I.
1980’de puslu bir kış günü polis sorgusundan perişan bir halde çıkmış dört tutuklu olarak, sıkıyönetim görevlilerinin bizi teslim alması için ekip otosuna bindirildik. Gözbağı taşımaktan kahrolmuş olan gözlerimiz artık özgürdü; o puslu soğuk hava bile bize neşe vermişti, dilimiz çözülmüş şakalaşmaya başlamıştık. Oysa, sıkıyönetim görevlileri geciktiği için, polisler ellerinde tüfekleriyle bezgin bezgin oturuyor ve hiç konuşmuyorlardı. O ana kadar dışarıda olan bir polis memuru, soğuğa küfrederek arabaya binince ona laf attım, çünkü gözüm bağlıyken bana etmediğini bırakmayan şımarık bir adamdı, sesinden tanımıştım; bana diklenseydi onu unuturdum, ama “tanınmış” olmanın korkusuyla yaptığı laf kalabalığı yüzünden ondan tiksindim ve hâlâ onu belleğimden çıkaramıyordum. Bu ağız dalaşı sürerken, gerçekten halim selim denebilecek bir polis memuru, inanmış ve babacan bir ses ifadesiyle araya girdi ve bana -hâlâ şaka olmasını temenni ettiğim- şu soruyu sordu: “Doğru söyle, size Rusya’dan para geliyor mu?”
Bu soru karşısında attığım kahkaha sanıyorum şu anda bile polisin kulaklarında çınlıyor olmalıdır.
Sorunun aptallığı karşısında yapacağım her düzeltme aptallığa katkı olacağından ötürü alay ettim; ama solcuları paralı ajan veya uşak olarak gören mantığın ruhumdaki izini silemedim.
Çünkü sol “yerli” sayılmıyordu; solcu kişi bu ülkenin vatandaşı olarak görülmüyordu.
II.
İstanbul’un surlarını yıkıp yerine sosyal konut yapmayı öneren Refah Partisi’nin kurmaylarını anımsayın; “Ya Yunanlılar gelip de buralar bizim derlerse ne olacak?” diyerek “gerekçe” öne sürmüşlerdi. Bu tartışmayı yapanlar kahve muhabbeti sırasında aklına ilk geleni söyleyen sivrizekâlılar olsaydı diyeceğim bir şey yoktu; ama biri Kültür Bakanı, diğeri o partinin örgütlenme sorumlusu olan iki önemli şahıs bunları söyleyebildiği için, bu ülkenin kimi yöneticilerinin kendilerini ülkenin işgâlcisi ve hattâ hırsızı gibi algıladıkları ilk defa böylece tescil edilmiş oldu.
Tuhaf ama, kültür varlıklarının korunması için canla başla çalışanların solcu olduğu bu ülkede solcular vatan haini; kültür varlıklarını talan edenlerin iktidar olduğu bu ülkede sağcılar vatanseverdi.
İstanbul’u beş yüz yıl önce fethedenlerin törenlerle anılması ve bu fethin her yıl “düşman kuvvetlerinin temsili olarak yenildiği” törenlerle bir vandalizm ritüeli haline getirilmesi kutsal; kim olursa olsun bu ülkenin tüm vatandaşlarının eşit ve özgür sayılması ise “kanıbozukluk”tu.
Solcuları “Rus ajanı” sananlar, solcuların bir Moskof-Bank sahibi olmadığını düşünmemişlerdi, Fidel Finans diye bir “yoksul bankası” da yoktu. Solcular tarih yağmalamıyor, kredi ve teşvik yolsuzluğuyla din ve vatan bezirgânlığı yapmıyordu.
Vandalizm sağcılık için hak, solcular için ise müstehaktı.
Sağcılar tahrik olursa makûl, solcular hak ararsa sakil idi.
Bu ülkeyi başka ülkeden gelmiş satraplar gibi idare etmeyi savunmak ve taş üstünde taş koymamayı vatan sevgisi haline getirmek ise sağcılığa özgü millî ve hissi bir akıl idi.
Yapılacak en doğru şey “gayrı millî” olan her şeyi “eşek cennetine nakil” idi.
