Medya-Devlet ve Sermaye

Osmanlı ülkesinde basın toplumun kendi üretimi olarak belirmedi, kurum olarak Avrupa’dan ithal edildi. Üstelik ilk gazeteleri de yerliler değil, Fransız tüccarlar kendi ihtiyaçları için İzmir’de yayımladılar (1821). Basının işlevi ve ne tür kurallara uyması gerektiği konusunda Osmanlı yöneticilerinin hiçbir fikirleri yoktu. O kadar ki, İzmir’in Fransızca gazetelerinde çıkan haberler ve yorumlar karşısında İngiliz, Avusturya ve Rusya elçilerinin müdahaleye daveti karşısında Bâbıâli, doğrudan Fransız Elçiliği’ne başvurmaları önerisinde bulunmuştur.

Birincisi 1828’de çıkan Türkçe gazetelerin resmî nitelikli olması sebebiyle bunlarda da bir meslek endişesi bahis konusu değildi. Nitekim Takvimi Vekayi tanıtma bülteninde devlet vakanüvis’liğinin yeni bir şeklini üstlendiğini kaydetmiştir. 1840’ta yayıma giren ilk Türkçe özel gazete Ceridei Havadis de devletten malî yardım gördüğü ve yazarları tamamen devlet memurları olduğundan az farkla aynı anlayışı devam ettirmiştir. Mesleğe bir çerçeve oluşturma düşüncesi ilk kez 1857’de, devletin varlığına karşı bölücü, ayrılıkçı yayınları önleme amacının ürünü olarak belirdi. Matbaalar Nizamnamesi, basını değil daha çok kitap yayımını hedef alıyordu, zira gazetelerin neredeyse hepsi (Türkçe olmayanlar da) devletten malî yardım alıyorlardı. Bunu 1858’de Ceza Kanunu’na konan maddeler tamamladı: Osmanlı içindeki milletler aleyhindeki genel ahlâka aykırı konulardaki, kötüleme ve alay içeren yazılarla edepsizce resim basmak ve yayın yoluyla asılsız suçlamalarda bulunmak yasaklanıyordu. Bunu 1864 Matbuat Nizamnamesi tamamladı. Din ve mezhepler aleyhindeki yayınları da cezalandırmayı yukarıdakilere ekledi. Bu suçlara verilecek cezalar yayının toplattırılması, matbaanın kapatılması, para cezası ve üç aya kadar hapisti.

Mesleğin uyması arzulanan ilkelerin devlet tarafından belirlenmesi süreci, 1867’deki Kararname-i Âlî ile doruğuna ulaştı.

“Gazetenin görevi bütünleştirme ve ahlâkı islah olmaktan çıkıp ülke çıkarlarına aykırı olan ifrat ve tefrit yoluna girdi. Devlet hakkında bile dil uzatmalar görülüyor. Dışarıdan gelecek yermeleri def edecek yerde, düşmanlara fesat aleti olacak zararlı fikirler ve yalan haberler yayımlanıyor. Zihinlere korku salınıyor ve ahali içinde çatışmayı getirecek şeyler yazılıyor. Bunları engellemek için hükümet -yasalara başvurmadan- doğrudan doğruya yasaklama ve cezalandırmaya karar verebilir.”

Daha sonraları ‘görülen lüzum’ diye nitelenecek olan bu çerçeve 1909’a kadar gazetecilerin nelere uymaları gerektiğinin temelini oluşturdu. Açıkçası devletin varlığı ve bütünlüğü esasına dayanan ilkeler yine devlet tarafından belirlenmiş oldu. Buna Abdülhamit döneminde devlet memurları hakkında yayın yapılması ve mizahi yayınların da yasaklanması eklenince basının çalışabileceği alan iyice sınırlanmış oluyordu: Devletin siyaseti ve kararları tartışılmayacak, din ve milletlere dokunulmayacak. Sivil toplum kurumları esasen yok, ekonomik ve ticari konuları ele alacak yeterli bilgi yok... Bu durumda gazetecilerin ilgi çekme konusu olarak birbirlerine yönelik eleştirilerinin arttığı görülür. ‘Şahsiyat yapma’ adı verilen kişilerin yerilmesi uygulaması yaygınlaşır. Abdülhamit döneminde giderek kökleşen ön sansürün -yayından önce sansür- etkisi de eklenince alan büsbütün darlaşır. Sultanın kullanılmasını istemediği sözcüklere ait listeler gündeme gelir.

