Yerlilik, Kemal Tahir ve Cemil Meriç gibi yazarların, düşünce çerçeveleriyle birlikte anılan, farklı çevrelerden birçok yazar tarafından etrafında çokça dolaşılmış bir kavram, ancak yerlilik etrafında bir söylemin oluşması, ’80’lerin sonu ve ’90’lı yılların başlarında İslâmî çevreler içinde oldu. Örneğin, 1992’nin sonunda bir grup İslâmcı genç, ‘Bağımsız Gençliğe Alternatif Dergi’ sloganıyla, Yerliler adlı bir dergi çıkarmaya başladılar. Dergi düşünsel anlamda oldukça radikaldi, bu öyle bir İslâmcı dergiydi ki, bir sayısının kapağını Bob Dylan’ın fotoğrafı ve onun “Hiçbir şeye katılmıyorum, hiçbir şeye...” diye başlayan isyankâr cümleleri süslüyebiliyordu. Diğer taraftan, derginin içeriği de oldukça isyankârdı ve toplumsal meseleleri tartışma konusu edip, İslâmî çerçeveye yerleştirmeye özen göstererek, eleştirel bir yaklaşım sergiliyordu. Bu dergide yer alan, bir yazıda Altay Ünaltay şöyle diyordu:
“... Evrenin doğuşunu Tanrı ile ya da Tanrısız açıklayabiliyoruz. İşte bu nedenle hiçbir bilim ya da felsefe Tanrı’nın ne varlığını ne de yokluğunu ispat edemez. O’nun nezninde bunun önemi de yok zaten. Dolayısı ile değişik varoluş felsefeleri aynı derecede saygıya ve ilgiye layıktır. Bu saygı ve ilgiyi göstermek konusunda ateistlerle Müslümanlar uzlaşabilirler. Uzlaşamayacakları noktaya gelince; Tanrısız, diğergam bir ahlâk (bazı istisnalar hariç) mümkün değildir. Oysa fedakârca bir ahlâk insanlara hava, su ve ekmek kadar gereklidir. Ve ‘din’in -dünyevi- amacı da budur, daha fazlası ve eksiği değil” (Yerliler, Ocak-Şubat 1993, 3. sayı, s.8).
Ancak, ’90’ların sonunda, ‘yerlilik’ kavramı daha geniş bir çevrede yaygınlık kazanmasına karşılık, eski anlamını kaybetti, tüm İslâmcılığın başına gelenler onun da başına geldi ve bu kavram da sağcı-muhafazakâr bir çerçeveye sıkıştı. Kısa ömürlü bir gazete denemesi olan Yeni Ufuk gazetesi, bir grup muhafazakâr yazarın kaleme aldığı bir manifesto ile yayın hayatına girdiğinde, bu manifestonun en öne çıkan kavramı da yerlilik kavramıydı. Ancak, Yerliler dergisini çıkaranların ‘yerli’ tanımı ile, bu manifestonun yazarlarının yerlilik tanımları, birbirinden oldukça farklıydı. Yerlilik kavramının çıkış noktası, her iki bağlamda da, topluma yabancılaşmış bir çevreye veya bu yabancılaşmanın kendisine karşı tepkiydi, ancak birincisinde tepkinin toplumsal yanı, ikincisinde ise kültürel yanı ağır basıyordu.
Her konuyu, her sorunu, Batılılaşma sürecine dayandırmak indirgemecilik gibi gözükse de, çıkış noktası kültürel yabancılaşma olan ‘yerlilik’ kavramını, bu süreci göz önünde bulundurmaksızın anlaşmaya çalışmak olanak dışıdır. Osmanlının modernleşme sürecinde, Batılılaşma öncelikle, reformist sultan ve bürokratların kişiliğinde ve daha sonra belli toplumsal kesimlerde görünürlük kazanmıştı. Batılı, yani yabancı kültürel semboller ve bu sembollerin taşıyıcısı olan kesimler, genel olarak tepki konusu olmuştur.