Bu ülkede yaşayan sağcı çoğunluk için ülkemiz zorla kaçırıp ırzına geçtiğimiz komşu kızı olmuştu, bu kız artık bizim namusumuzdu.
Bu ülkenin solcu azınlığı ise babamızın anamızı kaçırması bizim sorumluluğumuz dışında olduğu için, babamızın “erkek adam” olmasının bizim namusumuzla hiçbir ilgisi yoktu.
III.
Yukarıdaki iki maddeyi “yerli” oluş sorununa öncelikle siyasal bağlamdan bakmak için yazdım. Çünkü “yerli” olmayı biri siyasal bağlamdan, öbürü tarihsel-kültürel bağlamdan açıklanması mümkün olan iki ideolojik döngüye dayandırıyoruz. Bundan sonraki iki maddede ise bu ayrımı tanımlamaya çalışacağım.
IV.
Siyasal bakımdan “yerliliğin” tanımı, egemen ideolojik paradigmanın baskısıyla oluşan ve ‘başkalarını’ bu açıdan yorumlayan bir mantığa dayanır. Öyleyse ulusların tarihinin uluslarla birlikte yazılan subjektif bir tarih olduğu yorumuna katılmak gerekir. Hal böyle olunca ulusların bir kimlik sorunu yoktur; ulus-devlet varsa, ulusal kimlik de vardır. Çünkü ulus bir siyasal kavramdır. Böylece her ulusal devlet kendi “ötekilerini” yaratır, bu da daha çok dinsel simgelerin düşmanlarından seçilir.
Her ulusal dava aynı zamanda dinsel bir davadır.
Yunan Bağımsızlık Savaşı Atina Patrikhanesi’nin Fener’den ayrılmasına bağlı olarak güçlenmişti; Türkiye’nin ulusal bir devlet olması ise Balkanlar’dan mübadele yoluyla gelen Müslüman ahaliye dayanmıştı. Şimdi ise Sırplar düzeysiz bir ırkçılığı Otosefal Sırp Ortodoks Kilisesi davası olarak Müslümanlara ve Katoliklere karşı yürütüyorlardı.
V.
Tarihsel ve kültürel bakımdan yerlilik denince geçmişten günümüze değişerek gelen kültür katmanlarının bugünkü ideolojik tanımlarını anlıyoruz. Ülkemiz açısından düşünüldüğünde bu tanımların etnosantrik olanlarının egemen ideolojiden geldiği, plüralist yaklaşımların ise sol düşünceden kaynaklandığı söylenmelidir. Her ne kadar ümmet esasına dayalı bir söylem çevresinde yürüse de İslâmî paradigmanın asıl referans kaynağının ‘millet’ olduğuna şüphe yoktur.
Sol, yerliliğin tanımı konusunda uluslarüstü bakış edinmek ve ulusal çıkar kavramıyla bağdaşmayan bir konum seçmekle yerliliğin kültürel tanımında kendi ruhuna uygun bir duruş seçmiştir. Bu açıdan bakıldığında solculuğa yönelen ‘kökü dışarıdalık’ suçlaması vulger ve paranoyak bir şüphecilikten güç alır.
VI.
Türkiye sağında bayağılığın övgüsü anlamında popülarizm ve hemşehricilik dayanışması vardır. Gelenek ve görenekleri ideolojik olarak şişirir, ancak rant ekonomisine dayanan iktisadî eylemlerin geleneksel olanı tuz buz ettiğini görmez.
Türkiye sağı tarihle olan ilişkisini hayali bir yanılsama üzerine kurmuş olan, belleksiz, pragmatik bir ideolojiye sahiptir. Çevre sorunları, kültür ve tarih konusunda yöresel bencilliği aşmamış bir insan kütlesinden gücünü alır.
VII.
Yerlilik ve yöresellik aynı şeylerdir; yerli olan tarihsel bakımdan etkileşime ve kozmopolitizme açıklığı, yöresel olan ise kapalılığı işaret eder.
Yerlilik ve yerleşiklik arasında bir mantık bağı vardır; uygarlık yaratma becerisini içerir. İbn-i Haldun’un ‘medeni’ (kentli) dediği şeydir. Yöresel olan ise kabile çıkarlarını esas alan talancılıkla eş anlamlıdır.
