Yerleşik Yabancı

Komik unsur olmadan “yerli” ve “yerlilik” anlatılamaz.

Çünkü saf, doğal, el değmemiş, öz gibi nitelikler atfedilse de ve tam da bu nedenlerle “yerli”, zamanın, olması grerekenin dışında-gerisinde olandır! Dolayısıyla “ilkel”dir, dolayısıyla “yaban”(cı)dır. İlkel, yaban, yani vahşi!... Hem saf, doğal, öz, yani hakiki; hem ilkel, yaban, vahşi olan dehşetli bir gerilim yükü taşır, haliyle. Olağan akışı kesintiye uğratan, onun dışında-gerisinde kalan her şey gibi yerli ve yerlilik de komik ve dramatik unsarları bir arada taşır.

Şöyle: Kayserili dört birader düşmüş İstanbul’a, yana yakıla “.... Emmi”yi arıyor. Şehrin gündelik koşturması içinde durdurulup “Hemşerim” seslenişiyle durdurulan ve “.... Emmi’yi tanıyon mu, nerde oturuyor biliyon mu” sorusuna muhatap olanlar ya “nereden çıktı bu salaklar” diye gülüp geçiyor, ya da kendileriyle dalga geçildiği zannıyla sinirleniyorlar. O “sebepsiz” kahkahalarla ya da asabiyetle karşılaşan bizimkilerse şaşkın. Defalarca terslenmenin ve onca yorgunluğun ardından en küçük birader, “Burada da Kayserililer’i hiç sevmiyorlar” diyor.


Bu görüntüler Ertem Eğilmez’in adını bile anımsamadığım bir filminden. Adını anımsamıyorum, çünkü seri halde üretiliyordu bu tür filmler, öyküler. Ve Türk sinemasının can çekiştiği 1970’lerde epey yüksek hasılat yapıyordu. 1950’lerde başlayan, ’90’lara değin kesintisiz -ve müthiş bir hızla- süren “yerli”nin yabancılaşma süreci aslı dramatik, görünüşü komik bu türden öyküleri, filmleri artık gündemden düşürdü.

Süreç onları gereksiz ve anlamsız kıldı. Çünkü film koptu: Öykü “tekil” olmaktan çıktı, genelleşti. Görünüşe bakılırsa ne komik, ne de dramatik yanı kaldı; olağanlaştı. Her an, her yerde yaşananın görsel ve anlatısal bir cazibesi -dolayısıyla pazarı da- yoktur.

Yerliliğin yok oluşu, üzerinde bulunduğumuz coğrafyada biraz gecikmeli gerçekleşti. Nihayet 1980’lerden ’90’lara şehirler, kasabalar, mahalleler birörnekleşti. Merkez-taşra kodları yerleşim ve yaşam biçimlerini, dolayısıyla “kimlik”leri ifade eder olmaktan çıktı. İnsanların mekân değiştirmesi, “yerlilik”ten çıkışı 30-40 yıl gibi çok sınırlı bir zaman diliminde gerçekleşti. Onun yarısı kadar bir süre (15-20 yıl) mekânların mahiyet değiştirmesine yetti. Artık kimsenin kimseye “hemşerim” diye seslenmesine gerek kalmadı. Tabiî “memleket nere” sorusuna da yer kalmadı. Çünkü artık herkes her yerde -doğup büyüdüğü yer dahil her yerin- “yabancı”sı oldu.

Belki bu toplu yabancılıktandır ki, sözünü ettiğim Ertem Eğilmez filmi ve benzerleri 1990’larda TV aracılığıyla yeniden vizyona girdi, reyting rekorları kırdı. O filmlerin ahmaklık derecesinde saf, ama ne yapıp edip şehirliyi dize getiren tipleri (örneğin Şaban-Kemal Sunal) bugünkü yerleşik yabancıların gönlünde taht kurdu, yaratıldıkları dönemdekinden çok daha büyük ilgiye, sevgiye mazhar oldu.

’90’ların sonlarındaki “yerli dizi” furyasında başrolün arabesk starlarına verilmesi yine aynı toplu yabancılık halinden olmalı. Çünkü o starların gerçek yaşam öyküleri de bir “yol hikâyesi”ni anlatıyor. Yer ve kimlik değiştirmeyi anlatıyor. Köyden ya da bir taşra şehrinden; “yerli”likten çıkıp, herkesin gözünde ve gönlünde taht kurmuş “star”, şimdiki zamanın yerleşik yabancılarının -ve adaylarının- da rol modeli olduğu için “yerli dizi”ler hep o yol hikâyesi üstüne kuruluyor: Yerlinin yerinden yurdundan çıkıp önce “yabancı” sonra da “alemin kralı” olması kuşbakışı komedi-dramalar üretiyor.

