaman, en sade soruyla başlamalı: kendimi niçin Türkiyeli, hattâ Türk olarak tanımlıyorum? (kendimi tek tanımlama biçimim bu değil muhakkak, ama bir tanesi de bu...)
1) Türkçeyi çocukluktan beri konuştuğum, onu her lehçesiyle duyduğum, her lehçesiyle sevdiğim için. Kendimi, dünyayı ve hayatın dalgalanmalarını Türkçe algıladığım, Türkçe ifade etmeyi seçtiğim, bu dili belki tek sabit, yıkılmaz evim (hiç değilse bir Aizheimer’e kadar) kabul ettiğim için.
Bu anlamda, “dil vatandır” da diyebilirim. Ve Türkiye Cumhuriyeti’nin, bütün zaaflarının yanında büyük zafer bu olsa gerek: ortak bir dil kurmak (bunu kurarken düştüğü bütün aşırıklara rağmen)... Kanımca dili başlı başına “vatan ve millet” saymak mümkün ve bu konuda çok farklı bir coğrafyadan başka bir örnek vermek isterim... 1996 Kasım’ı New York’ta, Amerikalı iki romancı (biri erkek, biri kadın) ve bir ressam hanımla, lokantada akşam yemeği yiyoruz. Üçü de Amerika doğumlu. Biri (erkek olan), kökenlerinden ötürü kendini hâlâ biraz İrlandalı kabul ediyor, bu nedenle IRA’ya bağışta bulunduğunu söylüyor ve İngilizlere verip veriştiriyor. New Yorklu Yahudi olarak tanıdığım ressam hanım çıkışıyor: “Ah İngilizlere fazla laf edilmesine dayanamam ben ve zaten, İngiliz kraliyet ailesiyle ilgili tarihi filmlerde hep ağlarım”... O akşam öğreniyorum, Stephanie’nin ailesinin ABD’ye İngiltere’den göç ettiğini... “Ben İngilizim” diyor inatla. Ama en büyük sürpriz bundan sonraki... “Ben de İngilizim” diyor Ingrid Nunez.
Romancı genç kadın Nunez’in Soluğun Tüyü adlı kitabını o günlerde yeni bitirmiştim. Hayatından izleri taşıyan ilk kitabında, hiçbir zaman İngilizceyi tam sökememiş, bu nedenle çocuklarına bile yabancı, aşırı yalnız, aşırı içe kapanık Panama Çinlisi bir babayı ve 2. Dünya Savaşı sonrası çekik gözlü bir Gl’nın peşine takılarak yeni kıtaya gelmiş kültürlü, yoksul, yenik ve kocasına alabildiğine uzak, hattâ onu küçümseyen bir Alman anneyi anlatıyordu. Arkadaşımızın adı bile, karmaşık geçmişinin simgesiydi: Ingrid Nunez... Ortak dilden mahrûm suskun bir aile ve hem anneye hem babaya uzak bir dilde roman yazan Amerikalı kızları... Onun bu hiç beklenmedik İngilizlik iddiası karşısında, ne yazık ki zen bir tavır takınmayı başaramadım: “Ama sen nasıl İngiliz oluyorsun ki Nunez?” Dünyanın en tuhaf sorusunu sormuşum gibi yüzüme baktı: “Shakespeare’den ötürü tabiî! Yeryüzünde İngilizce yazan her edebiyatçı biraz İngiliz’dir”.
Tabiî ya! Niye daha önce aklıma gelmemişti? Hele ki bu cümlede bana yabancı bir şey yok. Ben de Türkçe’den dolayı kendimi Türk kabul etmiyor muyum? Ama tabiî, ne sadece Türkçe’den dolayı, ne sadece “biraz”... Daha fazla. Çok daha fazla...
“Niçin kendimi ‘biraz’dan çok fazla Türkiyeli; Türk sayıyorum?” konusuna geçmeden, dille ilgili bir iki şey daha... Dil kimileri için (tabiî herkes için değil) vatanın, milletin ruhu ve maddesi ise; bu konuda, Rusya’nın büyük sesi Dostoyevski’nin eğlenceli bir iddiasını aktarmalı... Çarlık Rusya’sının zengin ailelerinde dadılar, bilindiği gibi çoğunlukla Alman, yahut Fransız (o dönemdeki büyük Batı hayranlığını göz önünde tutmalı)... “Puşkin’in eserini, dadısının Alman veya Fransız değil, bir Rus köylüsü olmasına, çocukluğunda ona bol Rus halk masalları anlatmış olmasına borçluyuz” der Dostoyevski; sanıyorum Türkçe’ye, Batı Batı Dedikleri başlığıyla tercüme edilen kitabında... “Eğer bir Alman dadısı olsaydı, Puşkin diye biri yoktu bugün”.