24 Temmuz 1908’de gazetelerin kendi girişimleriyle sansürü kaldırmaları ile birlikte meslek ilkelerinde ilk kez sınırsız bir uygulama dönemi yaşandı. Geçmişin sadece eleştirisi değil, aşağılanması kadar, günün yönetimlerinin ve her gazetenin rakiplerinin hırpalanması da başlıca meşgale halini aldı. Basın yoluyla tehdit ve korkutma da yaygınlaştı. Sadece siyaset değil, milletler ve dinler konularındaki tabular da yıkılmış oldu. Bu anarşik ortamı kontrol altına almak için 1909 yılında Meclis’ten çıkarılan Matbuat Kanunu’nda yine öncekilere benzer bir çerçeve oluşturuldu. Dine ve padişaha hakaret, basın yoluyla şantaj yapmak, menfaat sağlamak; ahlâk kurallarına uymayan yazı ve resim basmak, vatandaşı suç işlemeye kışkırtan yazı yazmak, asılsız haber oluşturup ve evraklarda değişiklik yapıp bunları birisine kötü niyetle isnat etmek, suç sayılıyordu.

Bu dönemde siyasî görüş ayrılıklarının açıkça belirtildiği, ancak bunların ideolojik olmaktan ziyade hizipleşme ağırlıklı oldukları dikkatlerden kaçmaz. Bu sebeple ‘şahsiyat’ çekişmeleri gazetelerin en rağbet ettikleri konular oldu. Hicvin en ağırlarına, en kabalarına İkinci Meşrutiyet’in ilk yıllarında rastlanır. Gazeteciler arasında karşıtlıklar, daha doğrusu düşmanlıklar o derecededir ki, gazetecilerin ilk defa giriştikleri Matbuat Cemiyeti kurma çabası da iki yıl uğraşıldıktan sonra sonuçsuz kalır. Hiçbiri, kendi hizip anlayışı dışında bütün meslektaşlarına uygulanabilecek bir meslek ilkeleri çerçevesinde buluşmayı tasarlayamıyordu.

Tamamen ‘alaylı’ gazetecilerin oluşturduğu basın dünyamıza bu dönemde ilk ‘mektepli’ (Gazetecilik eğitimi görmüş) olarak Ahmet Emin Yalman katıldı. Doktorasının Osmanlı basınının özellikleri konusunu işlemiş olması, mesleğin ilkeleri konusunda düşünmüş olduğunu zannettiriyorsa da -ki Amerikan geleneğine uygun olarak sınırsız özgürlüklerden yanadır- İttihat ve Terakki Fırkası’nın zorbalıkla iktidara geldiği bir ortamda, yeniden devletin varlığına endekslenmiş anlayışı tek başına değiştirmesi mümkün değildi. Nitekim Fırka, bir yandan bütün muhalifleri sürüp hapse yollar, hattâ öldürerek ortadan kaldırırken, bir yandan da 1917’de kendi anlayışını izleyecek ilk Osmanlı Matbuat Cemiyeti’ni kurdurdu. Mütareke döneminde İstanbul basını gibi Kemalist Anadolu basını da, bazı şahsiyat kampanyaları dışında, tamamen devletin yaşaması sorunu ile uğraşmaktan başka bir şey yapamadı.

Cumhuriyet dönemi, devrimlerin zorunlu kıldığı bir bilinçlendirme kampanyası çerçevesinde tek partinin, CHP’nin, yönlendirmesi altında ilk 22 yılını doldurdu. Tıpkı önceki dönemlerde olduğu gibi konuların ve özgürlüklerin sınırlanması sayısıyla gazeteciye yine şahsiyat dışında hareket alanı bırakılmamış oluyordu. Bu arada demokrasinin işlemesini ele alarak özgürlük isteyenlere rastlanmıştır. İlginç bir örneği Hüseyin Cahit Yalçın oluşturur. İstiklal Mahkemesi önünde “Bir gazeteci için düşündüğünü doğruca söylemek vatana karşı bir borçtur, gazetecilik ancak hakikate hizmet etmekle soyluluk kazanır” demiştir. Ancak savunduğu İttihatçılar gazeteci öldürür, sürer ve hapse atarken aynı tezi ileri sürmemiş olduğunu kimse unutmamıştır. Bu da meslek bilincinin hâlâ oluşmamış olduğunun, bireysel hak ve ilkeler arandığının kanıtıdır. Bu durumda çerçevenin yönetim tarafından belirlenmesi kaçınılmazdı. Nitekim 1930’da Basın Yasası’nı yumuşatma girişimi yapılırken yine de 50. maddesinde tıpkı Kararname-i Âlî’de olduğu gibi hükümete yargısız cezalandırma yetkisi tanınmasına devam edilmiştir.

1930’larda CHP’nin Altıok’u Anayasa’ya sokma ve bütün kurumları kendisine bağlama çabaları sırasında bir Basın Birliği kurma girişimi de gündeme geldi. Matbuat Umum Müdürlüğü’nün güdümü altında gazetecinin niteliği “doğruyu, ciddiyi kovalayan, heyecan verici haberden ve laubalilikten kaçının kişi” olarak saptandı. Umum Müdürlüğün yaptırttığı ve ilgililere de dağıttığı anket sonuçlarına göre halkın basından beklentileri şunlardı:

– Yazılar anlaşılır dilli olmalı – Uzun ve çok roman tefrikası olmasın – Halkın dertleriyle ilgili bir sütun bulundurulsun – TBMM görüşmeleri olabildiğince aynen verilsin – Yalan yanlış haber verilmesin – Roman ve sinema gibi özel konular için dergiler çıkarılsın – Tarihî tefrikalarda gerçeklerden sapılmasın – Dergi kapaklarına kadın resimleri yerine ulusal anıt resimleri konsun – Cinayet ve aile faciaları büyütülmesin – Açık seçik resimler kullanılmasın.

Bu çerçeveyi uygulattıracak Basın Birliği 1938’de yasa ile kuruldu. İktidarın sözcüsü Falih Rıfkı Atay, bununla her gazetecinin haklara sahip edilmesiyle meslekleşme yoluna girildiğini belirtiyordu. Ancak asıl tasarlanan, yönetime tam itaat eden bir kadro oluşturmaktı:

“Kendi kör çıkarından başka hiçbir nizam tanımayan kötü kişiler yüzünden gazetecinin halk arasında yayılan kötü ünü dağıtılmalı... Mesleğin böylelerinin elinde tehlikeli bir silah haline gelmesi önlenmeli... Gazete sahipleri ile yazarlar arasında karşılıklı görevler, haklar ve güvenlik oluşturacak bir denetleme ve düzen sistemi kurulmalı... Böylece ahlâklı gazeteci sağlanmalı...”

Basın Birliği’nin meslek içinde çıkacak haysiyet ve şerefle ilgili sorunları çözmeye yetkili olması, gereğinde mecburi üyesi olan gazetecileri meslekten men edebilmesi tabiî ki gücünü arttırıyordu. 1939-1945 arasında Dünya Savaşı sebebiyle bu kontrole Sıkıyönetim sansürünün de eklenmesi çerçevenin daha da daralmasına yol açtı. Buna karşılık, savaşanlar karşısında tarafsız kalma kararlılığının taktiği olarak değişik ideolojilerin (demokrasi, sosyalizm, nasyonal sosyalizm) sınırlı yansıtılmasına verilen izinle, 1946’dan itibaren başlayan çoğulcu dönem için ortam hazırlanmış oldu.

