Yerlilik Üzerine Tezler

YERLİLİK VERİMLERİ

“Yerlilik” bir “düşünce tarzı” değildir. Mannheim’ın muhafazakârlığı tanımlarken kullandığı anlamda bir “düşünce üslûbu” da değildir.1 Herhangi bir bilim, disiplin veya bir alan yahut bunların kurucu bir ögesi olarak da somutlaşamaz.2 Ancak bir “iddia” ya da “tavır” olarak belirginlik kazanabilir – bir düşüncenin taşıdığı iddia ya da düşünsel bir tavır olarak. Ve bu türden bir iddia (her yerlilik ya da yerellik tartışmasının taşıyabileceği potansiyelin belirlenmesi açısından) seslendirildiğinde, taşıdığını umduğu sahiciliği kaybetmeye başlamıştır bile. Yerlilik, düşünsel bir tavır olarak sonradan ve dışarıdan atfedilebilen bir özellik biçiminde var olabilir. Bu “icad edilebilir” demektir; daha doğru bir ifadeyle ve örneğin bir gelenek icadından ayırdetmek üzere, yerlilik kerameti kendinden menkûl bir blok olarak “zaten” icad edilmiştir diyebiliriz. “Henüz” bu icada ulaşılamamış, dolayısıyla vâkıf olunmamıştır sadece. Bu “zaten” ve “henüz” retoriği, politik olarak, orta sınıfların (millî), küçük burjuvazinin kendisine yönelik haklılaştırımının, diğer “taraflara” yönelik saldırısının ideolojik aracı olmasını bu ergen psikolojisine borçludur.

Böylece sağ-kanat entelijansiyanın yahut muhafazakâr kitlenin filistenizmini, anti-elitizmini ve toplumsal olan her şeyin sonunda kendisinin istediği bir mecraya döneceği ve orada akmaya devam edeceği umudunu anlama imkânını buluruz. Yerlilik iddiasının tarihe ve toplumsal gerçekliğe karşı kendini sınaması milliyetçiliğin, popülizmin ve irredentizmin totolojik mantığında kesin ve belirlenmiş bir mahkûmiyet olarak bulunur. Ancak bu mahkûmiyet teşebbüsün sözde-asaletini ortadan kaldırmaz, gerçeklik neyi buyurursa buyursun, teşebbüs haklı olacaktır. Böylece yerlilik iddialarının tarihsel sürekliliğine varırız. Başarıların yerliliğe, başarısızlıkların “yerli olmayışa”, “yerli olmayanlara” kolaylıkla havale edildiği bir süreklilik. Nazizmin kurumsallaştırdığı türden bir süreklilik. Sombart’ın Alman Kultur’una karşı “Yahudi Tini”ne atfettiği nitelikler bize bu sürekliliğin yayılım dilini verir.3 Buradan, çağdaş politik hayatı ve angajmanları derinden etkileyen bütün melanetin kaynağını çıkarsayabiliriz, yani “yabancıyı”, “düşmanı”, “ötekini” kalıcı bir statüye koymanın bilgisini.4