Sefalet, rekabet, ihtişam temaları üstüne kurulu “yerli dizi”ler dışarıdan bakanlara komik ve aptalca gelse de yerli hayatın seyrine işaret ediyor: Yerliliğin tümden terk edilişine!

Ufaktan ufağa bizim için bile eskimeye, aşınmaya yüz tutan bu hikâye dünyanın -özellikle batının- dört yüz yıldır yaşadığı serüven.

YENİ GÖÇEBELİK - DAİMİ KÖLELİK

Komedi-drama da olsa, diziler sonuçta “ideal” olanı temel alır. Gerçeklik idealize edilirken, görselleştirilirken zorunlu olarak karikatüre yaklaşır. Dünyadaki süreç de ilk yazınsal anlatılarda benzer dokuları taşıyordu. Burada hemen anılması gereken örnek, Don Kişot. Çünkü “yerli”nin yerli olduğunun saptanması için, “yabancı”lığın-”yabancı”nın ortaya çıkması gerekiyordu. Bildiğimiz kadarıyla “modern” dünyanın ilk “yabancı”sı, ve aynı zamanda en ünlü “evrensel” tipi-karakteri Don Kişot.

Mançalı Gamlı Şövalye, dünyayı ıslah etmek üzere düne, eskiye özgü (yani karikatürize, komik) kostümü, aksesuarları ve kimliğiyle evini, köyünü, yurdunu terk etti; 16. yüzyıl sonu-17. yüzyıl başı. Bu terk ediş, artık yeni zamanlarda “yerli” diye bir kişiliğin, varoluşun bittiğini de haber veriyordu.

Her ne kadar düşkün, beyni sulanmış olsa da Don Kişot sonuçta bir bey, soylu. Aklı başında beyler, soylular çoktan terketmişti evi, köyü. Onlar artık kentleri mesken tutuyordu. Yani ortalığı düzeltip yeniden eve dönme faslı bitmiş, temelli göç devrine; “yerleşik yabancı”lık haline, seyyar düzene geçilmişti. “Yerli” ve “yerleşik” olan geride kalmıştı Don Kişot yollara düştüğünde. O ise galiba gidenleri geri döndürmeye uğraşıyordu.

Kambersiz düğün, seyissiz şövalye ve tabiî garibanları ardına takıp yollara düşürmeyen bey-soylu serüveni olmaz. Don Kişot, hiç kimseyi inandıramasa da şövalyeliğine, yoksul köylü Sancho Panza’yı ikna ve ortak etti serüvenine. Efendisi hafiften üşütmüş olsa da Sancho zamanın ruhunu kavramış, ayağı yere basan, “uyanık köylü”lerdendi. Erdem, yiğitlik falan gibi şeylerle işi yoktu onun. Eline geçecek üç beş kuruşun peşindeydi. Bakarsınız talih yüzlerine güler, efendisi, vaat ettiği gibi ona bir ada bağışlardı, kimbilir... Umut!

Sancho’nun derdi, yeni zamanlar içinde kendisini ayakta tutacak kadar mal mülk ve para sahibi olmaktı. Ama olmadı. Zaman, hükmünü icra etti; serüvenin sonlarına doğru Don Kişot’un ayağı suya erer gibi olacak, Sancho ise hayalini kurduğu zenginlik sevdasıyla efendisinin yerini alacak, Don Kişotlaşacaktı.

İlk göçebeler, yeni uygarlığın kurucuları; üst sınıflardır, bütün zamanlarda, bütün toplumlarda. Geride, yani “yerinde” ve “yerli” olarak kalanların onların ardına takılması ise (Sancho) gibi mecburidir.


Cervantes’in romanı ilk kez Ocak 1605’te, İspanya’nın sadece bir bölgesinde (Kastilya) yayımlandı. Birkaç hafta içinde Lizbon’da üç ayrı korsan baskısı çıktı. Brüksel (1607), Milano (1610) baskılarının ardından daha ikinci cildi tamamlanmadan 1612’de İngilizce’ye, 1914’te de Fransızca’ya çevrildi. Roman türünün ilk örneği olmanın yanında, İncil’den sonra en çok çevirisi yapılan kitap ünvanını da taşıyor.

Birçok yönden “okuma”ya açık olan Don Kişot’un daha ortaya çıkar çıkmaz karşılaştığı ve yüzyıllardır eksilmeyen ilgi, “yersiz yurtsuzlaşma”yı anlatan ilk yapıt olmasıyla açıklanabilir mi?