Gazetecilerin meslekleri üzerinde kendilerinin söz sahibi olmak yolunda isteklerinin ilk açık belirtisi, Basın Birliği’nin başındaki iktidar yanlısı grubu devirme girişimiyle 1946 başında görüldü. Demokrasiye geçiş açıklanmıştı. O günlerde bütün ülkede sayıları ancak birkaç yüz kişiyi bulan basın mensupları kendi listelerini kazandırdılar. Bu sırada kendi meslektaşlarını yalan yazmakla suçlayan Falih Rıfkı’nın “basın hakları arasına yalan yazma hakkını da katmak gerekiyor galiba” şeklinde yazısından dolayı Haysiyet Divanı’na verilmesi çok karmaşık bir durum yarattı. İktidarın sözcüsü Ulus’un başyazarı Birlik’ten çıkarılırsa sarı basın kartını da kaybedecek ve gazetecilik yapma hakkından yoksun kalacaktı. Hükümet tek maddelik bir yasa çıkarıp cemiyeti lağvetti. Bunun üzerine gazeteciler kendi örgütlerini, Gazeteciler Cemiyeti’ni kurdular. Hazırlanan tüzüğün gazetecinin meslek ilkeleri, eğitimi kadar güvencelerini de saptamayı amaçlar şekilde düzenlenmesi artık kendi ayakları üzerinde durma çağının başlatıldığını gösteriyordu. Cemiyet gazeteciyi tarafsız ya da belli bir görüşün yanlısı olarak değil, özerklik ilkesine bağlı olarak algılıyordu. Bir yandan da meslek eğitimi için girişimler sonucu İstanbul Üniversitesi çerçevesinde Gazetecilik Okulu gerçekleştirildi, mektepli gazeteci dönemi başlatılmış oldu.

Muhalefetteyken basın özgürlüğü yanlısı olan Demokrat Parti’nin iktidarda tam tersi bir tutum içine girmesi, önce Basın Yasası’nı liberalleştirirken, sonradan baskılarını ve kısıtlamalarını arttırması karşısında, 1950-60 arasında, gazetecilerin çok önemli bir özgürlük savaşı verdikleri görüldü. Kendi içinden de bu çabayı baltalayanlar çıkması, basın ilkeleri konusunda ortak bir anlayışa hâlâ varılmamış olduğunu kanıtlıyordu. Devlet, kâğıt tahsisini kontrolunda tutarak, toplam ilân gelirlerindeki oranı yüzde ellilere ulaşan resmî ilanları dağıtmada yandaşlarını kayırarak ‘naylon bir basın’ın oluşmasını teşvik etmekteydi. 27 Mayıs müdahalesi basın ilkelerinin yine devlet tarafından oluşturulması girişimlerini sona erdirdi. Basın İlan Kurumu kurularak resmî ilan aracılığıyla yapılan devlet baskısı bir ölçüde azaltıldı. 24 Temmuz 1960 günü yapılan bir törenle Basın Ahlâk Yasası’nın imzalanmasıyla da ilk kez gazeteciler kendi mesleklerinin ilkelerini ve çerçevesini kendileri belirlemiş oldular:

“1- Bir amme müessesesi olan gazetecilik mesleği, bu mesleğin dışında kalan özel veya ahlâka aykırı maksat ve menfaatlere alet edilemez ve amme menfaatlerine zarar verici bir şekilde kullanılamaz.

2- Yazı haber, fotoğraf vesair şekillerde yapılacak yayınlarda şu hususlara riayet edilir:

a) Ahlâka aykırı veya müstehcen yayında bulunulamaz.

b) Şahıs müessese ve zümreleri hedef tutan yazılarda galiz kelimeler kullanılmaz, şeref ve haysiyetlere karşı haksız yayın yapılamaz.

c) Amme menfaatini ilgilendirmeyen hallerde fertlerin hususi hayatları küçük düşündürücü şekilde teşhis edilemez.

d) Şahıslar, müesseseler veya zümreler aleyhinde iftira ve isnatta bulunulamaz.

e) Din istismar edilemez.

3- Haberlerde ve olayları yorumunda hakikatlerden, tahrif veya kısaltma yoluyla maksatlı olarak ayrılınamaz, doğruluk şüphe uyandırabilen ve tahkiki gazetecilik imkânları içinde bulunan haberler, tahkik edilmeden ve doğruluğuna emin olunmadan yazılamaz.

4- Gazetenin veya gazetecinin şahsi veya taraf tutan kanaatlerine haberlerin metninde yer verilmez.

5- Haber başlıklarında haberin ihtiva ettiği hususlar tahrif edilemez.

6- Amme menfaati mutlak lüzum göstermedikçe, ‘mahrem’ kaydı ile verilen malumat yayınlanamaz.

7) Gazeteci kaynaklarının mahremiyetini koruyacak ve kendisine verilen sırlara saygı gösterecektir.

8) Haber, yazı veya resim kaynaklarının, yayın tarihi için koydukları zaman kaybı ihlal edilemez.

9) İlan, reklam mahiyetindeki haber, resim veya yazıların, ilan veya reklam olduğu tereddüde yer bırakmayacak şekilde belirtilir.

10) Mevkutelerin verdikleri yanlış bilgilerden dolayı yollanacak haklı cevap veya tekzipler, cevap veya tekzibe sebep olan yazının tesirini tamamiyle giderecek şekilde en kısa zamanda yayınlanır.”

Bu ilkeleri uygulayacak gazetelerin kendilerince kurulan Basın Şeref Divanı da çalışmaya başladı. Böylece ilk kez basın mensupları kendi meslekleri üzerinde tam yetki sahibi olmuş oluyorlardı. Milli Birlik Komitesi’nce kabul edilen 143 sayılı Basın Yasası da tarihimizdeki en özgürlükçü koşulları basına sağlamış oluyordu. Ne var ki, Türkiye Gündelik Siyasi Gazete Sahipleri’nin katkılarından vazgeçip Gazeteciler Cemiyeti ile Sendika’yı meslek dayanışmasında yalnız bırakması Divan’ın işlemesine köstek oldu. Patronlarla çalışanlar arasındaki kopma bu andan itibaren başladı. Yine çalışanlar lehine çıkartılmış olan ve tazminat hakkını garantileyen 212 sayılı yasa sebebiyle de meslek içi zıtlık tırmanmıştı. Bu adımlar, sermaye ile gazeteciliğin bütünleşme sürecinin başlangıcı oldu. Doğal olarak meslek ilkeleri ve meslek ahlâkı açısından da yeni sorunlar gündeme gelmeye başladı. Bundan önce basın mesleğine giren sermaye sahipleri (Habib Edip Törehan Yeni İstanbul’la, Safa Kılıçlıoğlu Yeni Sabah ile, Semih Tanca ve arkadaşları Tercüman ile) genellikle yazı işlerinin çalışmasına doğrudan müdahale etmekten kaçınan ya da bunu çok tecrübeli genel yönetmenler (Sacit Öget, Şükrü Baban, Cihat Baban gibi) aracılığıyla yapmaya özen göstermişlerdir. Dolayısıyla meslek ilkelerini zedelemek değil, aksine pekiştiren bir tutum içinde olmuşlardı. Buna karşılık günümüzde ‘promosyon’ diye adlandırılan okuyucunun gazeteye ilgisini arttırma girişimlerinin kültürel düzeyden (ünlü yazarı transfer, yeni yazı dizileri ve romanlar sunma) çıkarcı düzeye (kupon toplama karşılığı ev, arsa hattâ para dağıtma) geçişinin ilk adımları da bu dönemde atıldı.

Basın Şeref Divanı’nın işlemez hale gelmesinden sonra Basının Özdenetimi için arayışlar kesilmedi. Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) tarafından kabul edilen ‘Gazetecilerin Basın Ahlâk Kuralları İlkeleri’ Gazeteciler Cemiyeti’nce 1972’de benimsendi.

“1-) Gazeteci ve gazete yazarları halka kesin ve doğru haber vermeye dikkat etmeye mecburdurlar. Bunlar haberlerin ayrıntılarıyla doğru olduğunu kontrol etmekle mükelleftirler. Esaslı bir noktanın isteyerek değiştirilmesi veya unutulması yasaktır.

2-) Gazetecilik halk yararına hizmet etmelidir. Halk yararı aleyhine şahsi bir çıkar aramak veya özel bir yarara üstünlük vermek gazetecilik mesleğiyle kabili telif değildir.

3-) Basın yoluyla namus ve haysiyet kırıcı yazılar yazmak veya iftira ve isnatlarda bulunmak, hakaret etmek, tediyeler kabul etmek ve sahibinin haberi olmadan aktarma yapmak, ağır mesleki suçlar teşkil eder.

4-) Halk lehine iyi niyet taşımak ve göstermek mesleki vazifelerin temelini teşkil eder. Neşri sırasında doğru olmadığı açık surette görülen yanlış haberlerin, onu neşredenler tarafından derhal hakikatin yayınlanması suretiyle tashihi mecburidir. Doğruluğu teyid edilmemiş bütün rivayet ve haberler bu kayıtla neşredilmelidir.

