“Yerlilik” kavramına müracaat, “millilik” kavramının günün birinde artık ihtiyaca cevap veremediğini fark etmiş olmanın eseridir. “Millî”, literatürde üç aşağı, beş yukarı tarif edilmiş, kapsamı üzerinde mutabakat tesis edilmiş bir kavram. Türkiye’nin 20. yüzyılında “millî” kavram çekirdeği üzerine kurulmuş yapıların, bir tespitten ziyade temenni olduğunu fark etmek şaşırtıcı; bu yapılara, “millî” kavramının asla kaldıramayacağı ölçüde yük tahmil edilmiş bulunuyor. “Millî” kavram kökü üstüne kurduğumuz yapıların, kavramın milletlerarası literatürdeki karşılığından çok değişik anlamlar ifade etmeye başlamasıyla bir kavram değişikliği -en azından teklif sadedinde- kaçınılmaz hale geldi.
”MİLLİYETÇİLİK”İN NE İDÜĞÜ HAKKINDA
Türk milliyetçiliği, Türklerin siyasî hayatında hiçbir zaman “nationalism” manasına tekabül etmedi. Zira pratik zaruretler yüzünden bizim “millet” adını verdiğimiz mevhum topluluk, Batı tarihindeki sosyo-politik ve iktisadî vetirelerden geçmiş değildi. Milliyetçilik, sosyolojik manada “millet” vakıasının teşekkülünden sonra ortaya çıkması beklenen tabiî bir merhaledir. Bizim anlam dünyamızda millet, “de facto” bir vakıadan ziyade temenni idi. Türk milliyetçiliği de aynı temenni üzerine bina edilmiş bir başka temenni idi ve el’an öyledir.
Bizde Türk milliyetçiliği fikrini kuvveden fiile çıkaran ve siyasî literatüre yerleştiren hadise, milliyetçilik fikrine cepheden taarruzu emreden bir başka vehimdir. İşçi sınıfı olmayan bir toplumda işçi sınıfının fikriyatını yapmak, Batı tarihindeki karşılığı ile “nation” haline gelmemiş bir topluluğa “internationalism” dayatmak, olmayan burjuvaziye mukabil burjuvazinin sosyal taleplerini mevhum kitlelere benimsetmeye kalkışmak kadar abesti.
Milliyetçilik fikriyatını, belki henüz teşekkül halinde iken vaktinden evvel doğuma zorlayan bir başka sebep pozitivist fikriyatın bir devlet felsefesi olarak kabulü oldu. Pozitivizmin, ilerleme esasına dayanan şabloncu tarih inancıyla kendisini içtimai ebe veya sosyal laborant gibi hisseden iktidar seçkinlerinin elinde jakoben bir hoyratlığa dönüşmesi mukadderdi. Toplumun uzviyeti bu hoyrat müdahaleyi tabiî insiyakiyle sezdi ve adını hâlâ doğru dürüst koyamadığımız bir refleksle cevap vermeye çalıştı. İşte bu sebepledir ki zaruret eseriyle Türk milliyetçiliği adını verdiğimiz fikir bir nevi reflekstir. Uzviyete dairdir ve uzviyetin mahiyeti bilinmeden bu refleksi doğru okumak mümkün değildir. Türk milliyetçiliği tabirini isabetsiz buluyor olmam, bizim uzviyetimizle Batı tarihinden ve literatüründen muktebes “millet/nation” kavramlarının birebir örtüşmemesinden ileri geliyor.
“YERLİLİK”İN NE İDÜĞÜ HAKKINDA
“Yerlilik”, uzviyetin kendisiyle barışık bulunduğu hallerde fark edilir bir hususiyet değil ve bu yüzden hiçbir sosyal zümrenin ve sınıfın taleplerini dile getirmek endişesini taşımıyor. Her refleks gibi korunma ihtiyacından doğmuştur. Coğrafya, din, etnisite, dil, kültür gibi kavramların biri veya ikisi tarafından izah edilemez; bunların tamamıyla beraber “tarihî uzun zaman” içinde bir arada yaşamak inceliğini de yerliliği tarif eden unsurlardan biri kabul etmek gerekiyor. Coğrafyanın, üzerinde yaşayan beşeri doku ile ahenginden meydana gelmiş bir haslet ve bu haliyle Batı tarihinin ortaya çıkardığı “nation” vakıasından çok farklı, daha geniş ve çok daha tabiî bir bütünlük ifade ediyor.