Toplumun, öncelikle üst sınıfların temsil ettiği, yabancı kültüre karşı hissettiği, ‘yabancılık’, bir yandan değişik şekilde ifade bulan bir tepkiye neden olmuş, diğer yandan farklı konulardaki tepkilerin maskeli ifadesi haline gelmiştir. Diğer bir deyişle, Batılılaşma süreci içinde, bir yandan, doğrudan Batılı kültürel sembollere karşı tepki farklı yollardan ifade edilirken, diğer yandan toplumsal-siyasal alandaki birçok sorun doğrudan Batılılaşmaya ilişkin olmamasına rağmen, kendini bu yabancı kültüre karşı bir tepkiymiş gibi ifade etme yolunu seçmiştir.
Osmanlıların, kendilerine yabancı bir kültürel dünyaya girmeleri, onun adetlerini benimsemeleri olayı, tepeden yani saraydan başlamıştır ve bu durum yaygın bir şekilde zannedildiği gibi, sadece ‘gâvur padişah’ diye anılan reformist Sultan Abdülmecid için geçerli değildir. Osmanlı sarayı özellikle Tazminat’tan sonra hızla Batılılaşmış, bu durum yüksek Osmanlı bürokrasisi tarafından aynen taklit edilmiştir. Osmanlı Devleti’nin Batılılaşma sürecinde, sistemin geleneksel iktidar odakları mevcut siyasal iktidarların reformist tavrının karşısında muhalefetlerini, ‘gâvur adetlerine’ karşı direniş olarak ifade ediyorlardı, ilk zamanlar, reformist siyasetlere karşı muhalefet yaparken, toplumdan destek almanın en kestirme yolu olarak, toplumun muhafazakâr refleksleri manipüle ediliyordu. Eski iktidar ilişkileri yıkıldıktan çok daha sonraki tarihlerde de, modernleşme karşısındaki tüm muhalefetler aynı terminolojiye sahip çıkmışlar, toplumun muhafazakâr reflekslerini harekete geçirmek, siyasal muhalefetin vazgeçilmez aracı olmaya devam etmiştir. Yerlilik kavramı bir yönüyle bu çizginin yeni bir ifadesidir, bu çizgi kendisini artık ‘yeni’nin karşısında konumlandırmasa da, hâlâ ‘yabancı’nın karşısında tanımlamaktadır.
Ancak, yerlilik meselesini sadece bu çizgiyle tanımlayamayız. ‘Yerlilik’, bir diğer yandan, yabancı bir kültürel dünyaya dahil olma çabası altında ezilmiş olan toplumumuzda, kültürel alanda kişiliğini savunma, gururunu koruma çabasına verilen addır. Son olarak, ‘yerlilik’, toplumun kendini iktidar odaklarının dışında hisseden kesimlerinin, toplumsal iktidarın merkezine karşı duydukları tepkinin ifadesi ve kendilerini, içinde güvende hissetmek üzere ördükleri kültürel kozanın adıdır.
Jön Türk edebiyatından itibaren, kültürel yabancılık meselesi, toplumsal yönüyle de, söz konusu edilmeye başlamıştı. Diğer taraftan, Batılılaşmayı ilk görünür kılan, üst toplumsal sınıflar olduğu için, bu yabancılık edebiyatını, ta o zamandan, kısmen bu toplumsal kesimlere karşı tepkinin ifadesi olarak görmek de mümkündür. Batılılaşma özentisi içinde, kendi toplumuna yabancılaşmış Osmanlı züppesi tipi, o dönemin edebiyatının sık rastlanan temalarından biridir. Bu edebiyat, eleştiri konusu yaptığı ‘züppe’ tipin hangi toplumsal tabakaya mensup olduğunu söz konusu etmez, hedef konusu bu değildir, ancak bu edebiyatta örtük bir toplumsal tepki okumak mümkündür. Bu edebiyatın züppe tipi, doğal olarak hep bir paşazadedir ve asıl konu bu olmasa da, bu paşazade tipin asalaklığı oldukça ön plandadır. Son dönem Osmanlı edebiyatındaki züppe, monşer tipine karşı tepki, sadece yabancı bir kültüre öykünmeye karşı bir tepki değil, aynı zamanda, toplumsal bir tepkinin ifadesidir, ancak bu tepkinin toplumsal bir eleştiriye dönüştüğü söylenemez.
