28 Şubat Süreci Sona mı Eriyor? Yoksa…

28 Şubat’tan beri Türkiye’de siyaset, söylemek istemediklerini söylemeye, yapmak istemediklerini yapmaya, üstlenmeyi düşünmedikleri rolleri oynamaya mecbur kalmışlar gibi davranan siyasal partiler üzerinden yürüyor bir bakıma.

Partiler, önceleri hafif zorlandılarsa da zamanla bu durumlarına alıştılar gerçi, ama gerek sözleri, gerekse tavırlarında bu iğretilik her geçen gün ve her olayda biraz daha sırıtır hale geldi. Tıpkı üzerine zorla giydirilmiş bir elbiseyle kişiliği uyuşmayan birinin, üstelik kendine bol gelen o elbise içinde gün geçtikçe daha da küçülmesi gibi.

Örneğin “28 Şubat süreci”nin zoruyla “demokrasi mücahidi” kılığına bürünmek, bu rolün dilini konuşmaya mecbur kalan RP (FP) ve DYP’nin her söz ve tavrında hissettiğimiz o rahatsızlık ve inandırıcılıktan yoksunluk, hiç hazır olmadığı, istemediği bir role alelacele bir ezberle çıkmış oyuncuları hatırlatmıyor mu? Ve üstelik bu oyuncular, o zoraki rollerinin repliklerini söylerken, yüz ifadeleriyle hattâ araya sıkıştırdıkları cümlelerle aslında o rolü değil, öbürünü oynamak istediklerini de gösterme telaşındaysalar.

28 Şubat’ın “devletin tercihi parti” rolüne ittiği ANAP sanki memnun mu hayatından? Ya da aynı ANAP “yolsuzlukların, devlet içindeki çetelerin ve -Ülkücü- mafyaların kökünü kazıyacak” parti kostümüyle sahneye fırlamışken, o bol kostümünün eteklerine ayakları dolanıp düştüğünde şaşırıp üzülmek yerine, onun o rolün adamı olmadığını zaten bilmiyor muyduk?

28 Şubat’ın açtığı sahnede kendisine eskiden ezbere bildiği “laiklik şampiyonluğu” rolünün düşeceğini hiç değilse hayal edebilecek olan CHP’nin durumu da garip. Ama rolü bir partiye, hele CHP’ye oynattırmayacağını, o rolü sahne gerisinden efektlerle kendisinin kendi bildiği gibi oynayacağını bildiren “sahne sahibi”nin yüz vermemesi karşısında, dekor gibi hem zorunlu, hem de rolsüz bir konuma düşen CHP, belki istediği rollerden hiçbirini oynayamıyor ama, kaykılan bir dekorun, rol çalmaya hevesli bir figüranın dikkatimizi çekmesi gibi 28 Şubat sahnesinde varlığını duyurabiliyor.

İstemediği bir rolde oynuyormuş gibi görünmeyen tek parti DSP sanki. Hattâ arayıp da bulamadığı rolü nihayet üstlenmiş havasında olduğu bile söylenebilir. 1980 sonrasında Türkiye’nin partiler tarihinde ana ayrım olarak yaşanmış ne varsa hemen hepsini törpüleyerek zihninde uyumlulaştırmış bir kişilik olarak DSP’yi kuran Ecevit, en bariz özelliği kişiliğin -Ecevit karşısında- törpülenmesi olan bu partiyle 28 Şubat’tan beri siyaset sahnemizde tam bir nâzım rol oynamaktadır. Süleyman Demirel’in “başkası asla olmaz, yoksa...” dercesine hükümeti kurmakla görevlendirişi ile Ecevit bu rolünün doruğunda dolaşmaktadır şimdilerde. O rolü keyifle, sindire sindire oynadığını düşünmemek mümkün değil. Nasıl olmasın ki; hangi ülkede, hangi “sol” etiketli bir parti lideri, kendi partisinden büyük iki “sağ” partiye ya kendi başkanlığında bir hükümet ya da kendi partisinin azınlık hükümetine destek önerileriyle gidebilmiştir ki? Ya, şimdiye kadar nükte yaptığı duyulmamış olan Ecevit’in CHP’den “azınlık hükümetini birlikte kuralım” teklifi aldığında, “olmaz, 1980 öncesi sol-sağ cepheleşmesini yeniden yaratmış oluruz” cevabını vermesine ne buyrulur? ANAP ile DYP biraraya geldiğinde, ANAP-RP koalisyonu müzakere edildiğinde Refahyol kurulduğunda bir sağ cephe kurulmuş, sağ-sol cepheleşme tehlikesi doğmamış oluyor da, CHP ile DSP bir sağ destekli hükümet kurabilseler, o tehlike nasıl doğabiliyor gibi sorularla boşuna uğraşmak gerekmez; çünkü sadece Ecevit’in cevabı değil komik olan, sürecin, ortamın, siyasal partilerin tümünün bulunduğu durumun kendisi grotesk bir komedi değil mi sanki?