Türkiye’de “yerlilik” refleksinin zuhûru, onun kendini tarif ve taleplerini dile getirme ihtiyacından değil, ona yönelen başkalaştırma tehdidi ile ortaya çıktı. Cumhuriyetin kurucuları, “Türk milliyetçiliği” fikrine tamamen taraftar olmakla birlikte cumhuriyet coğrafyası üzerinde yaşayan topluluğun “yerli” hususiyetlerinden hoşnut görünmüyorlardı. Yönetici kadrodan bünyeye yönelen “başkalaştırma” tehdidi ile tabiî bünye ilk defa kendini sürdüren unsurları tarif etmeye, anlamaya veya telaffuz etmeye gayret gösterdi. Yöneticiler, yönetme hakkını ele geçirdikleri uzviyetin birtakım değerlerine antipati duyuyorlardı ve kendilerine “içtimai tabib” rolünü layık görmüşlerdi. Samimiyetle Türk milliyetçiliğini savundukları halde yerlilik değerlerini inkılâp makasıyla budamakta kendilerini zihnen haklı görmeleri, iki kavram arasındaki farkı anlamadıklarını gösteriyor. Diğer taraftan, “tarihî bir arıza” teşkil ettikleri gerekçesiyle ameliyat masasına yatırılan uzviyetin kaçınamadığı çelişki, “millî bir devlet ve bu modele yarayışlı bir toplum=millet” inşâ etmek amacındaki yöneticilerin argümanlarıyla kendini tarif etmeye kalkışmak oldu. Böylece yönetenlerle yönetilenler aynı kavramlara müracaat ederek birbirlerine muhalif pozisyonlarda yer aldılar. Türk milliyetçiliği esprisine dayalı millî bir devlet kurmak ve “devlet-i aliyye”den müdevver “amorf” kitleyi “millet/nation” haline getirmek tasavvurunda olan yönetici ve amir sınıf, kavramı kullanırken bilinçliydi; başkalaşmaya zorlanan kitlenin aynı kavramları esneterek ve muhtevasını kendi ihtiyaçlarına göre doldurarak telaffuz etmesiyle etkisi günümüze kadar uzanan bir kavram anarşisi doğmuş oldu.
Bugüne kadar yaygın biçimde kullanıldığı haliyle milliyetçilikle yerlilik elbette büyük oranda örtüşüyor, ama her halükârda yerlilik, milliyetçilikten daha geniş bir kapsama sahip olsa gerektir. Milliyetçiliğin “millî” hudutlar içinde aynı duyuş, algılayış ve davranış biçimini yaygınlaştırmak yolundaki tezi, son tahlilde “içe kapanık”, “domestic” ve millî devletin egemenleri tarafından kontrol altında tutulabilir bir toplum inşâ etmeye yöneliktir. Oysa ki yerlilik, milliyetçiliğin aksine sabit eksenli tarif yerine “oynak payda”lı bir beraberlik şuurunu ön plana çıkararak milliyetçiliğin tarihinden daha hacimli ve derin bir “beraberlik şuuru”na yaslanıyor. Yerlilik kavrayışı, yerlilik kavramının anlamlı olduğu hudutlar içinde fonksiyonel olmaktan başka, farklı olmasına rağmen aynı “yerlilik anlayışı”na sahip diğer unsurlarla yeni bir “iltisak” veya temas alanları ortaya koyabiliyor. Bu bir teori değil, tarihî tecrübenin yüzünden okunan bir vakıa.
MİSAL VERMEK GEREKİRSE...