İkinci Meşrutiyet’in ilânını takiben gelişen Türkçülük akımı çerçevesindeki yazın da kozmopolit Osmanlı saray ve üst bürokrasi çevresine karşı, ‘yerli’ motifleri öne çıkıyordu, bu durumu sadece yükselen milliyetçilikle açıklamak yetersiz olur. Daha sonra, kozmopolit İstanbul çevresine karşı, kendini Anadolu’ya dayandıran Cumhuriyet idaresi de bir yerlilik kültü oluşturmuştur. Bu dönemde, yerlilik terimine ‘Yerli Malları Haftası’ etkinlikleri dışında pek rastlamıyoruz, ancak bu temanın millilik, halkçılık ve Anadoluluk temalarına içkin olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Ancak bu yerlilik kültü, seküler bir temele oturtulmaya çalışılıyordu ve bu nedenle kök salmakta zorlanıyordu. Daha sonra sol düşünce akımları ve hareketlerin öne çıkardığı, kozmopolit kapitalizme ve kozmopolit şehre karşı, köylücü vurgular da benzer çizgiler taşıyordu.
19. yüzyıldan itibaren giderek artan bir biçimde, sadece Batı’nın ekonomik ve siyasal baskısı altına girmekle kalmayıp, aynı zamanda hızla Batı kültürünün egemenliği altına girmekte olan bir toplumda, bir ‘yerlilik-yabancılık’ meselesinin meydana çıkması son derece doğaldı. Osmanlı Devleti sömürge olma durumuna hiç düşmemesine karşın, Osmanlı döneminden başlayarak, bu toplumda hep bir, ‘topluma yabancılaşmış olanlar’, ‘züppeler’, ‘taklitçiler’ ve hattâ ‘yabancı güçlerle işbirliği içinde vatanına ihanet edenler veya vatan adına kaygısı olmayanlar’ konusu olmuştur. İkinci Meşrutiyet’in ilânından Cumhuriyet’in ilânına kadar, bu düşünce millilik fikri çerçevesinde ifade bulmuştu, Cumhuriyet’in ilânının hemen ardından, Osmanlı saray ve bürokrasisi, kozmopolit İstanbul çevresi benzer bir şekilde değerlendirilmiştir. Üstelik, işgâl altında İstanbul, bu edebiyatı besleyecek yaşam tabloları sergilemişti, orası Cumhuriyet için Sodom ve Gomore idi, ‘millî mücadelenin en zor zamanlarında, İstanbul’un hoppa kadınları işgâl askerlerinin kollarında dans ediyorlardı.’
Cumhuriyet idaresi kurulduğu andan itibaren, yeni Türkiye’nin Batı kültür dairesine dahil olma arzusunu ilân etmişti, ancak Batı’ya rağmen Batıcı olunacaktı. Batı kültürü benimsenmek suretiyle Batı medeniyeti seviyesine çıkılarak, onlarla boy ölçüşülecekti. İkinci Meşrutiyet’in ilânından itibaren kör topal devam eden ve millici denilebilecek bir zeminde hareket eden Batıcı-İslâmcı ittifakı, aslında, Cumhuriyet’in ilk adımlarından itibaren bozuldu. İslâmcı-muhafazakâr kesim, yeni idareye iki anlamda yabancılaşmaya başladı; bu kesim hem fiilen siyaset alanının dışında kaldı, hem de Batılı kültür siyasetinin bombardımanı altında kültürel-toplumsal alanın hızla dışına itildi.
Çok partili hayata geçişle birlikte, Demokrat Parti çevresi bu tepki çevresini siyasete taşımıştır, daha sonra diğer bütün sağ partiler, özellikle din ve gelenekler çerçevesinde, Batılı kültürü taşıyan çevrelere karşı ilân-ı harp edip, bunu bir tür yerlilik edebiyatı malzemesi yaptılar. Yine de yerlilik hâlâ ’80 sonrası kazandığı anlamı henüz kazanmamıştı, zira sağ partiler halen halkın Batılı seçkinler kültürüne karşı tepkisini milliyetçi ve dinsel kavramsal çerçevesinde popülarize edip, mason, dönme, vb. karşıtlığı şeklinde manipüle etmekteydiler.