Yerlilik argümanı, herhangi bir entellektüel, felsefi yahut sosyolojik verimi temsil etmez. Dilin dolaysız alanı olarak ve bu sıfatla taşıdığı potansiyele rağmen edebiyattaki “yerlilik” her zaman daha genel (evrensel) bir damara yapışarak oluşmuştur. Herhangi bir edebiyat eserine atfedilen yerlilik, ancak bu atfın kendisiyle doğrulanabilir. “Kendiliğindenlik”, “sahicilik”, “özgünlük” yerlilik argümanını kendisindedir.5 Balzac’ı, Flaubert’i Fransız yapan öge, Dostoyevski’yi veya Tolstoy’u Rus yapan ögeden bu nedenle farklı değildir. Hiçbir romancı Joyce kadar İrlandalı ve Katolik değildir; ama ikisine Joyce kadar da mesafeli durmaya çalışmış, bu mesafeye hayatını adamış (salt “estet” bir tavırdan söz etmiyoruz elbette) başka bir romancı da herhalde yoktur. “Yerli” bir şiir yoktur. “Yerli” bir roman yoktur. Olanlar, folklore aittir; hayatiyet taşımazlar, gösteri san’atlarına aittirler. Pre-modern anlatı kalıplarını yaşatan, kendilerini var eden özün, yerelliğin aşılmasıdır. Bilimlerin, sanatların ve edebiyatın normalizasyonu, ancak içlerindeki yerli yanı müesses (kurulu) iddianın geri çekilmesiyle mümkün olabilmiştir. Yerleşik felsefi mirası oluşturan büyük atılımların hiçbiri, bir aidiyete bağlı olarak, yahut bir bağlılık argümanıyla değil, tam tersine bu argümanın reddiyle birlikte gerçekleşmiştir. Fichte’yi var eden “Alman milletine hitabı” değildir, “ilim öğretisi”dir (Wissenschaftslehre).

YERLİLİK VE KÜLTÜR

Yerlilik iddiası, “kültürel” bir iddiadır ve bu nedenle, yerlilik, bütünüyle kültüre dayalı bir literatüre (ya da söz dağarcığına) sahiptir. Buna rağmen kültür kavramının yeniliği6 bu sahiplenişin kökünün çok eskilere gidemeyeceğini gösterir. Yerliliğin tarihsel yeniliği, yerlilik dayanaklarının (ve bu arada özellikle kültürün) modernliğe bağlı olarak gelişmesinden kaynaklanır. Bu olgu, yerlilik ve modernlik ikilisinin aynı ruhu taşıdıkları anlamına gelmez; tam tersine, modernlik ve yerlilik birbirlerine karşıt bir ruh oluşturma çabası içinde olmuşlardır. Modernliğin yaymaya, merkezsizleştirmeye ve deneyime açmaya yönelik çabası, yerlilik iddiasının içine kapanma ve kendisi olarak kalma tepkisiyle karşılanır. Yerliliğin kaynakları (din, kültür, tarih vb.) toplumsal bütünden kendilerine özgü alanlara yayılma imkânı bulduklarında, o bütünü oluşturan esas ögenin kendilerinde kaldığı iddiasıyla var oldular. Tarihin ampirik muhtevasının denetlenemezliği, dinin sekülarizme karşı verdiği mücadeleden yara alması, her ikisinin de kapsayan, ancak onların marûz kaldığı dönüşümleri yaşamadığı varsayılan kültürün önünü açmıştır. Böylece bir “alan”, diğer bütün alanların sınırlarını zorlamaya başladı. Bu yayılma, kültürel olanın niteliğini belirlemede sorunlar yarattı - kültürün lehine olmak üzere. Bu sorunların yerlilik argümanına da sirayet etmesi neredeyse kaçınılmazdı, öyle de oldu. Bugün yerlilik savunusunun dile mi, dine mi, tarihe mi, halka mı, hâkim dünya görüşüne mi, yoksa bunların hepsine birden ve özellikle kültürle kesişme noktalarına mı müracaat ettiği açık değildir. Bu belirsizliği yerlilik taraftarlarının pragmatik bir biçimde kullandığını görüyoruz. Bu öyle bir kullanımdır ki, sadece keyfî bir yerli olan ve olmayan ayrımında işlevsel olmakla kalmaz, aynı zamanda kendi bileşenlerine indirgenemeyecek kadar karmaşık hale gelen bir bütünün var kalmasını da sağlar. Bu var kalışın dayanacağı kuvvet, nesnel hiçbir temeli olmayan bir “psikolojidir”. Yerliliğin kendine yönelik haklılaştırımının, yeri geldikçe, referans noktalarının üzerinde bir psikolojiye, çoğu durumda kollektif bir ruh haline müracaat etmesi bu açıdan anlaşılabilirdir ve tepkiselliğinin esas kaynağını da oluşturur.7