Kültürel ve hattâ psikolojik bir aidiyet atfedilse de “Türk olmak”, Türk milliyetçisi olmanın makbul vasıflarından biridir, ama yerlilik kavramı çerçevesinde düşünüldüğünde sadece “Türk olmak” anlamlı bir beraberlik için kâfi gelmeyebilir. Bu durumda bir başka “oynak payda” devreye girerek toplumsal beraberliği anlamlı ve sürekli kılacaktır. Mesela Türk ile Kürt arasındaki etnisite farklılığı, “etnik payda”da bir beraberlik sebebi teşkil edemediğinde “aynı inancı, geleneği ve tarih içinde yanyana yaşama tecrübesini paylaşmak” paydası aktivite kazanmaktadır ve bu payda tarihî tecrübe itibariyle etnisite farklılığına sahip iki topluluğu, onca kavga ve nizaya rağmen beraber yaşamak konusundaki kararlılığını bozamamaktadır. Iraklı Türkmen ile Gagavuz, Hıristiyan Türk topluluğu arasındaki paydada “inanç” faktörü anlamsız kalınca bu defa “dil” paydası ile temas temin edilebiliyor. Bosnalı Müslümanla, Mısırlı Müslüman İslâm hukuku çerçevesinde “kardeş”tir, ama Bosnalıların Türkiye’de yaşayan Müslümanlarla ortak paydasını teşkil eden “tarihî zaman birlikte yaşama veya siyasî ideallerde beraberlik” paydası, “kardeş”liğe nispetle fiilen daha birincil bir aidiyet hissi ortaya çıkarabilmektedir. Nitekim “mübadele”de Yunanistan’a “göçürülen” Karamanlı Rumlarla sıhriyetimiz, din hattâ dil gibi paydaların eksikliğine rağmen pekâlâ müşterek kültür ve gündelik hayatı anlamlandıran folklorik geleneklerdir. Özetle “din, folklorik gelenekler, dil, soy birliği, siyasî ideallerde ortaklık, aynı tarihi vetireyi birlikte yaşamış olmanın hatırası, coğrafya, kültür” gibi unsurlar, tek başına, topluca veya birkaç unsurla birlikte oynak paydalar teşkil ederek en azından pek geniş bir sempatik beraberlik ligi meydana getiriyor. Bu kapsamda İstanbul’dan Tel Aviv’e göç etmiş bir Seferadim Yahudisi, Malatya’lı bir Kürt, Tuzlalı bir Boşnak, Mardinli Arap, Tebrizli Azerî, Kosovalı Arnavut, Hacıbektaşlı Alevî, Karamanlı veya Galatalı Rum, Artvinli Gürcü, Filibeli Pomak, Kayserili Avşar, Sulukuleli Roman, aslen Sivaslı iken bugün Los Angeles veya Marsilya’da yaşayan Ermeni ve daha nicesi oynak paydalar aracılığı ile yanyana durdukları halde aynı yere bakmak konusunda şaşırtıcı bir -birlik değil ama- beraberlik* şuuruna sahip olduklarını fark edebiliyorlar. Dinden etnisiteye, dilden, kültüre, siyasî birlik enerjisinden coğrafyaya sirayet edebilen bu beraberlik şuuru, benim fikrime göre yerliliğin kapsam alanı ile tamamen örtüşmektedir.
Yerlilik, bu durumda öncelikle kişinin ait olduğu uzviyetle tanışık ve barışık olmasını gerektiriyor; Yugoslav göçmeni Arnavutla, Kafkasya’da yaşayan bir Çeçen’i, bir veya birkaç “oynak payda”da buluşturan yerlilik “hassa”sı mümkündür ki, aynı ailenin iki ferdi arasında, söz konusu algı kusurundan ötürü pekâlâ tezahür etmeyebilir. Oynak payda altında saydığımız veya ihmal ettiğimiz herhangi bir faktöre karşı saygısızlık veya anlayışsızlık hiç şüphesiz yerlilik şuurunu zedeler ve beraberlik zeminini ortadan kaldırır. Ait olunan toplumun temel değerlerine ve paydalarına karşı saygı ve anlayış “yerli” olmanın ilk lazımesi sayılmalıdır. Bu durumda “dünya görüşü” veya “siyasî içtihat” ayrılıklarının, yerlilik kapsamında ne anlam ifade ettiği üzerinde durmak gerekiyor.