Bu yazının asıl söz konusu edeceği yerlilik 1980’lerden sonra gündeme gelen ‘yerlilik edebiyatı’ olmalıdır, ancak bu düşünce çevresini, arkaplanını dikkate almadan değerlendirmek eksik olurdu.
1980’lerden sonra, hemen tüm sağ siyaseti örgütleyen Turgut Özal’ın ANAP’ı ekonomik liberalizmi ön planda tutan, Türk siyasal hayatının sınırları elverdiği ölçüde pragmatist bir partiydi, bu durumda ’80 öncesinin sağ siyaset kavramları ister istemez bir miktar yumuşadılar. Diğer taraftan, İslâmcılık, muhafazakâr sağ siyasetten kısmen de olsa bir oranda uzaklaştı ve yeni kavramlar üretmeye başladı. Radikal-İslâmcı-eleştirel, çerçevesinden sağ muhafazakâr çerçeveye taşınan, ‘yerlilik’ kavramı, daha önce sağ siyasetin muhafazakâr milliyetçilik şeklinde popülarize ettiği, ta Tanzimat’tan itibaren toplumda belirmeye başlayan, hem yabancı bir kültür dünyasına karşı kültürel, hem de bunun taşıyıcıları olarak gördüğü kesimlere karşı toplumsal tepkinin bulduğu yeni ifadedir. ’80 sonrası gelişen İslâmcı hareket, şüphesiz eski bir damarın üzerine oturuyordu, fakat daha henüz onun tarafından tamamen belirlenmiş değildi, genç, şehirli ve entellektüel bir hareketti. İçinde kendi deyimleri ile, “işe Necip Fazıl ile değil, Dostoyevski okuyarak başlamanın daha doğru olduğuna’ inananlar bile vardı.
Bu kesim için de, yerlilik meselesi, Tanzimat’tan beri, farklı terimlerle ifade edilse de, benzer bir şeye işaret eden, toplumumuz için bir kişilik, gurur, başka bir kültürün içinde eriyip gitme tehlikesine karşı bir başkaldırı meselesiydi. Diğer taraftan, yerlilikten kasdedilen toplumsal bir şeydi; ‘yerliler’ bu toplumda seçkin çevrelerin dışında kalanlardı ve ‘yerlilik’ vurgusu aynı zamanda bu türden bir sınıfsal kişilik ve başkaldırı meselesiydi. Yerliler dergisinde bu ülke gençlerinin ‘sadece Etiler’de, Osmanbey’de, Şişli’de, Bağdat Caddesi’nde yaşadığı’ bir yer değil deniliyordu. Daha sonra, kullanılmaya başlayan, ‘Beyaz Türk’lere karşı ‘karabudun’, vb. terimler de, benzer bir şeye işaret ediyordu. Seksen sonrasında şehirlerde, şehirli toplumsal ortamlarda, üniversitelerde yoğunlaşan ve İslâmcı diye anılan gençler, oraların aslında kendilerine ait mekânlar olmadığını hissettiler, yabancılıklarının nedeni ne sadece dindar olmaları, ne sadece taşralı/köylü olmaları, ne de sadece alt gelir gruplarına mensup olmalarıydı, doğrusu hepsi birdendi. İslâmcıların kendilerine karşı tepkileri hep inanç ve kültür meselesi olarak görmeleri, bu tepkilerin sınıfsal yanını hiç görememeleri veya görmek istemeleri, belki yine sınıfsal bir zaaftır. Dünyanın her yerinde sağ politikalar büyük ölçüde, bu sınıfsal zaaf üzerine kurulur, ancak Türkiye’de, bu zaaf kültürel bir kutuplaşmayla katmerleniyor, bu ülkede sekülerleşen ve Batılılaşan kesimler ile İslâmî ve geleneksel değerlere bağlı kesimler aynı zamanda, büyük ölçüde, belli toplumsal sınıflara tekabül ediyor. Bu koşullar altında, birçok toplumsal tepki, diğer toplumlarda olduğundan çok daha güçlü bir biçimde, kültürel tepkilerle maskeleniyor. ‘Yerlilik’ kavramı da böyle bir maske: Bu terim, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Batılılaşma serüvenimiz boyunca, hep ciddiye alınacak bir kültürel tepki olarak bir anlam taşıyor, ama aynı zamanda, bazı toplumsal tepkileri, isyanları maskeliyor ve bu maskenin ardında eritiyor. Böylece, ‘yerliler’ ’90’lı yılların başında, bir grup radikal İslâmcı gencin çıkardığı derginin adı olmaktan, ’90’lı yılların sonunda bir grup sağcı, muhafazakâr aydının manifesto kavramı haline geliyor, tamamiyle muhafazakâr bir anlam kazanıyor.