İşte bazen böyle rastlantılara bağlı olabilir bir yerellik, bir millilik duygusu, dil tutkusu, büyük veya küçük bir yetenek, hattâ koca bir kader... Bu vesileyle ben de kendi hayat ve seçimlerimde (Puşkin gibi bir isimle akrabalık iddiasında bulunmadan), çocukluğumu ve ilk gençliğimi fazlasıyla paylaşmış, radyo çağında, sayesinde yüzlerce türkü dinlediğim ve bütün bir apartman proletaryasının mektuplarını kaleme aldığım (hayatımdaki ilk yazıcılık) Cideli dadım Şerife’yi sevgiyle anmak isterim...
Sonra, size ait bir dil, matematik gibi soyut ve “evrensel” olamaz. Ruhu, kompleksleri, eziklikleri, artısı ve eksisi, özel bir ritmi ve musıkisi, dini, dinleri, tikleri, böbürlenmeleri, şahsiyeti de olacak muhakkak. Türkçe’yi evi sayan bir bireyde, sanıyorum, o dildeki bütün tortular, taze ve küflü kokular, büyüklük ve küçüklük, o dilin beslendiği her musıki, her inanç, inat, örf ve adet, günahlar ve sevaplar ve hattâ başka diller bir ölçüde yankı bulabilir. Bu mekânda söylenmiş veya söylenmeden yaşanmış her şey... Ama tabiî gayretle. Bir ortak mirası şahsi bir sese dönüştürebilecek çaba, takıntı ve cesaretle... Hem, bu çaba ve sebatın karşılığını görme garantisine de sahip olmadan. Tıpkı bir kumar masasındaki gibi...
Sırf Türkçe’ye bağlılığım, kendimi Türk hissetmeme yetebilirdi. Oysa bunun başka nedenleri de var...
2) Fransız evrensel aydınlanmacılara karşı, “saldırgan olmayan” millilik kavramının neredeyse kurucusu 18. asır Alman şairi ve düşünürü Johann Gottfried Herder’e çok sık atıfta bulunan İngiliz filozof İsaiah Berlin’in (ki geçtiğimiz yıl vefat etti), şu sade sözlerini tekrarlamak isterim (muhtemelen bu sözlerde kendini Türk hissetmemin başka bir açıklamasını bulduğum için):
“Er ya da geç geri tepme büyük bir güçle gelir. insanlar üstlerine tükürülmesinden, üstün bir milletin, üstün bir sınıfın ya da üstün herhangi birilerinin kendilerine emirler vermesinden usanır. Er geç milliyetçi soruları sormaya başlar. ‘Neden onların sözünü dinleyelim? Onların ne hakkı var?.. Ya biz ne olacağız?..”
Türk tanımı önyargılarla yüklendiğinde (dışarda ve hattâ içerde), Türk veya Türkiyeli olduğunuzu siz unuttuğunuzda, kimi zaman hissetmediğinizde bile birileri hatırlayıp hissediyorsa (en beklenmedik çevrelerde), bu hatırlayış bir “yukardan bakma” haline dönüşebilirse, Türklüğü sahipleniş hem bir meşrû müdafaa, hem en doğal giysi halini alabilir.
Sırf bu nedenle dahi, ötekini ezmeye, hor görmeye, ötekine hükmetmeye yönelik, ırkçılığa kadar varan küstah bir milliyetçilikle, hor görülmekten usanmışların başkaldırısı sayılabilecek, kırılmış onurların tamiri bir milliyetçilik birbirinden ayırdedilmeli... Biri bazen, diğerinin zaman içindeki deformasyonu olsa bile...
Küçük ile büyük, Güney ile Kuzey, Doğu ile Batı, teknoloji ile elişi arasındaki uçurumlar çok büyürken, kırılmış onurlara kulak kabartmalı... Yeni milliyetçi hareketlerin, uzun bir kış uykusundan uyanan eski dillerin, yeni kimlik iddialarının, hattâ bu uğurda dökülen kanların ardında, çoğu zaman bu kırılmış onurlar saklı...