Ama gülmek de aklımıza gelmiyor. Çünkü kurum olarak Türkiye’deki partilere parlamento açısından baktığınızda, durum “acıklı”dan da öte. Hepsi de 28 Şubat’la kendilerine biçilen rollerden gayri memnun, ama kendilerini o rollere savuran sahne gerisindeki güce bu memnuniyetsizliklerini sadece hissettirebilen, onun kaş göz işaretleriyle -gereğinde Demirel’in aracılığıyla- bildirdiklerini gönülsüzce yapan, yapar gibi gözüken bütün bu partiler, hepimizin bildiği bu “sahne sırrı”nı ifşa etmemek için o bildik kabak tadındaki “hükümet pazarlıkları” oyununu oynarmış gibi yapıyorlar. Sahne gerisinden “FP’ye rol yok, o dekor gibi duracak” komutu geldiğinden, seyirciler o komutu duymamış, öyle bir komut yokmuş gibi oynamanın arızalı diliyle konuşuluyor. FP de dahil buna. Şüphesiz o, komutun sahibine ikide bir temennalar sunarak yapıyor bunu. Böyle yaparak, bu denli saygılı bir bendeye yasak konulmuş olamaz, olmamalı diyen bir kuşkunun çoğalmasını bekliyor herhalde sabırla. Aritmetik olarak mümkün FP’li bir koalisyonu değil, “en geniş tabanlı bir hükümet” demesi bundan.

Gerçi RP’nin bu talebi, onun ürkek bir manevrası olarak yorumlanıyor, ama DYP’nin aynı talebi yinelemesi, epeyce tavizkâr bir ANAP-DYP koalisyonunu reddetmesi ise çok daha cesur bir tavır olarak algılanıyor. Kuşkusuz DYP’nin 28 Şubat’taki “kader arkadaşı” FP ile aynı talep zemininde duruşu, bir vefa örneği sergilemekten değil, ürkekliği artık tescil edilmiş o “kader arkadaşı”nın ürkek seçmenlerini, “icazetli”liği yeniden koparmış bir DYP’nin şemsiyesi altına çekebilme hesabından dolayı. DYP’nin orta boy bir parti olarak tutunabilmesi hemen tamamen bu hesabın tutmasına bağlı. Aslında hesabın tutabilmesi için “geniş tabanlı hükümet”in kurulmaması gerek. Çünkü onun kurulması FP’ye de icazet verildiğinin işareti demektir. Ürkek FP’li seçmenin yerinde kalması anlamına gelir bu. O nedenle hem “geniş tabanlı hükümet”te ısrarlı olmalı DYP, hem de o “geniş tabanlı”nın niçin istenmediği, istenmeyişi ile demokrasinin nasıl bağdaştırılacağı konusunda fazla yüksek sesli ve aleni konuşmamalıdır. Çünkü DYP bunu ya tam bir anti-laik diskurla yapmaya soyunabilir -ki FP bile düşünmemektedir bunu- ya da Türkiye’deki militarizmin teşhiri ve kayıtsız bir demokrasi savunuculuğu ile. DYP’nin bunların her ikisini de ne yapı ve kadrosu ne zihniyeti ile asla yapamayacağı malûmdur. Ama FP’nin “dışlanması” olgusu her iki yola da kapı açtığına göre DYP, hem “yapısal” nedenlerle hem de askıya alınmış icazetini yeniden askılı kılmamak için, o sayılan yolları sırf imâ ile geçiştiren bir diğer yol, söylem tutturmalıdır.

ANAP-DSP-DTP koalisyonunun yolsuzluk nedeniyle çökertildiği iddiasına sarılmak bundan dolayıdır. FP’nin de işine gelmektedir bu. Her iki partinin ANAP başkanını ve partili bir bakanı yolsuzluk iddiasıyla Yüce Divan’a sevketme kararını Meclis komisyonlarından çıkarmaları, aslında “FP’nin dışlanması” üzerine kurulu “gündem”i değiştirme girişimi olarak okunmalıdır. “Hükümet arayışları”nı, hükümetin düşürülme nedeni zeminine çekerek, burada buluşacak FP, DYP ve CHP’den oluşma bir çoğunluğu, “sahne gerisi”ndeki gücün komutları ile pazarlığa oturtabilme hesabı olarak da görülebilir bu.