Yöresel olanın simgesi dindir. Bu nedenle dinsel referanslar içinde algılamadığı her şeyi düşman ilân eder.
Yerli olan antropolojik bir bileşke olduğu için iktisadî eylemlerin karmaşıklığından doğar ve din referansına dayanmaz. Yerli olanın yaşadığı coğrafyayla ilişkisi doğa sevgisinin ötesindedir; kenti ve mimariyi kendi benlik imgesinin kurucu öğesi yapar. Yöresel olan ise olsa olsa yalnızca dağları ve ırmakları sever.
VIII.
Solun din ve ırk konusundaki yöreselliği reddedip kozmopolit bir karakter taşıması, ülke çıkarı yerine insanlık çıkarı kavramına öncelik vermesi, vatan sevgisini tarih ve coğrafya ile kurulan bir kültürel algıya indirgemesi milliyetçilik için affedilmez bir suç gibi görünür.
Oysa milliyetçilik ulusal bir sevgiden çok devlet aygıtının sevgisini yüceltir. Dolayısıyla solun vatan düşmanlığı konusunda edilen her türlü söz boştur; sağın vatanı talan etmedeki iştahı ise vatan sevgisi konusundaki hamasi ününü gölgelemiştir. Ermeniler ve Rumlar’dan kaldığı için “bize ait olmayan” her türlü tarihsel eseri dozerlerle ortadan kaldıranların siyasî sicilinde milliyetçilik vardır. Türkiye sağı yöresel bir hemşehricilik fikrine dayandığı için başkalarına ait şeyleri yıkarken içi sızlamaz.
Öte yandan, solun “ülkeyi sevmediği ve yabancı bir fikrin uşağı olduğu” saplantısına solcu marjinallerin katkısı unutulmamalıdır. “Mücadele edilen düşman bu ülkenin egemenleri olduğuna göre”, bu ülkedeki tüm servet ve gelir kaynaklarına vurulacak her darbeyi egemenleri zayıflatacak bir savaş gibi algılamak, maalesef sol adına işlenen suçlar arasındadır. Bunlar trafik ışıklarına veya kamusal alandaki çiçeklere zarar vermek düzeyinde olduğu zaman bile, sınıfsal bir düşmanlığın değil de, lümpen bir kimliksizliğin işaretiydi, ama yine de “solun ülkeyi götürmek istediği yer” imgesi bakımından anlamlı “kozlar” olarak işlev taşıdılar..
IX.
İyi ama kârdan başka bir amaç gütmeyen, çoğu kez insanlık ve kamu zararına eylemlerle boy gösteren büyük sanayi komplekslerinin sahipleri, Bergama siyanürcüleri, kıyı yağmacıları, tarih soyguncuları, orman katilleri, ırmakları foseptik çukuruna çeviren arıtma tesisi düşmanları ne kadar “yerli”dir? Çünkü bir kere bunların çoğu yabancılarla ortak girişim halindedirler, öte yandan üzerinde yaşadıkları toprağın geleceğiyle ilgisi olmayan işgâlci güçler gibi davranmaktadırlar. Kendi ülkesinin değerlerini yurtdışına kaçıran “koleksiyoncu”lar, tarihsel mirasın ürünü olan kentleri yerle bir eden ve bu yıkıntıların üzerine imar izni çıkartan yetkililer herkesin gözü önünde bir lale soğanını tekmelemedikleri için mi vatansever görünmektedirler?
‘Ülkeyi Yahudiler ele geçirdi’ propagandasıyla yola çıkıp, bisküvilerin üstüne ‘domuz yağı içermez’ yazmayı akıl eden ve ticareti ilk kez apaçık bir dinsel rant sömürüsü haline getiren görgüsüz taşra esnafının ticari ortakları kimlerdir?
X.
Oysa sol, kökü dışarıda ideolojiyle beslenmekle suçlanıp kodeslere tıkılırken, kalkınmacı bir dil düzeni kurup köy romantizmi yapmakla meşgul olmaktan başka ne suç işlemişti? Sol, Kemalizmin sadık taraftarı, ulusal kurtuluşun simgesi, ‘milli iktisadın’ bayraktarı olmamış mıydı?