Aslında yerlilik, kavramsal olarak evrensel olana karşı yerel, kültürel, özgül olanı önemseyen muhafazakâr-sağ siyasetle doğal olarak uyum içinde olan bir kavramdır. Dahası, yerellik kavramı, toplumsal çatışmaları kültürel çatışmalardan ibaret görme/gösterme çabasındaki sağ siyasetin güçlendiği ve yeni ifade biçimleri bulduğu, seksenli yıllardan beslenerek çıktı.
’90’lı yılların sonunda muhafazakâr-sağ tanıma yerleşen yerlilik edebiyatının, bir yanıyla klasik milliyetçi-muhafazakâr sağ söylemi içerik bakımından aynen muhafaza etmekle birlikte, ondan daha liberal ve düzeyli olduğu söylenebilir. Yerlilik söyleminin, muhafazakâr sağ söylemin, ‘dönme, mason, kanıbozuk’ edebiyatını aştığını gözleyebiliyoruz.
Yerlilik edebiyatı, bir yönüyle, kültürel yabancılaşmaya karşı duyulan tepkidir demiştik, bu haliyle bu tepki daha ziyade entellektüel çevrede hissedilen bir tepkidir. Nitekim, Yeni Ufuk adıyla çok kısa bir süre yayımlanan gazetenin sağ-muhafazakâr ‘beyin takımı’nın manifestosunda şu ifadeler yer alıyordu: “Bu gazetenin belkemiğini, Türkiye’nin düşünce yelpazesinde önemli bir yer tuttuğu halde, basın dünyasında layıkıyla ifade edilemeyen bir fikir oluşturuyor, bu fikir tek kelime ile kaynağını bu milletin tarihi devamlılığı kaynağında bulan ‘yerlilik’ düşüncesidir” (Yeni Ufuk, Haziran 1997).
Bu düşünce çerçevesine göre; sorun yerli tarih-kültür mirasının reddedilmesindendir, yerli veya ‘organik’ aydınlar, siyasetçiler, toplumsal önderler, memleketin meselelerine eğilirlerse, Batılı olmaya özenmekten toplum topyekûn vazgeçerse işler büyük ölçüde çözülecektir. Toplumsal sorunlara toplumsal iktidar ilişkileri çerçevesinden bakamayan veya bakmayan bu bakışın, asıl hedefi bu olmasa da, toplumsal iktidar ilişkilerini, yerlilik/yabancılık ikilemine indirgemek suretiyle maskelemeye hizmet etmesi kaçınılmaz. Diğer taraftan, bu türden bir söylem ister istemez, siyasal değer ve ilke tartışmalarını sığ bir popülizmin kalıplarına sokmak durumundadır. Bu nedenle, 1980’lerden sonra gelişen İslâmcı söylemin öne çıkardığı, ‘yerlilik’ kavramı, hangi toplumsal-kültürel tepkinin sonucu olursa olsun, ister istemez muhafazakâr-sağ söyleme malolmuştur. Yerlilik edebiyatının bugün geldiği nokta, İslâmcı siyasete paralel olarak, Anadolu burjuvazisinin yükselişine veya ‘her mahallede bir Müslüman milyoner yaratma’ siyasetine kültürel arkaplan oluşturmaktır.
