YÖK'ün Yeni Disiplin Yönetmeliği

YÖK’ün, Öğretim Elemanları Disiplin Yönetmeliği’nde bazı değişiklikler yaptığını ve yönetmeliğin öğretim elemanlarını meslekten ve kamu hizmetlerinden çıkarmaya ilişkin hükümlerini yeniden düzenlediğini önce Hürriyet gazetesinden öğrendik.

7 Kasım 1998 tarihli Resmi Gazete’de yer alan bu yönetmelik değişikliği Türkiye’nin en büyük gazetesi Hürriyet’e göre o gün Türkiye’de yaşanan en önemli gelişme olsa gerek ki, en iyi bir şekilde değerlendirilmiş ve birinci sayfanın manşeti bu konuya ayrılmıştı. Üstelik, Hürriyet gazetesi, izleyen hafta içinde bu çok önemli gelişmeyi takip etmiş ve bir tam sayfasını bu konuda soru-yanıtlara ayırarak yaklaşık altmış bin öğretim elemanını derinden etkileyen yönetmelik değişikliğinin en ince ayrıntılarını bütün Türkiye’ye duyurma görevini yerine getirmişti.

Birkaç istisna bir yana bırakılırsa, öğretim elemanları bu gelişmenin ve bu gelişme karşısında kamuyu aydınlatma görevini başarıyla yerine getiren bu araştırmacı gazeteciliğin sebeplerini incelemeye gerek bile duymadılar. Büyük çoğunluk, daha birkaç gün önce Van’daki (üniversitenin adı neydi?) bir profesörün (tıp fakültesi dekanıymış galiba!) türban eyleminde polise karşı aldığı militan tavrı dehşetle seyretmiş ve bu değişikliğin şeriatçılara bir ders vermek amacıyla yapıldığını anlamıştı. (Zaten Cumhurbaşkanı bir hafta sonra “28 Şubat süreci devam ediyor” diyecekti.) Hürriyet gazetesi ise, olsa olsa, eski bir öğretim üyesi olan Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün çok sevdiği eski mesleğine ve bir kurum olarak üniversiteye duyduğu saygının yol açtığı bir deformasyon nedeniyle olayı büyütmüştü. Çünkü şeriatçı ve bölücülerin ayrı ayrı ve birlikte bir numaralı tehdit olduğu konusunda büyük çoğunluk hemfikirdi ve bunda o kadar büyütülecek bir şey yoktu, hattâ her şeyin sessiz sedasız yapılması daha iyi bile olurdu (kol ve yen durumu). O birkaç istisna ise, (örneğin Korkut Boratav, Baskın Oran, Güven Sak vd.) köşe yazılarında yönetmeliğe göre hemen hemen herkesin meslekten atılabileceğini, kendilerinin gazetede yazı yazmalarının bile atılma nedeni olduğunu ve doktorluk, doçentlik gibi akademik ünvanların geri alınmak istenmesinin saçmalığını yazdılar.

Kemal Gürüz, YÖK başkanı olduktan sonra öğrenci harçlarını büyük oranda arttırmaya kalkışırken, uygulamak istediği programa geniş bir destek sağlamaya çalışmış, hattâ bu amaçla başta ÖES olmak üzere öğretim elemanları örgütlerinin yöneticilerine bir yemek bile vermişti. Oysa şimdi, Kemal Gürüz, her ne kadar özellikle şeriatçılara karşı olduğu vurgulansa da, baskıcı bir yönetmeliği herkesin gözüne sokarak gündeme getirip bütün öğretim elemanlarını karşısına alıyordu.

12 Aralık’ta YÖK, disiplin yönetmeliğinin yeni hükümlerini uyguladığı sanısını yaratarak Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Dursun Odabaş’ı meslekten attı ve akademik ünvanlarını geri aldı. Bir yönetmeliğin geçmişe yürütülerek uygulanmasındaki garabet ve hukuka aykırılık bir yana bırakılsa bile, söz konusu kişi bir süre önce aynı YÖK tarafından o göreve atanmamış mıydı diye soran pek çıkmadı. Altan alta ise, başta Özgür Üniversite olmak üzere muhalif kurumlarda ders veren, görev üstlenen kimi öğretim elemanları aynı akibete uğramakla tehdit edildiler.