Nazım Hikmet “İzmirli Teğmen”e seslenirken, böyle bir ulusal davayı dillendirmiyor muydu? Ünlü “vatan haini” şiirinde, yazın kocaman puntolarla diye haykırıp “kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekiler vatansa ben bunun hainliğini yapıyorum” derken ne kadar “kökü dışarıda” bir insan sayılabilirdi?
XI.
Sosyalistlerin Marx düşüncesinden etkilenmelerini ‘bir Yahudi’nin peşinden gitmek’ sayıp, lâubali bir demagojiyle ‘kökü dışarıda fikir’ suçlaması yapmak Türk-İslâm sentezcilerinin asli “fikir temellerinden biri” oldu.
Sol için ulusalcılık kabul edilebilir bir şey değildir. Bunun fikir babası olarak bir Yahudiyi referans kaynağı olarak kabul etmenin yalnızca ulusalcılar için tedirgin edici bir yanı olabilir. Ben bir Türk olmakla daha değerli olduğumu düşünürsem, başkalarının gözünde daha az değerli bulunma fikrini de kabullenmiş olurum. Böylece Yahudi Marx’ın falanca Türk’ten daha değerli veya daha değersiz olduğunu söyleyerek siyaset yaptığını sananların neyin üzerinden siyaset yaptıkları apaçık belli olur.
“Yahudi Marx”ın peşinden gidenlerin ulusalcı siyaset mantığına karşı gösterdikleri tepkinin ne anlama geldiği Kautsky’ye karşı gösterdikleri refleksten anlaşılır: Ulusal burjuvazinin çıkarları yerine tüm insanlığın çıkarları için savaşı reddet.
Durum böyle olunca vatana ihanet suçlaması kapıdadır.
XII.
O halde ‘yerlilik’ başka insanlarla savaşmayı peşinen kabul etmek midir? Bu ülkenin sağcıları “savaşkan” oldukları için yerli kabul edilebilirler mi?
Bu ülkeyi dağlara çadır kurarak ele geçirdiğini sanan, kendilerini Vahşi Batı’nın Kızılderilileri türünden yerli sayan kendini bilmezler köksüz bir vandalizm övgüsüyle zihinleri tutsak etti. “Milletimiz” hayali bir kudret ve yıkıcılık timsali olarak göçebe vahşeti içinde resmedildi.
“Türklerin göçebe oldukları için yerleşik yaşamın mantığına alışamadıkları” tezinin sağlı sollu kabulü reddedilmelidir. Çünkü mantıksal çelişki çok açık: Göçebe Türkler dünyanın en köklü mutfaklarından birini nasıl yaratabilmişlerdir? Göçebe insanlar dünyanın en karmaşık mimarlık eserlerine nasıl sahip çıkmış ve mirasçısı olabilmişlerdir?
Bu ülkenin sağcıları ile ‘ulusal solcu’ları, atalarının bu ülkeye ait olduğunu kabul etmeyerek saldırganlığın ideolojisini meşrulaştırmaktan başka bir şey yapıyorlar mı?
XIII.
Yerellik ve ulusallık ayrı şeylerdir. Yerellik antropolojik, ulusallık ise ideolojik kavramlardır.
XIV.
M. Cevdet Anday bir yazısına ‘Türklerin Anayurdu Anadolu’dur’ başlığını seçerken, yerelliğimizi bu vecizeyle özetlemişti. Türklerin anayurdunun Orta Asya olduğu görüşü bu noktadan bakıldığında ‘yerli’ oluşumuzla bağdaşmaz; dahası, bu görüş Anadolu’daki mimariyi, müziği, dini, dili ve iktisadı Orta Asya’dan getirdiğimiz anakronizminden başka bir şey değildir.
Akrabalarımıza Türk adını verdiğimiz halde onların kendilerine Azerî, Kazak, Türkmen veya Tatar dediğini görmezden gelmek Türkiye sağcılığına özgü bir körlüktür. Bu durum, bir Brezilyalının “Tropikal Portekizli” sayılmasından başka bir şeye benzemez. Bir Brezilyalı ne kadar Portekizli ise, bir Türk de o kadar Kazak’tır.