YERLİLİK VE TARİH

Yerlilik iddiasının kalın bir toplumsal oluşuma tekabül ettiği toplumsal, tarihselliği “zayıf” toplumlardır; evrensel tarihin, dünya tarihinin oluşumuna sonradan katılan, katkıları edilgenlikle mahdut toplumlardır.8 Bu olgu, sınıfsal düzeyde de benzer bir karışıklık bulur. Yerliliğin bir küçük burjuva ideolojisi olarak gelişmesi, bu sınıfın kaderiyle ve varoluşuyla yakından ilgilidir. Politik taleplerinin en üst perdeden başlayıp, reel politiğin sınırlarında son bulması, hem tarihsel hem de toplumsal taşıyıcılarının “arada oluşlarıyla” açıklanabilir. “Yerli kalan”, “yerli kalmayı ümit eden” toplumlar tarihsel evriminin zayıf halkasını teşkil ederler. Antropolojinin yahut etnolojinin, yani bir tür “tarihsizliğe” varmayı amaçlayan disiplinlerin nesnesi oluşları, bu açıdan bir rastlantı değildir. Tarihsel sürecin kıyısında yaşayan, yaşaması da muhtemel olan bir hareketin, tarihin bütününe yönelik temellük çabasının, ancak özel bir tarihe, ama muhakkak “engellenmiş” bir tarihe dönülerek gerçekleştirilebileceği açık olduğundan, yerliliğin tikel bir tarihi takviye mücadelesine tanık oluruz sık sık. Burada tarihsel olguların çarpıtılmasının bir kötü niyet gösterisinden çok, bir zihinsel işleyiş biçiminin ürünü olarak anlaşılması gerektiğini söylemek durumundayız. Çünkü yerliliğin tarihle ilişkisi asla bir “nedensellik” gerilimi taşımaz. Bu nedenle her olgu, ancak ya da doğrudan kendisiyle anlamlı ve açıklanabilir bir özelliği temsil eder ya da mekânsal veya zamansal hiçbir ilişkisinin bulunmadığı tarih-aşkın başka bir fenomenin temsilcisi olarak vardır.9 Bunun yanısıra “tarihin ibretlik kullanımı” diye özetlenebilecek ve her tarihsel olguya, yerliliği oluşturan psikolojiye katkısı oranında bir ibret atfeden ve bu ibreti toplumun olmazsa olmazı olarak dayatan başka bir yaklaşımı da akıldan çıkarmamalıyız. Yerlilikle milliyetçilik arasındaki kanbağı, elbette yerlilik argümanının tarihsel olanı çarpıtmasında önemli bir etkeni oluşturur; buna rağmen, milliyetçiliğin tarihe bakışı, bu tür tutarlılık içerdiğinden, sonuçlarına bakarak tarihsel evrimi ve dönüşümü görmeyi, giderek kabul etmeyi gerektirir. Oysa yerlilik, bu düzeyde bile bir insicama sahip değildir.