Yapılan değişiklikler 12 Eylül döneminde çıkarılan yönetmeliğin hükümlerinin çoğunun aynen tekrar edilmesi ve birkaç ek yapılmasının ötesine geçmiyordu. Eklerden biri kaynak göstermeden alıntı yapmanın da meslekten atılmayı gerektiren bir suç olarak tanımlanmasıydı, diğeri ise cumhuriyetin niteliklerine karşı yapılan eylemlerin de suç olarak sayılmasıydı - ki, bu tür bir eylem yapan kişi mevcut hukuk düzenine göre zaten suç işlemiş sayılıyordu. Yönetmelik değişikliği ile, meslekten ve kamu görevinden çıkarma cezası -eskiden tek bir ceza iken- iki ayrı ceza olarak tanımlanırken, meslekten çıkarılan kişilerin vakıf üniversitelerinde görev alması da yasaklanıyordu. Yani, 12 Eylül mantığına çok büyük katkılar yapılmamıştı ve YÖK, şeriatçıları ya da bölücü-yıkıcıları atmak istiyorsa, istediklerini eski yönetmeliğe göre de atabilirdi. Öyleyse niçin büyük değişiklikler yapıldığı yanılgısı yaratılmak istenmiştir? Düne kadar uzlaşmacı bir çizgi izleyen Kemal Gürüz, bugün niye taarruza geçme gereğini duymuştur? Bu olayı yalnızca 28 Şubat süreci ile açıklamak yeterli midir? Bu sorulara yanıt verebilmek için birkaç yıl öncesine gitmek gerekiyor.

Akademik yaşamına ODTÜ’de Tarık Somer’in asistanı olarak başlayan, YÖK’ün kurulması ve ANAP’ın iktidarı ile yıldızı parlayan Kemal Gürüz, Tarık Somer’in Ankara Üniversitesi’ne rektör olarak atanmasından sonra bu üniversitenin Fen Fakültesi’ne geçmiş, oradan KTÜ’ye rektör olarak atanmış ve ANAP tarafından TÜBİTAK Başkanlığı’na getirilmişti. İhsan Doğramacı’nın YÖK Başkanlığı’ndan ayrılmasından sonra bu kuruma başkan olmaya çalışan, ancak bu postu Mehmet Sağlam’a kaptıran Kemal Gürüz, DYP-SHP iktidarı döneminde kendine başka bir müttefik, sermayeyi buldu ve yanına A.M. Celal Şengör, Kazım Türker gibi saygın isimleri de alarak TÜSİAD’a Türkiye’de Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji başlıklı bir rapor hazırladı. Bu rapor 1994 Temmuzunda, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in de katıldığı büyük bir törenle kamuoyuna duyuruldu. 1995 başında da Kemal Gürüz YÖK başkanlığına atanıp raporda yazdıklarını uygulamaya girişti.

Kemal Gürüz’ün ilk icraatı öğrenci harçlarına -hedef olarak belirlediği maliyetin yüzde onbeşine çekme yolunda- büyük bir zam yapmak oldu, ancak öğrenciler, bu icraata son yılların en militan ve kitlesel eylemleriyle yanıt verdiler. Kemal Gürüz bunun üzerine uzlaşma ve kendine taban yaratma çizgisine yöneldi, örneğin raporunda araştırma yapmaya ehil beş üniversite sayarken, bu sayıyı dokuza kadar çıkardı ve istediği değişiklikleri ikna ederek, üniversite yönetimlerinin onayını alarak gerçekleştirme yoluna girdi. Bugün bu konuda oldukça büyük adımlar attığını ve üniversitelerde kendini destekleyen, daha doğrusu “bana dokunmasın da ne yaparsa yapsın” diyen büyük bir kesim olduğunu biliyoruz. Buna rağmen, YÖK, son günlerde kendini destekleyen kesimlerin arzusu hilafına bir dizi kararı peşpeşe almaya başladı. Örneğin, Temmuz ayında, öğretim elemanlarının kendi üniversiteleri dışında aynı şehirde bulunan vakıf üniversiteleri ile başka şehirde bulunan kamu üniversitelerinde ders verebileceğine ilişkin bir düzenleme yaptı. