Günümüzde küreselleşme olarak da tanımlanan, ulusal ekonomilerin gerilediği, finansal ve sınai alanların artan bir şekilde çok uluslu şirketlerce kontrol edildiği, küresel olarak yönlendirildiği ve uluslararası bir biçimde bütünleştirildiği[1] süreçte, özellikle 1980’li yıllarda, birçok şirket hem en dar anlamıyla medya sektöründe (gazete, dergi, radyo, televizyon), hem de eğlence ve kültür alanlarında (filmler, plaklar, kitap yayınları) kendilerini gösteren büyük gruplara dönüştüler. Sektördeki büyük işletmelerin çoğunluğunun ciroları ’80’li yıllarda son derece hızlı bir büyüme yaşamıştır. En yüksek büyüme ritmini ise 1983 ile 1989 yılları arasında cirosunu beş katına çıkaran (1.5 milyar Avustralya Doları’ndan 7.9 milyara) Rupert Murdoch tarafından idare edilen News Corp. grubu kaydetmiştir. Fransız Hachette grubu aynı dönemde cirosunu 3 katına (9, milyar FF’den 29 milyara) çıkarırken, Alman Bertelsmann grubu da kendininkini ikiye katlamıştır (6.2 milyar marktan 12.5 milyara). Amerikan şirketlerinin dışındaki birçok başka grup da bu süre içinde belirgin bir artış yaşadı. Bu özellikle de İtalyan Silvio Berlusconi’nin Fininvest’inde, İngiliz Maxwell, Pearson ve Granada’da görülmektedir. Bu sektördeki 13 büyük Amerikan şirketinden yalnızca altısı (Walt Disney, Dun&Bradsteed, Paramount, MCA, Gannett ve Tele-Communications) 1883-1989 arası cirolarını en az ikiye katladı.[2]
Demokrasi kuramcıları kamu medyasının bir kamusal alan olarak işlemesi gerektiği ideali ile tekelleşen özel mülkiyet gerçeği arasında temelde bir çelişki görmüşler ve medya sahiplerinin, demokrasinin yaşayabilmesi için gerekli olan enformasyon akışını ve açık tartışmayı kısıtlamak üzere mülkiyet haklarını kullanabileceklerinden korkmuşlardır. Bu kaygılar, son yıllarda iletişim sektöründe multimedya holdinglerinin ortaya çıkmasıyla pekişmiştir. Rupert Murdoch’un News International imparatorluğu iyi bilinen bir örnektir: Bu imparatorluk ABD, İngiltere ve Avustralya’da büyük gazeteler ve yayınevleri dışında, Amerika’nın dördüncü büyük televizyon şebekesi olan Fox’u ve İngiltere’nin doğrudan uydu yayıncılığı hizmeti veren British Sky Broadcasting kuruluşunun çoğunluk hisselerini elinde tutmaktadır. Benzer örnekler olarak CBS plakları ile Columbia Pictures’in sahibi olan Japonya’nın Sony’si ve büyük bir Alman gazete ve dergi zincirine olduğu kadar RCA plakları ile Doubleday kitaplarına da hâkim olan Almanya’nın Bertelsmann şirketi gösterilebilir.[3]
UNESCO’nun tüm ülkeler arasında 1987 yılında basın-yayım, televizyon, radyo ve sinema alanında en çok ciro yapan ilk 78 firmanın 48’inin ABD ve Japonya geri kalanların ise Batı Avrupa, Kanada ve Avustralya kökenli olmasına, dolayısıyla aralarında Güney ülkelerinin bulunmamasına[4] karşın, güneyde çok sayıda hükümetin, sivil toplumu ve kendi iletişim düzenlerine uygun formları bulmayı bir kenara bırakarak, vahşi kapitalizm koşulları içinde, pazar mekanizmaları yoluyla görsel işitsel sistemler ve uzaktan haberleşme araçlarının düzenlenmesi ilkesine teslim olmayı tercih ettikleri ve bazı Amerikalı ve Avrupalı rakiplerinden hiç de aşağı kalmayan biçimde, iletişim araçları ile ilgili kaynaklarının % 60’dan fazlasını tek başına elinde tutan yerel multimedya gruplarının ortaya çıktığı[5] gözlemlenmektedir. Bu bağlamda Türkiye’de de önemli bir yoğunlaşmanın olduğu görülmektedir: Doğan Grubu’nun sekiz gazete ile toplam satışlardaki payı yüzde 46.53, Sabah Grubu’nun dokuz gazete ile satış payı yüzde 36.2’dir. Uzan Grubu, Erol Aksoy, Doğan Grubu, Sabah Grubu ve İhlas Grubu’nun televizyon yayınları ile gazete ve dergilerde gerek ekonomik, gerekse de yayınların izlenme oranları ve tirajları açısından diğer küçük