5-) Bir gazeteci ancak haysiyet vakarını, tarafsızlığını ispat edebileceği bir vazifeyi kabul etmelidir.

6-) Bir haber veya yorumun muharriri yazısının doğruluğunu garanti ettiğini belirtmedikçe onun mesuliyetini taşır.

7-) Herkesin namus ve itibarına hürmet etmek icabeder. Bir kimsenin şeref ve şöhretini zedeleyecek şekilde hususi hayatiyle ilgili haber ve yorumlar yapmak yasaktır. Yalnız memleket ve amme menfaatine yapılan bu çeşit neşriyat bu yasağın dışındadır. Bir kimsenin itibarını zedeleyecek böyle bir haber yayınlandığı taktirde bu neşriyatta bahis konusu olan kimsenin, yapılan meşriyata cevap vermesine müsaade edilmelidir.

8-) Yabancı bir memleketteki hadiselerin tasvir ve tahlilini ancak bu memleketler hakkında, bu hadiseleri ve yorumları sahih ve tarafsız bir yorum yapabilecek imkânı veren bilgilere sahip gazeteciler tarafından yapılmalıdır.

9-) Gazeteci bir haberi veya fotoğrafı almak için namuskarane usullere başvurmalıdır.

Bu dokuz ana kural, gazetecilik mesleğini yapacak olanların bunları taahhüt etmesi prensibi üzerine vazedilmiştir.”

Bir yandan da Meslek Odası türünde bir yapıyı önerenlerle böyle bir şeyin basının işlevsel ve yapısal özelliklerine aykırı olduğu tezini ileri sürenler arasında günümüzde de hâlâ devam eden bir tartışma hız kazandı. İkinci gruptakiler Atatürk’ün ‘Basın özgürlüğünden doğan sakıncaları önlemenin tek yolu yine basın özgürlüğüdür’ özdeyişinden hareketle Meslek Odası arayışının özgürlükleri kısıtlama anlamına geleceğini savundular. Bir meslek ahlâkı çerçevesinin her vatandaşın görüşlerini açıklama hakkını sınırlamaması gerektiği inancındalar. Bu teze dayanarak son aylarda Türkiye Gazeteciler Cemiyeti bir ‘Hak ve Ahlâk Bildirgesi’ ile ‘Gazetecinin doğru davranış kuralları’ hazırlama çalışmalarına girişti. Birinci grubun tezini ise Basın Konseyi savunmaktadır.

Basın mensupları çeyrek yüzyıldır bu tartışmalarını sürdürürken, ülkenin ekonomik altyapısının değişmesine koşut olarak basın da teknolojik ve siyasal ögelerin zorladığı bir yeni yapılanma dönemine girdi.

1- Renkli resim ve temiz baskı ihtiyacı ofset sistemine geçmeyi gerektirdi. Ayrıca taşrada baskı merkezleri kurulması da önemli yatırımlar gerekiyordu. Artık eskisi gibi üç gazetecinin aylıklarını koyup gazete çıkarması dönemi sona ermişti. Haber toplamak için gereken kadroların eskisinin 5-6 katına çıkmış olması da malî sorunları ön plana çıkardı.

2- Daima iktidarlara hoş görünmeye çalışarak devlet desteği sayesinde palazlanmış olan özel sermaye artık ülke kararlarında söz sahibi olma aşamasına erişmişti. 1979’da tarihimizde ilk kez gazetelere siyasî ilânlar vererek iktidarın değişmesinde etkili rol oynadılar. Yeni iktidar 24 Ocak 1980 kararlarıyla sistemin tamamen liberal ekonomi rayına oturtulmasını sağladı. Bu karara ek olarak, o zamana kadar herkesin gazete çıkarmasını kolaylaştıracak şekilde yayın malzemeleri üzerinde sağlanan devlet sübvansiyonları kaldırıldı, ancak büyük sermayesi bulunanlar bu alana girebilecek duruma getirildi.

3- Bütün dünyada olduğu gibi, görsel basının televizyonun iletişim ve eğlence aracı olarak ön plana çıkması, gazete satışlarını etkiledi ve maddi niteliği daha da güçlenen bir promosyon anlayışı egemen oldu.