Tersinden bakın; Atinalılar laf arasında Selaniklileri Bulgar diye aşağılıyor. İtalya’da Milanolular yoksul ve güneyli Napoli’yi yüksek Lombardiya kültürünün dışında sayıyorlar; biz yoksul “hanzoları” Kürt diye dışlıyoruz ama iş ‘başka’ olunca ne Bulgarlık, ne Kürtlük kalıyor.
Bunlar neden oluyor, çünkü Makedonya’nın başkenti Selanik’tir; tarih işin içine giriyor. Çünkü Napoli Krallığı uzun süre şimdiki zengin Kuzey’in canına okumuştur. İyi ama neden bunlar oluyor, tarihte Kürtler merkezi iktidara karşı Türk boylarından daha fazla direnmemişlerdir.
Hem ben bu ülkeyi geldim fethettim de; hem de hadi beğenmiyorsan terket bakalım diye diklen.
Türkiye sağcılığı korsanlığın ve talanın meşruiyetini savunanların ideolojisi değilse neyin ideolojisidir?
XV.
“Ulusal sosyalizm” veya “bize özgü sosyalizm” gibi adlandırmalar, Stalinizmin etkisiyle oluşmuş olan ve enternasyonalizmden umudunu kesmiş olanların bağlandığı siyasal programlara işaret eder. Aybar gibi Stalin düşmanları bile bu çizgideydi. ’60’lara özgü ‘kalkınmacı’ retorik de, Çin Devrimi’nin etkisi altında hareket eden “Milli Demokratik Devrim”ciler de bu çizgide buluştu.
Kürt radikalleri rahatlıkla “Türkten sosyalist olmaz” diyebildiler.
Stalin “sosyalist anavatanın savunulması” ile Rusya’nın savunulmasını kasdetti ve “ulusal marş” olarak Enternasyonal’in yerine Rus Milli Marşı’nı koydu.
Kapitalizmin dev kalelerinde sosyalizm yeşermeyince toplumların eşitlik idealinin henüz hiçbir demokratik zihniyetin oluşmadığı köylü toplumlarında boy atması, sosyalizmi demir pençeyle yönetilen ulusal diktatörlükler skalasına kaydırdı. Rusya, Yugoslavya, Kamboçya, Moğolistan, Kazakistan, Azerbaycan, Macaristan, Bulgaristan veya Türkmenistan gibi eskiden “sosyalist”, ama şimdi ulusalcı ülkeler için dış konjonktür dışında değişen şey nedir? Sosyalizmde yerellik Sırp faşizminden başka ne getirmiştir?
Sosyalizm bir dünya fikridir, onun herhangi bir etnik kimliğe veya ulusa bağlılığı düşünülemez. O halde siyasal bakımdan yerelliğin tanımında başta yaptığım vurgulamaya geri dönüyorum: Siyasal bakımdan yerelliğin tanımı hep “başkalarına” göre kurgulanan ideolojik dışlaştırmalar gerektirir. Özünde şiddet bulunan, paranoyak ve çıkarcı bir ilişkiler düzeni üzerine kurulur.
Sol, siyasal bakımdan yerelliği reddeder. Kökü dışarıdadır.
XVI.
Ne var ki, solun, kültürel ve tarihsel bakımdan bir toplum tanımı yapmak gerektiğinde kendi kökünün “dışarıda” olduğunu reddetmesi haklı görünmektedir.
Kökü dışarıda olanlar bu ülkeyi silah zoruyla aldıklarını söyleyip şenlik yapanlardır. Solcular için ‘kökü dışarıda’ olmanın bir sakıncası yoktur; ‘kökü dışarıda’ olmayı bir suçlama olarak değil, saptama olarak yazıyorum. Eh, etnik kökenimizin dışarıdan geldiğinde birleştiğimize göre şimdi sormak gerekir: Biz neyiz, nereliyiz?