ve orta ölçekli şirketlerin çok önünde oldukları[6] gözlemlenmektedir. Bir başka ifade ile tekelleşme sadece Kuzey ülkelerinde söz konusu olan bir olgu değildir, Güney ülkelerinde de çarpıcı bir şekilde ortaya çıkmaktadır, dolayısıyla medya sektöründeki yoğunlaşmaların olumsuz sonuçları da gelişmiş ya da gelişmekte olan tüm ülkelerde görülebilecektir. Diğer yandan yayıncılık alanındaki tüm olumsuzlukları tekelleşmeye bağlamak da gerçekçi görünmemektedir. Tekellerin söz konusu olduğu bir ortamda, yayınlarda farklı fikirlere ya da çoğulculuğa saygı gösterilmeyeceği ve tekel konumundaki firmaların var olan çıkar ve ayrıcalıklarını koruma eğiliminde olacakları yaygın bir kanıdır. Ancak 1954 yılındaki kuruluşundan itibaren, kamu tekeli konumundaki bir kurum olan BBC, kamuoyundaki farklı düşüncelere karşı çok saygılı davrandı ve rekabetin geçerli olduğu Amerikan televizyonlarından çok daha tarafsız olduğu genel bir kabul gördü. Bir başka ifade ile ne rekabetin her şeyin çözümü, ne de tekelin tek düşman olduğu söylenebilir.[7]
İletişim holdinglerinin yükselişlerinin sonuçlarından birisi, şirketin gazetelerinin, kendi televizyon istasyonlarına bedava reklam olanağı verebilmesi ya da plak ve kitap bölümlerinin film bölümünün pazara sürdüğü yeni bir filmle bağlantılı ürünleri çıkartabilmesidir ki, bu olgu da dolaşımdaki kültürel malların çeşitliliğinin azalmasına neden olacaktır. Bir başka ifade ile basit nicel anlamda, dolaşımda daha fazla meta olmasına karşın, bunların aynı temel temaların değişkeleri olmaları gibi bir sonuç ortaya çıkabilecektir. Diğer yandan pazara yeni giren şirketler, yüksek maliyetli promosyon kampanyaları başlatan, reklamcılara indirimler öneren ve anahtar yaratıcı kişileri yüksek ücretlerle kendine çeken büyük şirketler tarafından piyasadan çıkartılabilecektir. Bu süreçlerde azınlıkları ilgilendiren bir dizi program üretme zorunluğu, kültürel çeşitliliği sağlamak amacıyla kamusal sübvansiyonlar gibi, başlıca kesintiler devlet müdahaleleriyle olmuşsa da, son dönemde liberalleştirme politikalarıyla (deregülasyon) birçok Avrupa ülkesinin yayın sistemleri gibi daha önce rekabete kapalı olan alanlar özel girişimcilere açılmıştır.[8]
Kamusal ile ticari televizyon sistemlerini olumlu ve olumsuz yönleriyle irdelemeden,[9] söz konusu süreç veri olarak ele alındığında, şirket sahiplerinin editoryal kararlara müdahale konusu, bir etik sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerçekte yayına hiç müdahale etmeyen bir yaklaşımı benimseyen ve uygulayan çok az patron vardır.[10] Gazete sahipleri her zaman ayrıntılarda farklılıklar olsa bile genel siyasalarını paylaşan, en azından kabul eden bir editörle anlaşarak kendi konumlarını sağlama almaya çalışırlar. Editörün görevi de bu genel siyasanın takip edilmesini temin etmektir. Uygulamada “editoryal bağımsızlık” genellikle patron tarafından belirlenen siyasi düzen veya temel meseleler hakkında stratejik kararlar alma konusuyla değil; günlük üslûp, içerik ve editorya bütçesi konularıyla sınırlıdır.[11]
ABD’de yapılan bir kamuoyu araştırmasında, bir sorunun dergi kapaklarında yer almasıyla kamuoyunun bu soruna önem vermesi arasında çok net bir ilişki belirlenmiştir: “ABD’nin karşı karşıya olduğu en önemli sorunlar nelerdir?” sorusuna yanıtların, medyanın bakış açısını çok net bir biçimde yansıttığı görülmüştür.[12] Günümüzde enformasyon o denli çoktur ki hangi haberin medyada yer alacağı bir seçme işlemini gerektirmektedir. Gazete editörleri, televizyon kanallarının haber müdürleri kitlenin ulaşabileceği materyelleri kontrol eden kişi ya da gruplardır.[13] Bu bağlamda şirket sahipleri ile editörler arasındaki ilişkiler çok önem kazanmaktadır.
Sanayileşmiş toplumlarda büyük insan yoğunluğunun, ileri derecede işbölümü ve farklılaşmanın, kişisel nitelikleriyle değil, uzmanlaşmış rolleriyle ilişkiye giren insanlar arasındaki parçalanmış ve fonksiyonel ilişkilerin söz konusu olduğu ve bunun sonucunda da bireyin kendi başına, kendi grubunun desteği olmadan, yol göstericilerden yoksun düşüncelerini oluşturmak zorunda kaldığı, dolayısıyla medyanın nesnesi durumuna geldiği[14] görülmektedir. Bir başka ifade ile insanların medya olmadan hiçbir şekilde bilgi edinemeyecekleri gerçeklerin öğrenilmesini sağlama işlevi olduğu ve medya aracılığı ile öğrendiğimiz tüm olaylar ve yapıların bize ikinci el bir gerçeklik oluşturduğu; bu olgunun gerçekliğin saptırılması durumlarında, düzeltilmediği oranda ciddi sonuçlar doğurabileceği, bu anlamda propaganda, nesnellik ya da olayın sunulma biçiminin (mizanpaj, fotoğraf, montaj) -bilinçli ya da bilinçsiz- gerçekliğin saptırılmasında belirgin bir işlev üstlenebileceği[15] söylenebilir.
İnsanlar medya aracılığı ile gönderilen mesajları seçiyorlar, seçtikleri mesajları yorumluyorlar ve okudukları, televizyon tartışmalarında izledikleri mesajlarla kendi inançlarını güçlendiriyorlar. Fakat hepsi bu değil. Medya çok gerçek bir çerçeve oluşturmakta ve insanlar oluşturulan bu çerçevenin dışını öğrenememektedir. Bu enformasyondan kaçmak zordur. Burada her yere ulaşabilen, kümülatif bir etki oluşturan bir olgu söz konusudur.[16] Günümüzde herkesin radyo, televizyon ve yeni elektronik iletişim ortamları ile dolaşımdaki en yeni bilgiye anında ulaşma olanağına sahip olduğu için dünyanın elektronik bir köy haline geldiği söylenmesine karşın asıl sorunun bilgi ve haberin kalitesi olduğu belirtilmelidir. Dünyanın ve insanların karşı karşıya bulunduğu temel sorunlarla ilgili bilgi ve haberin yayılması ve tartışılması, demokratik hassasiyetin ve demokratik eylemlerin gelişmesi için zorunludur. Dünya nüfusunun beşte biri fiziksel yardıma muhtaç bir durumda olduğu sürece, dünyadaki maddi kaynakların üretim, dağıtım, tüketim, mülkiyet ve denetimiyle ilgili sorular siyasal gündemin ilgi merkezi olmayı sürdürecektir. Bilgilenme ve haberleşmeyle ilgili bütün sorunların kalite konusunda odaklandığı söylenebilir. Dünyanın içinde bulunduğu sorunları düşünerek herhangi bir Amerikan televizyon kanalına ya da İngiliz boyalı basınından ortalama bir örneğe baktığımızda (ya da Türkiye’deki boyalı basına ve özel televizyon yayınlarının büyük bölümüne), yapılanların sadece ayıp değil, suç da olduğunu görürüz.[17]
Dünyada ve Türkiye’de medya sektöründeki gelişmeler ve medyanın toplum üzerindeki etkileri konusuna bu kısa bakıştan sonra, Türkiye’de haber programlarının ve diğer televizyon programlarındaki ileri derecedeki düzeysizlik, medya sahipleri ile siyasetçiler arasında karşılıklı çıkar ilişkileri, birçok medya çalışanın “iş takipçisi” olduğu yolundaki yoğun iddialar, Güneydoğu’daki çatışmalara medyanın yaklaşımı dikkate alındığında “medyada etik” konusunun özellikle üzerinde durulması, tartışılması gereken bir konu olduğu açıktır.[18]
[1] Jorge Larraine, “İdeoloji ve Kültürel Kimlik”, çev. Neşe N. Domaniç, İstanbul, 1995, Sarmal Yayınevi.
[2] Robert Pilon, “Gruplar ve Stratejileri”, Medya Dünyası, der. Jean-Marie Charon, çev. Oya Tatlıpınar, İstanbul, 1992, İletişim, s.216-217.
[3] P. Golding, G. Murdock, “Kültür, İletişim ve Ekonomi Politik”, çev. Dilek B. Kejanlıoğlu, Medya, Kültür, Siyaset, der. Süleyman İrvan, Ankara, 1997, Ark Yayınları, s.62, 63.
[4] Annabelle Srebemy-Mohammadi, “The Global and the Local in International Communications”, Mass Media and Society, ed. by James Curran, Micheal Gurvitch, London, 1992, Edward Arnold, s.125.
[5] Armand Mattelard, “İletişim ve İletişim Araçları: Tehlikeli Bir Konu”, Medya Dünyası, s.22.
[6] Neşe Kars, “Televizyonda Sermaye ve Haber”, Yeni Türkiye, Eylül-Ekim 1996, s.503.
[7] Francis Balle, Médias et Soclété, 2. B., Paris 1980, Montchrestien, s.173, 174.
[8] P. Golding, G. Murdock, “Kültür, İletişim ve Ekonomi Politik”, Medya, Kültür, Siyaset, s.63, 64.
[9] Kamu televizyonlarının belirli bir kültür politikası izleyebilme üstünlüklerine karşın, hükümetleri elinde tehlikeli bir araç olma endişesi söz konusudur. Özel televizyonlar ise daha objektif bir haber aktarımı sağlayabilirlerse de, geniş bir kesime ulaşabilme amacıyla demagojiye kayma eğilimini içlerinde barındırmaktadır (Francis Balle, Médias et Société, s.300).
[10] Bruce Hanlin, “Gazete Sahipleri, Editörler ve Gazeteciler”, Medya ve Gazetecilikte Etik Sorunlar, der. A. Belsey, R. Chadwick, çev. Nurçay Türkoğlu, İstanbul, 1988, Ayrıntı, s.57.
[11] A.g.m., s.66.
[12] Judith Lazar, Sociologie de la Communication de Masse, Paris, 1991, Armand Colin, s.151.
[13] Joseph R. Dominck, The Dynamics of Mass Communication, 2. B., New York, 1987, Random House, s.20.
[14] Jean Stoetzel, La Psychologie Sociale, Paris, 1963, Flammarion, s.261.
[15] Roland Cayrol, Les Médias, Paris, 1991, PUF, s.465.
[16] K. ve G. Lang aktaran Roland Cayrol, Les Médias, s.468.
[17] A. Belsey, R. Chadwick, “Medya’da Etik ve Siyaset Kalite Arayışı”, Medya ve Gazetecilikte Etik Sorunlar, s.15, 16.
[18] Bu bağlamda Medya ve Gazetecilikte Etik Sorunlar (çeviren Nurçay Türkoğlu, Ayrıntı Yayınları, 1988) isimli derleme kitap okunması ve irdelenmesi gerekli, duru bir dil ile Türkçeye çevrilmiş, felsefe, hukuk ve medya araştırmaları gibi çok çeşitli alanlardan yazarlara ait değişik bakış açıları sunan uygulamalı bir felsefe çalışması olarak karşımıza çıkmaktadır. Gazetecilerin haber ve bilgi sağlamak üzere maddi çıkar teklif etmesi, haberin para karşılığı elde edilmesi olarak tanımlanan çek defteri gazeteciliği konusu; gazetecilikte bilgi kaynaklarının gizli tutulması konusu; savaş dönemlerinde cesetlerin resimlerinin gösterilmesi, sevdiklerini yitirenlerin acılı ailelerine yaklaşılması konusu, düşman tarafından haberin aktarılıp aktarılamayacağı konusu, silahlı kuvvetlerin savaş bölgesinde koyduğu sınırlara uyup uymama sorunu ya da muhabirlerin kendi kendilerini sansür etmeleri konusu gibi günümüz Türkiye’sinde de son derece güncel olan etik sorunlar bu kitapta geniş bir biçimde irdelenmektedir. Konuyla ilgilenenlerin her zaman el altında bulundurmaları gereken bir çalışma.