Akdeniz’de sivil toplum ve barış genel başlığı altında toplanabilecek çeşitli konularla ilgili toplantılara katılmak üzere, birkaç kere İspanya’ya gittim. Her seferinde, Valencia belediyesinde çalışan bir adamla karşılaştığım için, aramızda mesafeli bir ahbaplık ilişkisi kuruldu. Üçüncü seferinde, bir akşam yemeği sırasında, “Siz bana tam bir Avrupalı olarak görünüyorsunuz,” dedi. “Fiziksel görüşünüz öyle. Ama aynı zamanda düşünceleriniz, kültürünüz, her şeyiniz Avrupalı. Türkiye’de nasılsınız? Orada yabancı gibi mi oluyorsunuz? Yoksa Türkiye’de de burada olduğunuz kadar ‘yerli’ durabiliyor musunuz?
Türkiye’yi pek bilmediği belliydi. Herhalde olduğundan bir hayli daha “şarklı” (belki Magreb modeline uygun) bir ülke olarak tahayyül ediyordu. Belgrad’dan arkadaşım Sonia Licht yanımda oturuyordu. Sonia birkaç kere Türkiye’ye gelmişti ve İstanbul’da birlikte gezmiştik. Benim yerime o cevap verdi: “Ben İstanbul’da gördüm. Orada da çok yerli,” dedi.
Kendim katılmadığım, ama üzerimden yürüyen bu diyalogdan, ezelî sorun “evrensel/yerli” ikileminden kendi kişiliğimde bir sentez yaratmış olduğum yolunda, mutlu bir sonuç çıktı böylece. Bu konuşma üzerine biraz düşününce, eklenecek bir yan-sonuç daha ürettim. Şöyle ki, herhangi bir Avrupa (ya da Batı) ülkesindeyken, “Acaba ben buraya uygun kaçıyor muyum?” diye bir şey düşünmüyorum. Türkiye’deyken, “Ben buranın yerlisi miyim?” diye bir soru aklımdan geçmediği gibi. Dolayısıyla hiçbir “yer”in yabancısı değilim – İspanya’da olduğu kadar Mısır’da da.
Sanırım bu “yerli/evrensel” ilişkisinin uçlarını iyice kutuplaştıran şey, kendi içindeki uzlaşmaz bir itişmeden çok, bilincin ve ideolojinin ona yüklediği bir şey. İnsan bunu kafasında büyütmediği sürece, ikisi birden olarak yaşamak hiç de zor değil – hattâ, doğal olanı böylesi.
Yaklaşık son yirmi yıldır, iki uç arasındaki gerilim, çeşitli nedenlerle artıyor. Modernizm/postmodernizm kavramları çevresinde dönen ağırlıkla kültürel tartışma bu artışı etkileyen etkenlerden biri. Son on yılın “globalizasyon” tezleri ve özellikle ona gösterilen tepki de başka bir etken. Sonuçta hepsi, daha önceki dünya siyasetinin “emperyalizm”, “Üçüncü Dünya” gibi kavramlarıyla da eklemleniyor. Ancak, eskiden sol “yerel/evrensel” ikilemesini uzlaşabilecek ve uzlaşması gereken bir diyalektik karşıtlık olarak görürdü. 1989’dan bu yana dünyanın uluslararasılaşması süreci liberalizm/kapitalizm çerçevesinde yürümeye başlayınca, eski Marksistler de “evrenselcilik” vurgusunda emperyalist hegemonya emelleri sezdiler ve içgüdüsel bir savunma refleksiyle “yerlilik/yerellik” bariyerini yükseltmeye giriştiler. Bunda, doğrusu, bir sağlıksızlık buluyorum.
“Yerlilik” kavramıyla anlatılan birçok şeyin otantikliğine, gereğine inanırım. Soyut bir enternasyonalizm adına bunlar çiğnenmemelidir. Örneğin Esperanto konuşmak gibi “evrenselcilik” girişimlerini hayli hayalî bulurum. Ama bu noktadan sonra, “yerlilik” vurgusu da anlamını kaybetmeye başlayabiliyor.
Geçmişte, Türkiye’de özellikle iki “muhafazakâr” ya da “reaksiyoner” yerlicilik türü vardı. Bunların daha “Kemalist” olanı, burjuvazi ve proletarya gibi tarihî kategorilerin yalnız Batı’ya özgü olduğunu ve Türkiye gerçeklerinin farklı olduğunu ileri sürer, “biz bize benzeriz” ve “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz” sloganlarına bu tür bir temel kazandırmaya çalışırdı.
Tarihyazımı üstüne bir sempozyumda, Enver Ziya Karal gibi bir tarihçinin “Padişah üstyapı değildir” diye bir söz söylemesine ne kadar şaştığımı hep hatırlarım. Marksist yöntemi hiçbir zaman ciddiyetle incelemediği için, “üstyapı”nın “egemen sınıf” anlamına geldiğini sanıyordu (ama aynı şeyi düşünen “yerli” Marksist sayısı da hiç az değildi).
Tamam, Osmanlı saltanatı, Batı monarşilerinden çok farklı olabilir; ama bu, Osmanlı’da kendi koşullarına göre oluşmuş egemen sınıf(lar) olmadığını göstermez ki! Evrensel olan, “egemen sınıf”tır; şuranın aristokrasisi, buranın burjuvazisi elbette ki birçok özellikleriyle yerel olacaktır. “Yeoman” İngiltere’ye, Junker Prusya’ya Samuray Japonya’ya özgüdür v.b.