“Ortadoğuluyuz” deyince Basra merkezli bir kültüre ait olduğumuz iddiasını dile getirmiş oluruz ki, buna ülkemizdeki Kürtler dışında hiçbir kültürel öbeği dahil etmemiz mümkün değildir.
“Orta Asyalı” olduğumuz sadece tarihsel bağlar söz konusu olduğunda kabul edilebilir bir gerçektir; ancak onun ötesinde artık konuştuğumuz dilin ortak sözcükleri dışında Orta Asyalı akrabalarımızla bin yıldır kader birliği etmemiş olduğumuz unutulmamalıdır. Ne müzik, ne mimari ve ne de siyasal yapı bakımından hiçbir benzerliğimiz kalmamış olanlarla aynı yerden sayılmamız söz konusu olamaz.
“Balkanlı” olduğumuz İstanbul merkez alındığında doğru, Antep ve Mersin’de yanlıştır. Akdenizliliğimiz Hatay ve Trabzon’da suya düşer.
“Avrupalı” olmak ise günümüzde yalnızca ortak tarihsel geçmişi paylaşmaya göre değil, ortak siyasal kültüre uymaya göre de şekillendiği için ‘Avrupalı’ olmanın yalnızca iddia düzeyinde bir anlamı vardır. Türkiye’nin Asya kültüründen çok Avrupa kültürünün bir parçası olduğu bir gerçektir; ancak “güneşin doğduğu yer” anlamında Türkiye bir “Anatolia” uygarlığıdır. Türkiye’nin güneşi bu yarımadada doğmuştur.
XVII.
Kimliğimiz nedir diye sormayı gereksiz bulduğumu belirtmiştim; çünkü ulusal devlet ulusal kimliktir.
Ulusal kimliğimi kabul ediyorum; bu bir ideolojik terkiptir, ancak ulusal çıkar kavramına şüpheyle yaklaşıyorum. Çünkü burada hiç tanımadığım halkları ve insanları yalnızca başka etnisiteye ve dine ait oldukları için aşağılama tehlikesi yaşamam muhtemeldir.
Öte yandan memleketim ve vatanım dediğim coğrafyanın kültürel ve tarihî kimliğini savunduğumu, kendimi ona ait hissettiğimi açıkça belirtiyorum. Doğulu muyuz, Batılı mı; Avrupalı mıyız, Asyalı mı türünden tartışmaların konjonktürel ‘dertlerle’ boğuşmaktan kaynaklandığı bellidir. Anadolu kültürüne Avrupalı olduğu için yüksek bir değer biçme isteğini etnik bir aşağılık duygusu olarak görmek gerekir; öte yandan Anadolu kültürünü Asyalı olduğu için aşağılamak da madalyonun öteki yüzüdür.
Dikkat edilirse kendi kültürel kimliğini başka unsurlara dayanarak açıklamak etnosantrizmin temel çelişkisidir.
Avrupa, Akdeniz, İslâm veya Orta Asya nasıl şu üzerinde yaşadığımız coğrafyanın tek referansı olabilir? Bunu kültürel tarihimize bakınca tam olarak kavrarız; tüm kültürler gibi Anadolu kültürü de pek çok referansın kaynaşıp yeni bir bütünde tek referans haline geldiği karmaşık bir gövdedir.
İslâm dahil Anadolu’nun kültürel iklimi yüzyılların birikimi sonucu kendine özgü bir sentez olarak biriciktir. Mimari olarak Selçuklular ve Osmanlılar yalnızca bu coğrafyada gördüğümüz şeyleri bize miras bıraktılar; hem de bunu Klasik Roma’dan beri gelen kimi mimari unsurları derinleştirerek yaptılar. Anadolu coğrafyasında işgâlcilerin yalnızca yıkım izleri vardır; atalarımıza yapılacak en büyük haksızlık onların bu ülkeyi zaptedip ganimet paylaştıklarını savunmaktır. Dinlediğimiz müzikte, yediğimiz yemekte, müminlerin yaptığı ibadette, insanların boş inançlarında ve konuştuğu dilde yüzyıllar boyu süren bir etkileşimin izlerini görüyoruz. Anadolu insan yüzlerinin çeşitliliğiyle bile bu tarihi insanın yüzüne çarpar.