“Gündem”i yolsuzluklar, çeteler, rüşvet skandalları eşliğinde, 28 Şubat’ın koyduğu -FP’yi geriletme eksenli- gündemi geri plana atacak biçimde değiştirme girişimi, ordu tarafından da onaylanabilir gözükmektedir. Ağustos sonlarında başlayan, başlatılan çeteler operasyonunun ordunun “bizzat” teşvikiyle yürürlüğe konulduğunun her vesileyle ve önemle hatırlatıldığı unutulmamalıdır. Şüphesiz “devlette temizlik” diye kutsanan bu operasyonun “laikliğin pekiştirilmesi”ne matuf “28 Şubat” gündemini ikinci plana itmesi bizzat ordunun onayıdır diye kesin bir yargı ileri sürülemez. Ama, Ağustos ayında “28 Şubat gündemi”ne “devletin temizlenmesi” gündeminin de eklendiği söylenecek olursa, ordu bu eklemeye bizzat izin ve destek verirken “FP tehlikesi”nin arzu edilen seviyeye indirgenmekte olduğunu da dikkate almış olmalıdır denilmelidir.

Ordu, “‘devletin temizlenmesi’ne nasıl bir ‘proje’ içinde yaklaşabilir” sorusunu bir yana bırakıp, yukarıdaki varsayımları sırf “FP tehlikesi indirgenmiştir” teşhisi üzerinden okursak; buradan ordunun “28 Şubat parantezi”ni kapatmaya başladığı, dolayısıyla FP dahil, tüm siyasî partilerin katılacağı “normal” zeminin yeniden işlerlik kazanmakta olduğu hükmüne varılabilir. Böylece partilerin hemen hepsinin, ordunun dikte ettiği laiklik söylemine içlerine sindiremeyen, ama ona tavır almaktan da fazlasıyla ürken bir dilin çeşitli ağızlarıyla, yarı gönüllü yarı sürüklenmiş bir rol dağılımı içinde konuşmak, davranmak zorunda kaldıkları bir dönem de kapanıyor olacaktır.

Ama eğer yeni “normal” dönem, “yolsuzluk, mafyalaşma, çeteler” konusu üstüne kurulu bir gündemle başlayacak, partiler arasındaki kapışmalar bu zeminde cereyan edecekse, böyle bir gündemde her partinin sahiplenmek için çırpınacağı “yolsuzlukla, çetelerle en tutarlı ve kararlı savaşacak” parti kostümü, tümüne de pek bol gelmeyecek, üzerinden sarkmayacak mı? “28 Şubat gündemi”nin dilini kullanırken kafaları, yürekleri ve ağızları ayrı tellerden çalan ve hemen tümü de asıl söylemek istediklerini ya bilemeyen ya da ancak geveleyerek söyleyebilen partiler şimdi yolsuzluk-çete karşıtı edebiyat yapacaklarsa daha mı az sürçecektir dilleri, daha mı inandırıcı olabilecekler?

En iyisi burada keselim bu bahsi. Çünkü “bir ihtimal daha var”. O da ordunun 28 Şubat gündemi ile “devletin temizlenmesi” gündemini yanyana değil, içiçe ve peşpeşe tek bir gündem olarak tasarlamış olabileceği ihtimalidir.

Şu hal-i pür melalleri ile siyasal partilerimizin bu ihtimal karşısında durumlarının ne olabileceği fazla önem taşımıyor artık. Ama Türkiye toplumunun yurttaş sıfatını hak etmiş, hak etmek isteyen insanları için bu ihtimal, neredeyse bu kader anı anlamı taşımaya adaydır. Çünkü Ecevit’li formüller üzerinde ısrarın sertleşmesi ya da Çankaya’nın bile “ben sadece aracıyım” diyebileceği -belki seçimi bile ileriye atan- yeni bir dikte edilen hükümet modeli ordunun, bu dökülen partileri bir yana iterek bir “devleti ve düzeni yeniden tanzim”e girişme kararlılığı demektir.

Bir ihtimal, ama hepimizin demokrasi ve yurttaşlık adına inandığımız ve olmasını istediklerimizi sınavdan geçirmemizi gerektirecek kadar önemli.

Şüphesiz yeni yıla, Ocak ayına, bu ihtimal ve bu sınav önümüze konulmuş, dayatılmış olarak girmek ürkütücü.

Ama o ihtimal ve o sınavı daha ne kadar erteleyebiliriz ki?