Demokrasiye geçiş sürecinde eskinin kişisel şahsiyat kavgalarının yerini yavaş yavaş siyasi ama ilkesiz polemikler almıştı. Komünist, faşist, gerici, satılmış, uşak gibi damgalara dayanan bu kampanyaların yanısıra bir kısım basın da halkın ilgisini çekmek için ‘eğlendirici konular’ icadına girişti. Basın terminolojimizde ‘asparagas’ diye adlandırılan uydurma haberlere yer verme eğilimi yaygınlaştı. Masa başında düzenlenen bu haberlere inandırıcılık kazandırmak için muhabirlerden haber kaynaklarını zorlamaları istendi. Eve zorla girme, gazeteci kimliğini saklayarak çalışma, yalancı şahit kullanma, fotomontaj gibi uygulamalar arttı. Hattâ yasalara aykırı olarak henüz sadece sanık durumunda olan kişileri yargının kararından önce suçlu ilan etme (yargısız infaz) yöntemleri yoğunlaştı. Böylece, günümüzde sayıları bir düzineyi bulmuş olan iletişim fakülte ve okullarında öğretilen ‘basın ahlâkı ilkeleri’ ile tamamen ters düşen bir gazetecilik uygulaması egemen olmaya başladı.

12 Eylül’ün basını büyük sermayeye devredecek ortamı yaratma girişiminin bir parçası olarak toplumun depolitize edilmesinin ardından Turgut Özal’ın iktidara gelmesiyle devlet-basın ilişkilerinde yeni bir uygulama dönemi başladı. Eskiden örneğin kâğıt sübvansiyonu herkesin yayın yapmasını kolaylaştıracak bir nitelik taşırken, yeni sistem gazeteye değil, gazete-radyo-televizyon sahibi sermayedara hazineden bedava ya da çok ucuz arsa ve çok düşük faizle dolar kredileri sağlanması yöntemini getirdi. 1960-70’lerde haber ajansı gibi daha çok mesleki yan kuruluşlara doğru yayılma eğilimi gösteren, basın kurumları, 1980’lerden itibaren ticari nitelikli yapıların yan kuruluşları haline dönüştüler. Büyük holdingler, yatırım ve üretim şirketlerinin işlerinin yürümesine yardımcı olmak amacıyla kendi gazete-radyo-televizyonlarını kurmaya, kendi pazarlama, dağıtma ve reklam mekanizmalarını da tekeller şeklinde yürütmeye giriştiler. Gazete yönetim kadrolarının da meslek ilkelerine uymaktan çok, bu ticari çıkarlara hizmet verecek -hattâ Mehmet Barlas örneğinde olduğu gibi işin aracılığını üstlenecek- kimselerden seçilmesine dikkat edildi. Sendikasızlaştırma operasyonu da alt kademelerin kontrolda tutulması için işletildi.

Böylece, basın meslek ilkelerinin devlet tarafından devlet için saptanması aşamasından, çok kısa bir özdenetim devresi geçirip, büyük sermayenin kontrolüne girmesi sürecini yaşamaktayız. Enflasyonu sermaye arttırmanın aracı sayan bu kesim, enflasyondan zarar gören geniş kitlelerin yakınmalarına duyarsız kalıyorsa; bir yandan devletin ekonomiden elini çekmesi ve bireyin hizmetine girmesi kampanyalarını sürdürürken diğer yandan emekçinin güvenceleri gibi konularda sorumluluk yüklenmeye yanaşmayıp topu devlete atıyorsa; içlerinden bir kısmı da dini pastadan daha büyük parça koparmak için kullanıyorsa; toplumumuzdaki bunalımların suçlularını ararken öncelikle basını gösterenlerin hedef şaşırtma taktiğini dikkatlerden uzak tutmamalıyız. Özdenetimini başaramıyorsa da, özeleştirisini yapmakta basınımızın, birleşik kaplar sistemindeki diğer toplumsal kurumlar (siyasi partiler, parlamento, sivil toplum örgütleri vb.) hepsinden daha önde olduğu bir gerçektir. Diğerleri basının düzeyine gelebilse sorunlarımızın birçoğuna çözümler bulabileceğimize inanıyoruz.