Hiç şüphesiz “dünya görüşü” veya “siyasî içtihat”, kişinin varlık sebebi ve bu sebebi yorumlayışıyla doğrudan ilgili konulardır ve “yerli” olmak, bu gibi varlığı doğrudan ilgilendiren temel meselelerde önceden tarif ve tahdid edilmiş, “fix” formüllere tâbi bulunmakla ilgili değildir. “Yerli”, o kimsedir ki, varlığını izah edebildiği zemini tam bir hürriyetle tahkik ve tercih eder ama bu esnada ait olduğu uzviyeti tarif eden temel kriterlere en azından saygılı bir mesafede bulunur; katılmasa bile anlar, tenkit etse bile onun varlık ve kendini ifade hakkına saygılı davranır, yanlışlığına kail bulunsa bile tahkir etmez. Bu, “tenkit”le “saldırı” arasındaki “katılmama hakkı” ile “tahkir” arasındaki sınırdır ve insanî bir vasıf olması bakımından ezeli bir davranış biçimi, evrensel bir nezaket kaidesidir. Bu irtifada “yerli” değerleri -benimsemek şart değil elbette- hazmetmiş ve anlamış bir kişinin, kendisini “evrensel” hissetmeye hakkı vardır ve esasen bütün beşeriyetin varlığı ve eserleriyle öğündüğü şahsiyetlerde bu vasıflar, bütün kemaliyle kendini göstermektedir.
YERLİLİK “SAĞ İNHİSAR”A TERK EDİLİNCE...
Türkiye’de “sağcı”ların “solcu”lardan daha ziyade “yerli” niteliklere yakın durması, tabiî ve fıtrî bir pozisyon, -mevzilenme- icabı olsa gerektir. Bu cümlenin evrensel bir geçerlik taşımadığını, ancak Türkiye’nin zihni hudutları içinde bir tartışma konusu teşkil edebildiğini kabul ediyorum. Çünkü Türkiye’de “sağ-sol”, “ileri-geri”, “tutucu-öncü” gibi beylik tasniflerin, hakikate yaklaşmayı kolaylaştırmaktan ziyade kireçlenmiş zihin konforunu korumaya yaradığı, meselenin ne idüğünü samimiyete merak eden herkesin malûmudur. Bu çerçevede “sağcı-solcu” tabirini evrensel bir zihni pozisyondan ziyade, sadece Türkiye’ye mahsus bir tasnif garabetini imâ manasında kullanmak zorunda kaldığımı itirafa mecburum.
“Sağ”ın yerli değerlere fıtri yakınlığı “mabedin bekçisi olmak” alışkanlığından ileri geliyor; ezeli değerlerin yanında yer almak, büyük ölçüde yeni problem alanlarına duyulan ürküntünün yarattığı tabiî bir reflekstir. Geleneğin sürekliliğinde sıhhat bulunduğu kaziyyesi, söz konusu refleksin en alışılmış müdafaa ve izah biçimidir. “Sürdürülebilir gelenek” anlayışı bu manada evrensel bir tasarruf yaygınlığına sahip görünüyor; kitleler genellikle “yarın”ın stabil, anlaşılır ve kavranabilir olmasını tercih ederler ve son tahlilde tercihlerini “bilinmezliğin vaadettiği problemler” yerine “alışılagelmişin garantisi”nden yana kullanırlar. İşte bu noktada “gelenek”i anlamak, bilmek ve onu tasarruf edebilmek, kişinin ait bulunduğu uzviyetle beraberliğinin ilk şartı haline gelir; sıradan birisi için neredeyse gayrı iradi sayabileceğimiz bu meziyet, geleneği -farzımuhal- gülünç, fersude veya “geri” bulan bir entellektüel için vazife haline gelir. Keza “din”, dünyanın her yerinde kitlelerin dünya görüşlerini büyük nispette şekillendiren, ontolojik suallere hazır cevaplar sunan bir kavramlar ve anlamlar dizisidir; ait olduğu uzviyetin “din”ini, dinden türetilmiş değer yargılarını, alışkanlıklarını, davranış kalıplarını müstekreh, kendine yabancı ve anlaşılmaz bulan birisi, o uzviyete (veya topluma) hitap etme kabiliyetini tahdit etmiş, tenkit hakkını karikatürize etmiş ve lisanını ebkem hale getirmiş demektir.
Türkiye’de sol, ait olduğu uzviyeti (veya toplumu) değiştirme, eleştirme veya onun durumunu iyileştirme kabiliyetini işte bu gerekçelerle son derece düşük kapasite ile kullanabilir duruma gelmiş görünüyor. Toplumun dinini, daha işin başında sınıf şuurunun teşekkülüne mani bir zihin hastalığı gibi görmek, bugün Türkiye’de sol siyaset potansiyelini -en sulandırılmış haliyle bile- yekûn % 30 çizgisine mıhlamıştır. Öte yandan Türkiye’de popüler sol hareketin 1960-70 döneminde pek netameli bir tercihle CHP’nin dümen suyuna girmesi, CHP tarzı inkılâpçılık avadanlıklarını benimsemesi, zaman zaman “cuntacılık” kestirmelerini kolay çözüm zannederek halkı, halk için ama halka rağmen kurtarmaya kalkışması, en insaflı değerlendirmeyle onu tarihin kenarına düşmüş, zihnen geri ama sevgili bir kitle gibi görmesi hiç şüphesiz “evrensel sol” mantıkla kabil-i te’lif pozisyonlar sayılmaz. Türkiye’de toplumun dilini, yabancı ve düşman bir dilin egemenliğin altına girdiğini farz ederek değiştirme gayretlerine omuz vermek, toplum için yeni bir tarih inşâ etme emellerini kendi gayesi ile uygun bulmak, dinin siyasetten ayrı tutulması projesinde bilerek veya bilmeyerek “din aleyhtarı” görüntüsü vermek hiç şüphesiz “Türk sol”u için kaçınılmaz derecede doğru ve isabetli stratejiler değildi. “Türk solu”, toplumu sefil, geri ve aciz görerek sert üslûplu bir değişim programına tâbi tutan CHP tarzı inkılâpçığın dümen suyunda akmak yerine “yerli” bir pozisyon tercih ederek, sosyalizmin Türkiye’de daha geniş, sahih ve insani bir zemin tutmasını sağlayabilirdi. Tarihin akışını hızlandırmak yolundaki o çocuksu acelecilik yüzünden Türkiye’de sol, günübirlik siyaset izlemekten kurtulamadı; bu aculluğun Türkiye’de sol harekete kazandırdığı şey, ancak etnik ve mezhebi taassubu uyarmak suretiyle kazanabildiği (sayı itibariyle) düşük seviyede, kararsız ve sahih olmayan bir halk desteğinden ibaret kaldı. Bu zaaflar yüzünden Türkiye’de sol hareket ana kitlenin şüpheyle bakarak uzak durduğu bir güvenilmezlik çemberine tecrit edilmiş bulunuyor; işte bu yüzden Türkiye’de sol hareket, sosyalist teoriye anlamlı katkı yapabilmek imkânını kendi eliyle kaybetti ve neticede “ait” olduğu bünye nazarında marjinalleşti. “Halkla bütünleşmek” ihtiyacı hissedildiğinde ise Türkiye’de solun elinden gelen tek şey bağlama-çarık romantizmi, köylülerin bile benimsemediği bir köy gerçekçiliği edebiyatı ve Anadolu merkezli tarihimizde daima istisna olarak kaldığı fark edilemeyen bir “halkın isyan geleneği” oldu. Özellikle solun “devlet”e karşı silahlı cephe kurmak yolundaki “acul” ve “naiv” tavrı, onların aslında ait olduğu bünyenin omurgasını fark etmekten ne kadar uzak olduğunu gösteriyordu. Devlete sadakati, devletin varlığını ve güçlülüğünü şahsi namusundan bir parça telakki eden bir topluluk uğruna, çok zayıf ve ciddiyetsiz gerekçelerle devletin idame ettirdiği “asayiş”i, yani eski tabirle “nizam-ı alem”i tehdit eden sol maceracılık, bugünlerde devletle toplum arasında gittikçe gerilen münasebetlere rağmen, o meşhur “isyan geleneği”nin niçin ayağa kalkmadığını tahlil gücünden mahrûmdur.