Diğer taraftan, toplumumuzda Tanzimat’tan bu yana bir kültürel yabancılaşma ve çatışma sorununun var olduğu tartışılamaz, bu sorunun ciddiye almamız gereken tek boyutu, toplumumuz açısından bir kültürel kişilik ve kendine güven meselesi olması değildir. Önemsenmesi gereken diğer bir boyut, bu sorunun varlığının, muhafazakâr sağ siyasetleri sürekli teyit etmesidir. Toplumumuzda yaşanan kültürel yabancılaşmanın boyutları, muhafazakâr-sağ söylemin toplumsal meseleleri hep kültürel boyutta tutma çabasını, doğal olarak beslemektedir. Toplumsal-ekonomik mağduriyetler kültürel dışlanma ile büyük ölçüde çakıştığı için, insanların toplumsal meseleleri kültürel boyutun ötesinde algılaması son derece zordur. Yerlilik, toplumsal iktidar ilişkilerini kültürel farklılıkları öne çıkararak gözden ırak tutmaya yarayan bir tür maskedir diyoruz, ancak kültürel farklılıklar büyük ölçüde ekonomik farklılıklarla çakıştığı sürece, bu maske neredeyse şeffaf bir maskedir. Ayrıca, son zamanlarda, şehirli-Batılı-laik çevre, İslâmî talepleri kültürel olarak dışlama yönünde öyle inanılmaz tavırlar sergilemekte ki, bu ortamda ‘yerlilik’ ve benzeri adlar altında kendine kültürel bir koza örmeye çalışanlara söylenecek her şey inandırıcılıktan uzak duruyor.
Geçtiğimiz ay, türban sorunu çerçevesinde, ‘kamu alanı’ tartışmalarına değinen bir gazetecinin konuya ilişkin verdiği örnek; “ABD’nin Oregon eyaletinde bir Amerikan yerlisi”nin birtakım hukuki taleplerine ilişkindi (İsmet Berkan, ‘Türban ve hukuk... Bazı ilginç mahkeme kararları, Radikal, 19 Nisan 1998). Ülkesinde, Birleşik Devletler’deki ‘yerli’ ile bir tutulan adama, ‘yerlilik’ edebiyatının, toplumsal sorunları tam anlamıyla yansıtmadığını anlatmak son derece zor. Diğer taraftan, toplumun bir kısmına, Amerika Birleşik Devletleri’nin ‘yerlilere’ bakışı bir yana, neredeyse sömürge ülkelerindeki ‘yerli’ler gibi bakıldığı bir ülkede, aslında muhafazakâr-sağ bir kavram olan ‘yerlilik’ düşüncesini hakkıyla eleştiriye tâbi tutmak, kolay değil.
Öyle görünüyor ki, bu zorluk daha da artarak devam edecek, bu toplumda var olan kültürel çatışmaları kültürel düzeyde canlı tutmak, statükonun hiç eleştiri ve değişime uğramadan devamını sağlamak açısından önemini koruyor. Diğer taraftan, tüm dünyada siyasal arena toplumsal çatışmaların alanı olmaktan çıkıyor/çıkarılıyor ve kültürel çatışmaların alanı haline geliyor/getiriliyor. Kültürel çatışmaları canlı tutmak, her türlü iktidarı elinde tutanların işine geliyor, çünkü kültürel çatışma hedef şaşırtmanın en iyi yolu.
Yerlilik edebiyatının, hem toplumsal mağduriyetlerin, çeşitli düzlemlerde dışlanmışlığın, kültürel tepki şeklinde dışavurumu olarak, hem de toplumsal iktidar ilişkilerinin maskelenme yollarından biri olarak, iyi okunması bu yüzden çok önemli. Bir yandan, ülkesinin aşağılık komplekslerini dert edinenlerin ve kendilerini ülkelerinde dışlanmış hissedenlerin anlaşılmasının, diğer yandan bu dışlanmışlık hissinin sürekli sağ siyasetlerin manipülasyon aracı olmaktan çıkmasının yolu bu türden bir okumadan geçiyor.