Bana biraz öyle geliyor. Bugün baktığımda Don Kişot’u bizim yeni yerli dizilerle de, yazının başında andığım Ertem Eğilmez filmiyle de bağlantılandırabiliyorum.

Yerliliğin komikleşmesinin ve dramatikleşmesinin de ilk örneği galiba Don Kişot. Evrenselliği, ölümsüzlüğü buradan geliyor olmalı. Çünkü süregiden bir halin ilk ve dolayısıyla en çarpıcı örneği var orada.

Yeni zamanlarda hâlâ “yerli” kalanların hali ise Don Kişot’tan yüz yıl sonra (1719’da) yayımlanan bir başka roman klasiğinde; Robinson Crusoe’da tartışmaya yer bırakmayacak biçimde ortaya konacaktır. Issız adaya bir kaza sonucu düşse de sonuçta modern dünyanın aktörü (temsilcisi) olan Robinson, orada karşılaşacağı tek “yerli”nin; Cuma’nın “efendi”sidir. Yerli, ancak efendinin dilini öğrenerek onunla iletişim içinde olabilir, onun dinini ve değerlerini kabul ederek var olabilir.

Yerli, “tabiî” (doğal) ve “tabi-teba” (köle) olandır.

Robinson-Cuma ilişkisi; yabancının efendi, yerlinin köle oluşu, 20. yüzyıl popüler kültür ürünlerine de temel oluşturur. Yeni dünya Amerika’nın batı tarafından keşfedilişi ve fethedilişi, bu öykünün en tipik uygulama sahasıdır. Öyküyü popülerize eden Tom Miks, Teksas gibi çizgi romanlarda “yerli” hem saf, kurtarılacak ve kazanılacak “iyi”dir, hem de tehlikeli vahşidir... Yani ucube! Robinson-Cuma ikilisinde ilk örneğini bulan bu denklem, çizim daha sonra sinemaya transfer olarak tüm dünyaya yayılacaktır.

SOYKIRIM

Romanların, çizgiromanların, filmlerin (ve bunlara temel oluşturan zihinsel tasarımların) ürettiği “yerli” tipolojisi, 20. yüzyıl sonlarında artık komik ve dramatik boyutları aştı, yeni bir evreye döndü. Köylülüğün -dolayısıyla yerliliğin- yok oluşunu, son bir buçuk yüzyılın en büyük soykırımı olarak niteleyen John Berger, “Bizim zamanımızdan önce hiçbir zaman bu kadar çok insan yersiz yurtsuz bırakılmadı” diyor. Ve devam ediyor:

Ulusal sınırları aşan veya köyden şehire akan istekli ya da zorunlu göçler zamanımızı simgeleyen yaşam biçimi halini aldı. Endüstri ve kapitalizmin yeni bir tür vahşetle, daha önce hesapta olmayan böylesine yoğun bir insan göçüne yol açacağı, on altıncı yüzyılda köle ticaretinin başlamasıyla kendini belli etmişti. Birinci Dünya Savaşı sırasında Batı Cephesi’nde silah altına alınan kitleler, o aynı parçalanma, toplama, uzaklaştırma ve sonunda ‘çorak toprak’lara sürme işleminin daha sonra gerçekleştirildiği bir başka uygulayım alanıydı. Ardından, dünya çapındaki toplama kampları bu süregelen aynı uygulayımın mantığıyla harekete geçti.

....

Göç sadece geride bir şeyler bırakıp denizler aşmak, yabancılar arasında yaşamak demek değil, aynı zamanda dünyanın anlamını yerle bir etmek, en sonunda da insanın kendisini saçma, gerçek-dışı bir dünyaya bırakması demektir.

Silah zoruyla olmadığı zamanlar göç, umut olduğu kadar umutsuzluktan da alabilir hızını. Örneğin, bir köy delikanlısına babasının gelenekçi, otoriter baskısı her türlü kaostan daha saçma görünebilir. Köydeki yoksulluk şehirdeki cinayetlerden daha anlamsız görünebilir. Yabancılar arasında yaşayıp ölmek, kendi vatandaşlarından baskı görüp eziyet edilmekten daha az saçma olabilir. Bunların hepsi olabilir. Ama göç etmek her zaman dünyanın merkezini değiştirip düzenden yoksun, yitik, bölük pörçük parçacıklardan oluşan bir dünyaya yola çıkmak demektir.