Türkiye’de sol, bidayetinden beri “yerli” bir mevzi tutabilseydi, sol siyasetlerle Türk halkının geleceğini etkileme gücüne daha ciddi oranlarda sahip olmaktan başka Türkiye’de “sağ”ın kalitesini, siyasetin kalitesini, fikir hayatının kalitesini ve son tahlilde temel haklar şuurunun kalitesini de yükseltebilirdi. Yanlış zamanda devlet politikalarını arkalamak, yanlış zamanlarda devlete silah çekmek, mikro milliyetçilik cereyanlarını omuzlamak, mezhep ayrılıklarında istifade ederek zemin tutmaya çalışmak aslında hep başlangıçtan beri “yerli” bir bakış açısına sahip olamamanın sürdürdüğü zaaflardı. Bence Türkiye’de sol hareket bu gerekçelerle dünya solunun gerisinde kaldı ve Türkiye’de vaadettiği potansiyelin çok altında barınmaya mahkûm oldu.
Türkiye’de sağ, iradi olarak değil, refleksle “yerli” mevzilerde kaldı; esasen hep oradaydı. Türkiye’de sağ, varlık sebebini “sol”da buldu; muhatap kaldığı solun akıl almaz zaafları yüzünden -siyaseten haketmediği halde- siyasî bir çoğunluk zeminine sahip oldu; bu çoğunluğu siyasî performansı ve başarılarıyla değil, sadece “sola karşı olmak” gibi basit bir pozisyonla sağlayabildi; “yerli” idi ama bu onu vasıfsız olmaktan kurtaramadı. Türk toplumu, aslında varlığını ve devamını sahih bir sebebe istinat ettiremeyen bu iki abes tercih karşısında sıkışıp kaldı; insiyakiyle “sağ”ı tercih etti ama buhrandan kurtulamadı. Yine de Türk sağının siyasî hayatta soldan daha yaygın ve geniş bir taban desteği bulabilmesi, “yerlilik” lisanını konuşmaya soldan daha ehil olmasından ileri geliyor. Ne var ki Türkiye’de yerlilik lisanının sadece “sağ”ın telaffuzuna terk edilmesi, enerji ve zaman kaybına yol açtı.
Bugünkü bunalım tablosu, bir başka bakış açısıyla böyle de okunabilir.
HÜLASETEN...
“Yerlilik” bana göre tabiatı icabı “sağ” bir pozisyon olarak algılanmamalıdır; Türkiye’de sol hareket bu hataya düşmekle hem kendine, hem topluma, hem de dolaylı olarak “Türk sağı”na zarar vermiştir. Bugün devletle toplum arasında mevcudiyeti müşahede edilen vahim gerilim daha az enerji ve zaman kaybıyla geçiştirebilecek iken “yerli” değerlerin “sağ”a terk edilmesiyle krizin maliyeti yükseltilmiştir.
“Yerlilik” şuuruna sahip “Türk solu”, en azından hem “yerli”, hem “sol” olunabileceğini göstermesiyle Türkiye’nin zihni zenginlik ve tecrübesine çok değerli katkılarda bulunabilirdi. “Yerli” değerleri ısrarla ıskalaması, bugün bizatihi “sol”u tartışılabilir duruma getirmiş bulunuyor.
(*) Siyasetin gündelik lisanında “birlik ve beraberlik” terkibinin hep bir arada kullanılması, çok önemli bir vakıayı gözden nihan ediyor: birlik ve beraberlik birbirinden mahiyet itibariyle farklı kavramlar; millî devletler içte “birlik” inşâ etmek maksadına yönelmişti. Halbuki “beraberlik”, birliğe göre daha kolay erişilen, mutabakata açık ve çok daha sürdürülebilir bir mana kapsıyor; akrabalık ve hısımlık arasında buna benzer bir ilişki vardır; akrabalık kan bağıyla, hısımlık ise medeni münasebetle tesis olunur. Tarihin kaydettiği en uzun ömürlü siyasî organizasyonlar, birlikten ziyade “beraberlik” fikrini esas almıştır.