Yerliliği nasıl “pozitif” bir hareket olarak kurabiliriz? Bu sorunun cevabı, ancak “hiçbir şekilde” olabilir. Çünkü yerlilik bir kere kurulmaya başlandığında, yani iradi ve hattâ rasyonel bir inşaın konusu haline gelmeye başladığında, kendi muhtevasına taşıyabileceği bütün oluşumları araçsal bir kullanıma tâbi tutması bir yana, tarihsel ve toplumsal olana karşı bir “temizlik harekâtına” girişmek zorunda kalacaktır. Yerliliğin bu türden bir harekâtı gerektirmeyen herhangi bir biçiminin gelişmesi neredeyse imkânsızdır. Yerliliğe atfedilen pozitif anlam, nerede olduğunu bilmenin bilincine dayanıyorsa, bu bilincin geri çekilmeye ve sessiz kalmaya muti olması gerekir. Eğer bugün yerliliğin savunusu uğruna yapılabilecek en iyi şey bir yerlilik reddiyesine girişmekse, bu, yerliliğin muhtevasını oluşturan unsurların kaybettiği anlam ve işlevlerin vehametinden ileri gelmektedir. Peki bu unsurların hangisi yerlidir? Kendi rüşdünü ispatlayamamış bir kültür mü? Anadolu topraklarındaki toplumsal kavrukluğa teslim olmuş bir din mi? Yoksa Necip Fazıl’ın deyişiyle, “bir ferdi bir ferdine kaynamaz”, yaşadığı coğrafyayı “yurt” yapmaktan aciz bir halk mı? Yerlilik, en has haliyle bile bir elit söylemi olmaktan öteye gidemeyecektir. Günümüzdeki yerlilik savunucuları, Yaban’daki tiksinmeyle acıma arasında gidip gelen hissiyatın uzağında değiller. Sadece, serbest pazar ekonomisinin nimetleriyle her köylüyü birer müteşebbis yapmanın ekonomi politiğiyle fazla ilgililer.

Burada olmak, burada olan her şeye evet demeyi gerektirmiyor. Evet denilecek hemen hiçbir şey olmamasına rağmen, yaşanan yere sırtını çevirmeyi elbette onaylanacak bir tutum olarak görmüyorum. Buraya duyulan sevgi ve nefretin sınırlarını çizmek, bir çözüm yolu olarak gözükmüyor; sevgi ve nefretin rasyonel formlar halinde dönüşmesini beklemek de. Bu toprakları özgül yapan sosyolojik ögenin keşfi, bu öge üzerinde düşünmek ve hareket etmek bir ideoloji, bir kültürel pozisyon olamaz; aklı başında her insanın sahip olması gereken bir tutumdur. Aklı başındalık, Kant’ın Aydınlanma tanımındaki özerklik ve sorumlulukla özdeştir.

[1] Karl Mannheim, Essays on Sociology and Social Psycholog, Londra, Roufledge and Kegan Paul, 1969, s.74-75.

[2] Bu nedenle Lysenko’nun biyolojik ve genetik hevesi, bir Aryan ilmi gayretinin yanında son derece masum kalır – yarattığı felaketleri bir kenara bırakırsak. Lysenkoculuk pratikte kendisini yanlışlamaya izin veren bir uğraşı olarak tarihe bırakıldı; oysa ikincisi, ilimlerde ve sanatlardaki görünümleriyle halen yaşayan bir teşebbüs. Lysenko cüretini Stalin kadar gerçekliğin kendisinden de almaktaydı; geri üretim şartları, aç insan sayısı. Oysa Protestan taşranın atılımı olarak Aryan ilmi bir duygun insan sanatıydı ve halen öyledir. Çabanın bir ırka atfedilmesine rastlamıyor olmamız, bilim ve kültür politikalarının maskelenmesinin rafineleşmesi ve kabul edilebilir standartlara bağlanması nedeniyledir.

[3] Yahuti Tini, Alman Kultur’undaki kullanım değerini, değişim değeriyle; kanı, altınla, üretimi, dolaşımla; somut dolayımsızlığı, soyutlamayla; içgüdüyü, akılla; ormanı, çölle; ruh’u Zivilisation’la; müteşebbisi, tüccarla; nasyonel sosyalizmi, uluslararası kapitalizm ve sosyalizmle değiştirmeye çabalar. Jeffry Herf, Reactionary Modernism, Cambridge, New York, Cambridge University Press, 1990, s.151. Bu ikilemleri bir anti-semitist retoriğe bağlamak yanıltıcı olacaktır, daha doğrusu herhangi bir “karşılık” retoriğine. Bütün milli kültürlerin karşı oldukları şey, yerli olmayanın göreli “başarı”sıdır.