(J. Berger, Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü, çev: Zafer Aracagök, s: 55-57, Adam Yayınları, 1987)

Yeni dünyanın (Amerika’nın) zaptı sırasında bilfiil uygulanan “yerliler”e yönelik soykırım, hemen tüm modern dünyada 20. yüzyıl boyunca Berger’ın işaret ettiği biçimde sürdürüldü. Bu soykırım üstüne kurulan ve yüzyılın son döneminde telaffuz edilen “yeni dünya düzeni” genellikle “globalizm” kod adıyla birlikte anılıyor. Yani herkese, her yerde tek bir dünya. Bu ise adeta bir tür doğal sonuç olarak “globalizm”in yan ürünü olarak “partikülarizm”i yanı başında getiriyor. Berger’ın işaret ettiği “dünyanın merkezini değişitirip düzenden yoksun, yitik, bölük pörçük parçacıklardan oluşan bir dünya” yani!

“DOĞAN REFLEKS” VE PAZAR

Geleneksel düzeni, duruşu yerlebir eden modernite nasıl ki, ikiz ve aykırı kardeşi “muhafazakarlık”ı da yüzyıllardır uğradığı her yere beraberinde taşıdıysa, küreselleşme (globalizm) de ikiz-aykırı kardeş olarak “yerli” ruhların yeniden uyanışını; parçalanları getiriyor.

Bu yazı yazılırken Balkanlar’dan Uzak Asya’ya, Afrika’dan Akdeniz’in öte yakasındaki, dolayısıyla Avrupa’nın en eski “uygarlık” merkezlerinden İtalya’ya dek dünyanın hemen her yöresinde bir tür “doğal refleks” halinde yeniden uyanan “yerlici” ruhun yarattığı çatışmalar yaşanıyor. Hemen her doğal reflekste olduğu gibi epey şiddet içeren bir uyanış ve çatışma hali...

Ve tabiî Türkiye örneği var. Gerçi burada her vaka “arıza-kaza” gibi görülüp geçiştiriliyor. “Sahalarımızda görmek istemediğimiz... birkaç kendini bilmezin marifeti” gibi söylemlerle üstü örtülse de en batıdan en doğuya kuzeyden güneye bir uçtan ötekine değişik görünümlerle sürekli mevzi patlamalara sahne olan Türkiye’de “yerli” ruh, hep öfkeli, kırgın, kızgın yineliyor sanki: “Burada bizi hiç sevmiyorlar”!

O zaman da sefalet, rekabet, ihtişam dizileri giriyor devreye. Gündelik dil dağarcığından düşen “Hemşerim” sözünü dillendiren Mahsun Kırmızıgül şarkısı 1998 Türkiyesi arabesk-pop pazarının en çok para getiren ezgisi olabiliyor. Çünkü “Ah hemşerim, vah hemşerim” diyen o nara gibi çığlık, “bölük pörçük parçacıklardan oluşan bir dünyaya yola çıkma”yı işaret ediyor.


Peter Drucker gibi, Samuel Huntington gibi düşünürlerin “uygarlıklar çatışması”na ya da özellikle dünyanın güney yarımküresinde patlaması muhtemel “köylü ayaklanmaları”na dikkat çekmeleri belki de o çığlığın yakıcılığını ötelerden daha net duyuyor olmalarından kaynaklanıyor.

Dünyanın öteki efendileri; pazar uzmanları ise müzikten mutfağa, giyim kuşamdan inançlara dek hâlâ 16. yüzyıla özgü kolonyalist, sömürgeci alışkanlıkla “yerli” olan her şeyi zaptedip pazara sunmanın; “localcolors”ın peşinde. Herkesin yerleşik yabancı olduğu dünyada “yerlilik” çağrışımı taşıyan her şey para ediyor çünkü...

Zamanın ve hayatın rotasının yerleşik olandan çıkıp gezginliğe, seyyarlığa döndüğü evreden bunun dışında kalanlara yönelik bakışın verdiği bir isim-sıfattı “yerli”. Var olana karşı “yabancı”lığı işaret ediyordu. Herkese her yerde bir (ve aynı) dünya, doğal olarak herkesin aynı zamanda “yabancı” olmasını getiriyor. “Yerli” olanı aramayacaksınız da ne yapacaksınız! Ne de olsa “nadide” ve “özgün” bir şey... Pazar ola.

(*) Yerleşik Yabancı, 2 Temmuz 1993 Sivas yangınında yaşamını yitirenlerden Metin Altıok’un bir kitabının adı, aynı zamanda hemen bütün şiirine sinmiş olan ana tema. Madımak Oteli’nde onu ve 33 arkadaşını yakan, boğan ateş de aynı yerli-yabancı kıvılcımlarını taşımıyor mu?