İkinci “reddiye” ise açıkça “milliyetçi-mukaddasatçı” kesimden gelirdi. Onlar da, “Batı”nın kavramlarıyla Doğu’nun anlaşılamayacağını söylerdi. Bu anlamda, toplumsal bilimin evrenselliğini de reddetmiş olurlardı. İslâm dünyasında, bu yaklaşım, özellikle yaygındır. Bu da, üç aşağı beş yukarı, “biz bize benzeriz”i bir başka terminoloji içinde söyleyen bir yaklaşımdır. Yalnız, “benzeme”nin çerçevesi daha dinî ve kültüreldir.
Dolayısıyla şimdilerde Marksist formasyondan gelmiş olanların da bu “yerlilik” ve onun türevi olan “benzemezlik” tezlerine sarılmış olmalarında tedirgin edici bir öge var. Eski eğilimin vurgusu tam tersineydi. Örneğin Rusya’nın da, Çin’in de, Marx’ın Asya Üretim Tarzı üstüne sezgilerine itibar etmemesi, kendi tarihlerini klasik “Euro-santrik” feodalizm kategorilerine göre kategorileştirmesi bu eğilimin bir örneğidir.
Toplumsal bilimin, her düşünsel formasyon gibi farklı soyutlama ve genelleme düzeyleri vardır. Bunlar yerli yerinde kullanıldığında, dünyanın her yeri (ve zaman dilimi) için geçerli olmamasının bir nedeni yoktur. Ama düzeyler birbirine karıştırıldığında, sonuçlar ve vargılar da karışır.
Bu söylediğimi açıklamak için düşünebildiğim iyi bir örnek, Freud’un psikolojik yaklaşımı.
Freud, bir hekim olarak pek çok hasta ile görüştükten sonra insan bilincinin işleyişi üstüne önemli tezler oluşturdu. Pek çok bilim öncüsü gibi, bulgularının teorik sonuçlarını evrenselleştirmek eğilimindeydi. Totem ve Tabu ile Musa ve Monoteizm’de insanlık tarihini bu bulgular ışığında yeniden-anlamlandırdı. Bu, varsayımsal bir girişimdi. Gözlemlerine göre yeniden-inşâ etmeye çalıştığı dönem hakkında elde hiçbir kanıt yoktu. Öyle bir dönem yaşandıysa bile artık çok gerilerde kalmıştı.
Bundan bir süre sonra, antropolog Malinowski de Trobriand Adaları’ndaki yerliler üstüne çalışıyor, o da bulgularını Freud’un tezleriyle karşılaştırıyordu. Malinowski’nin sıraladığı sonuçlar, Freud’un yalnızca o eski döneme ilişkin projeksiyonlarını değil, çağdaş dünyaya ilişkin yorumlarını da birdenbire geçersizleştirir.
Trebriand Adaları’nda babanın biyolojik rolü bilinmiyordu ve biraz da bu nedenle soy çizgisi anadan ilerliyordu. Klanların dış-evlenme yaptığı bu toplulukta kızı, erkek kardeşi evlendiriyordu ve mülkiyetle ilgili işleri gözeten de oydu.
Bu farklı toplumsal örgütlenme sonucunda çocukla babası arasındaki ilişkide gerilim yoktu; daha çok oyun arkadaşı gibiydiler. Freud’un erkek çocukla baba arasında gözlemlediği gerginlik olsa olsa erkek çocukla dayısı arasında çıkabiliyordu. Oedipal kompleks de yoktu. Buna karşılık kız ve erkek kardeşler arası ilişki gergindi. Tabular bu alandaydı – bazan görülen ensest kâbusları da.
Bir açıdan bakarsak, Trobriand Adaları’nın Freud’u iflas ettirdiğine inanabiliriz. dediklerinin hiçbiri, buradaki ilişkilerde geçerli değil. Ama, öyle mi sahiden? Biraz daha düşününce, hiç de öyle olmadığını görürüz.
Freud belirli bir dönemde, belirli bir toplumda, belirli bir aile tipi içinde olanları gözlemleyerek genellemelere varmıştı. Bu çevre onun için doğal, gözlemlediği ilişkiler olabildiğince evrenseldi. Oğul-anne, kız-anne, oğul-baba, kız-baba arasında tepit ettiği ilişkiler Avrupa bağlamında habire tekrarlanıyordu. Bunun öteden beri, hattâ insanın henüz tam insan olmadığı bir dönemden beri böyle olmaması için neden yoktu.
Oysa bu ilişkileri, değişmez biçimde anne ile oğul, baba ile oğul arasında değil de, belirli bir toplumsal örgütlenme ve aile yapısı içinde üstlenen -ve aileyi bir anlamda aşarak mülkiyete v.b. uzanan- roller arasındaki ilişkiler olarak ele alırsak, Freud, iflas etmek şöyledursun, tamamen haklı çıkıyor.
Aslında, bu örneğin de gösterdiği gibi, “yerli” olanı anlamanın anahtarı “evrensel”dedir. Freud’un geliştirdiği, bilinçdışının işleyişine ilişkin kavramlar, Malinowski’nin gösterdiği gibi, Trobriand adaları’ndaki aile ilişkilerine tıpatıp uymuyor. Ama o kavramların en genel olanları ele alıp onların ışığında özgül biçimlenmelere baktığınızda, var olan örüntüleri çözebiliyorsunuz. Trobriand’ın ürettiği “yerli” kavramlarla herhalde buralara varılamazdı.