[4] Yerlilik iddiasının kendisine ve karşıtlarına kalıcı statüler atfetmesi, bu statüler aracılığıyla düşünmesi ve ayrımlar yapması gerçek “politik” tavrı olarak somutlaştırır ve kendisiyle birlikte yaşamanın önündeki en büyük engeli oluşturur. Bu türden bir kalıcılık statüsünün birlikte yaşama alışkanlığını tehdit eden sonuçları için, bkz. Julia Kristeva, Strange to Durselves, Harvester Wheatsheaf, 1991.

[5] Aderno’nun Heidegger’e karşı gösterdiği gibi, otantisite, hep jargonuna sığınacak kadar kendisinden uzak ve gayri sahih olabilir. Bkz. Theodor Adorno, The Jargon of Authenticity, Routledge and Kegan Paul, Londra, 1986.

[6] Raymond Williams, Marksizm ve Edebiyat, çev. Esen Tarım, Adam Yayınları, İstanbul, 1990, s.15.

[7] Türkiye’de savunucularının yerlilik konusundaki heyecanlarının arka planında, bu heyecanı besleyecek teorik bir derinliğin bulunmamasının ve yerliliğin tanımlanması konusunda gösterdikleri özensizliğin bir ve belki en önemli nedeni de bu olsa gerektir. Yerlilik düşüncesinin milliyetçilikle, muhafazakârlıkla ve sağ politikalarla kolayca özdeşleşmesi, bu özdeşliklerden siyasal yararlar umması sözünü ettiğimiz psikolojinin boyutlarının ne kadar geniş olduğunu kanıtlar. Bu psikolojiye katılma yönündeki çağrıların saldırganlığının artması, daha önce de belirtmeye çalıştığım gibi (“Muhafazakârlık Üzerine”, Toplum ve Bilim, 74, Güz 1997, 32-51) ideolojik ve kültürel bir yavanlaşmanın, sefaletin sonucudur.

[8] Modern dünyanın temellerinin atıldığı 18. ve 19. yüzyıllar, toplumların böylesi bir sınıflandırmaya tâbi tutulmasını haklılaştırıcık ampirik verilerle doludur. Aslında bugün bütün toplumları aynı tarihsel çizgide yaşamaya mecbur eden büyük ölçekli olguların, yani modernliğin kurumsal/yapısal oluşumunu hazırlayan faktörlerin hemen hepsinin “yerel” olgular olarak türediklerini söyleyebiliriz. Yerellik ve karşıtını doğuran, bu olguların dinamiğindedir. Modern devlet, kapitalizm, para ekonomisi, şehir hayatı, bürokrasi, rasyonel davranış gibi olguları evrenselleştiren, arkalarındaki politik kuvvet değildir sadece. Bu dönemde ilimlerde ve felsefedeki “evrensellik talebi”, yerel unsurların bir bireşimi olarak çıkar. Şimdi ve burada onları farklı kılıklarda görüyor olmamız, bu bireşimin bildiğimiz tarihe tahakküm edebilmesinden kaynaklanıyor.

[9] Örneğin Türk yerliliğinin milâdı İstanbul’un Fethi’ne ilişkin yorumlar, tekil bir olgunun yalıtılmasına iyi bir örnek teşkil eder. Viyana Muhasarası’nın başarısız olmasında, yahut Osmanlı’nın çöküşünde ise diyelim saraya “yabancı” unsurların girmesi etkili olmuştur. Burada tarihsel sürecin bir taraftan, her biri tarihi bütünüyle açıklamaya muktedir olduğu varsayılan bir tekil olgular zincirine, diğer taraftan kendine hiçbir işlevi bulunmayan, ancak başka olguları doğrulamak üzere var olan bir olgular toplamına indirgenmesinden müteşekkil bir anlayıştan söz edebiliriz.