Kanımca çağımızdaki milliyetçiliği anlamak, onun, “evrene açılmayı engelleyen bir tehlike”den ibaret olmadığını algılamak için gereken, belki onur kavramına yeniden hakkını vermek...
Oysa Batı dünyası, büyük savaşlar ve sömürgecilik devrini kapattığından beri, içindeki ve dışındaki “öteki”ne yaklaşımda en cömert anahtar olarak “evrensel insan hakları”nı seçmiştir. Şu çelişkiyi bugün hâlâ göğüslemeden: bir ülkede “İnsan Hakları Sözleşmesi”ne genel olarak uyulabilir, ama orada başka kültürden, coğrafyadan, inançtan, aidiyetten gelmiş tek tek bireyler veya gruplar, gene de onurlarının kırıldığı hissini şiddetle duyabilirler (Almanya’daki Türklere, Fransa’daki Kuzey Afrikalılara bakın; duymaktadırlar da).
İnsan haklarının garantörü ve uygulayıcısı yasalardır nihayet, ama kişi hayatını sadece yasalarla paylaşmaz... Trende ve otobüste, bir kahveye girip oturuşta, bakkalla, komşularla, doktor ve meslektaşlarla, çocukların okulu ve öğretmenleriyle, bekçi, kapıcı ve polisle ilişkide, hayatı aydınlatacak veya zehirleyebilecek, yasalar çerçevesine girmeyen çok şey geçer. Sözlü, sözsüz, alt yazılı ve alt yazısız... “İnsan hakları”nın belki değil, ama “insan onuru”nun derin yara alabileceği alan, tam da burasıdır; gündelik, sıradan hayat. Mutlaka büyük buhran anları değil...
Dünkü yasallaşmış ırkçılık ile bugün “insan hakları” zarfı arkasında gizlenebilen buyurganlık, ilk bakışta mantıklı gelebilecek bir istekle öne çıkar hep: “öteki” eğer kendini “değiştirirse”, bugünkü terminolojiyle yaşadığı topluma veya çerçevesindeki hâkim dünyaya “uyum” gösterirse, ortada sorun kalmayacaktır. Nazizmin ilk dönemlerinde, kimi iyiniyetli düşünürler ciddi ciddi, Yahudiler’in “tamamen” değişmesi, “bütün o berbat özelliklerinden arınması” durumunda, antisemitizmin kendiliğinden ortadan kalkacağını savunmadılar mı?
Bugün belli başlı Avrupa ülkelerinde, göçmenlerden istenen, aynı sert terminolojiyle olmasa da, “ruh” olarak budur: başka ufuk ve kültürlerden gelen göçmenlerin kendilerini değiştirmesi... Ama nereye kadar? Dinlediği müziğe, dans biçimine, rakı yerine bira içmeye kadar mı? Biri “aşağı adetler”, ötekisi “üstün adetler” olduğu için mi?
Böylesi bir istek, ötekinin “onuru”nda büyük kırılmalar yarattığı ölçüde, yeni bir dirençle, daha büyük dozda bir milliyetçilik ve aidiyet duygusuyla karşılık görmeye mahkûmdur oysa... (İsaiah Berlin’in işaret ettiği “kaçınılmaz geri tepme”.)
“Değişim” ve “uyum”, sadece zengin ülkelerdeki göçmen topluluklardan istenmiyor muhakkak... Kimi yerde “globalleşme”, kimi yerde Avrupalılaşma, kimi yerde “evrensellik” adına her geçen gün biraz daha çok, insanlardan beklenen, “değişmeleri”, neredeyse tek (ve hâkim) bir “kalıba”, tek bir insan modeline uymaları. Ve sadece zengin ülkelerdeki göçmen topluluklar arasında değil, zengin ülkelerin “yerli” kitleleri arasında, kimi bölgelerde, köylerde, bazen tek bir dağda, periferik denen birçok diyarda yükselen tepki, “düzleşme”yi, miraslarını kaybetmeyi redden kaynaklanmıyor mu?
Boşuna mı, birçok alanda karşı durulmaz bir “globalleşme” yaşanırken; hâlâ kurtarılabilir alanlarda farklılığını korumak için bir direncin her zamankinden çok çelikleşmesi: kültürel, dinsel, dilsel...
Aydınlanmacıların “evrenselciliği”, Marksizmin “enternasyonalizmi”, liberallerin bugünkü “globalciliği”, her biri kendi farklı açısından, muhakkak ki varlığın şu önemli zenginliğine işaret etmek ister. İnsan ötekine ne kadar yakın... Ama bu anlayışlarda, ikinci vazgeçilmez yüz eksik kalır ve insan ötekinden ne kadar farklı... Bu yüz ki, asırlar boyunca halklar, toplumlar, en küçük gruplar, tek tek bireyler tarafından kuvvetle, sevinçle, acıyla hissedilmiş ve en iyi ifadesini nihayet bütün zaman ve mekânlarda sanatta ve edebiyatta bulmuştur.
Kendini, coğrafyasının ruhunu (ki bu zamanın da ruhunu içerir) dipten hissetmeyenin “evrene” anlatacak nesi olabilir ki?
Bu nedenle, “kozmopolit” sıfatının herhangi bir yaratıcı adının yanına eklenmesi bana hep, tabiri caizse, yersiz gelir... Çünkü kozmopolit insan nihayet, çok değişik mekânlarda, çok değişik dillerde kendini hep evinde hisseden, ardına bakmayan, yabancılık ve nostalji çekmeyen, her yere “uyum” sağlayan kişidir... Naziler, yersiz yurtsuz topluluk (ve dolayısıyla doğdukları, büyüdükleri hiçbir ülkeye gönülden bağlanamaz) gördükleri Yahudiler için bu sıfatı ölümcül bir suçlama olarak kullanacaklar, daha sonra kimi liberaller, aynı sıfatı aynı insan grubuna bir övgü olarak yakıştıracaklardı.
Kanımca her iki durumda mistifikasyon sözkonusu. Hem sövgüde, hem övgüde.
Kozmopolitliğin dünyadaki her halk ve topluluk için çok zor olduğunu gösteren küçük ve çok sade bir örnek (anne ve babası Polonya Yahudisi olan bir Fransız felsefeciden, hayatında ilk kez gittiği Varşova dönüşünde şu sözleri duyuyorum): “Her lokantaya veya kahveye oturuşumda, büyük şoka girdim. Bugüne dek ‘Yahudi yemeği’ sandığım her şey esasen Polonya yemeğiymiş! Şekerli balık bile! Oysa ben hayatım boyunca bu yemekleri hep Polonya Yahudilerine özgü sanmıştım.”
Kendi hesabıma, sevdiğim, bildiğim, varlığından haberdar olduğum hiçbir yaratıcı yok ki, dolaylı veya dolaysız, önce bir coğrafyanın, mekânın, zamanın, dilin “deprem bilimcisi” olmasın... Ve depremler ancak kulaklardan biri yere toprağa yapıştırılarak hissedilebilir; ölçülü bir mesafeden veya oradan buraya koşarken değil... Herder’e göre, Kuzey Denizi’nin büyük fırtınasını yaşamadan İskandinav bilgelerini tümüyle anlamak mümkün olamaz. Ve Berlin şöyle der: “İnsanlar belli bir kültüre bağlı değillerse, gelişemezler. O kültüre karşı isyan etseler, onu baştan sonra değiştirseler de, yine de bir geleneksel akımın içindedirler. (...) O gelenek bazen, kökten değişmiş bir biçimde bile olsa, sağ kalabilir. Ama eğer akımlar kurursa, örneğin toplumdaki kadın ve erkekler bir kültürün ürünleri değilse, aralarında yakınlık, akrabalık yoksa, bazılarına kendilerini biraz daha yakın hissetmiyorlarsa, bir anadili yoksa, bunun sonu, insanî olan her şeyin kurumasına varır”.
Sanat ve edebiyata gelince: hiçbir yaratıcı yok ki (Yahudi veya göçmen, hattâ vatansızlar arasında bile), saplantısız olduğu ileri sürülebilsin... Bir dile, bir yere, bir atmosfere. Tam da bu saplantı halidir, ona kozmopolitliği imkânsız kılan... Bir dili, bir şehri, bir köyü hepsinden çok severseniz, nasıl kozmopolit olabilirsiniz?
Büyük ve keskin tercihlerden, saplantılardan kurtuluşun ta kendisi olan kozmopolitik herkese kapalıdır diye bir iddia ortaya atacak değiliz elbette... Kimi matematikçilere, doktorlara, araştırmacılara, fizikçilere, ekonomistlere, mühendislere, bankerlere ve işadamlarına pekala açık olabilir ve açık da... Tek iddiamız şu: ne herhangi bir halk kozmopolittir, ne sanat ve edebiyat alanındaki yaratıcılar... Onlar da gezebilir muhakkak, ama işte: hep takıntılarıyla birlikte...
Edebiyatta bu iddiaya karşı çıkartılabilecek en büyük örnek Beckett’i ele alalım... Ne denecek Beckett için? İrlandalı’ydı, en iyi kullandığı dil Joyce’un ve Shakespeare’in ortak dili İngilizceydi, buna karşılık Fransa’ya göç edip bir ihtilal değerindeki eserini Fransızca kaleme almadı mı? Bu bir kozmopolitik örneği değil midir?
Oysa daha dikkatli bakılırsa, Beckett’in eseri ve serüveni belki herkesinkinden fazla, bizleri yerellik konusunda aydınlatır. Tersinden belki ama, aydınlatır gene... Yıllarca Joyce gibi ezici bir ismin sekreterliğini yapmış Beckett, Ulysses’le “her şeyi”, akla gelecek ve gelmeyecek ve bugüne dek anlatılmamış “her şeyi” edebiyata sokmuş Joyce’dan sonra, “hiç”i, bir hiç kadar önemi olanı ve boşluğu anlatmayı seçecekti... “Deprem bilim” açısından elbette çağın büyük edebi buluşlarından biriydi bu ve Beckett, büyük bir tutarlıkla hiçlik, boşluk ve anlam yoksunluğu alanında gezinmek için, çok şey anlatabileceği, anlatma dürtüsüne kapılabileceği İngilizce yerine, içinde baştan yabancı kalacağı bir dili seçer... Bu dilde kendini daha iyi ifade edebileceği için değil, projesine uygun olarak daha sınırlı ve minimalist kalacağı için... Hiçe ve manasızlığa dokunmak adına seçilmiş bir yabancılık ve hattâ fukaralık. Dünyaya yabancılığı anlatmak için yabancı bir dilin seçilişi. Bu açıdan, yerelliğin yadsınması değil, aksine en çarpıcı şekilde doğrulanması gibi gelir bana, Beckett’in dil ve üslûptaki gönüllü sürgünü.
Beckett’i ve diğer büyük örnekleri bırakıp günümüze, göçlerin giderek sıkılaştığı, iş ve ekmek derdinin çok kişiyi yollara düşürdüğü, ayrıca, boşanmaların, yeniden hayat kurmaların çok sıklaştığı, bir hayata bazen birkaç ömür birden sığdırılan, kimi çocukların hakkına birkaç yuva (bazen farkı kültür ve ufuklardan) düşen bir çağda, aidiyet sorusuna en makûl yanıt gene bence kozmopolitik değil, “birden fazla aidiyet” belki...
Dünyanın pek çok yerinde bugün zaten fiilen yaşanan bu değil mi? Kültürel olarak hem Amerikalı, hem Latin, hem Çinli (ve ek olarak istenirse hem İngiliz)... Hem Türk, hem Alman... Hem Kürt, hem Türk... Hem Arap, hem Hıristiyan. Ve kimilerine şaka gibi gelen bir Türk’ün şu sözleri: “Bende Müslümanlığın, Katolikliğin, Yahudiliğin derin izleri var. Bir yandan da tabiî Budist olmaya çalışıyorum?
Yoksa bu örneklere bakarak mı “kozmopolit” sıfatı kullanılıyor? Oysa kozmopolit, nostaljisiz ve her yere “uyumlu”, her yerde evinde olduğu ölçüde, çelişkisiz de bir insan... “Birden fazla aidiyet”te ise, bütün çelişkiler, iç çatışmalar, birden çok nostaljiler, gitgeller, kişi için. Yani hayatın öteki adı olan bütün gerilim...
Benim ütopyamda 21. yüzyıl, işte böyle, kozmopolit değil, muzaffer uygarlıkların, kendi inanç, model ve zevklerini “evrensellik” kisvesi altında herkese dayatmayacağı, zengin aidiyet duygusuna hakkını veren ve çok aidiyetli insanlara yer tanıyan bir yüzyıl. Ülkem de öyle..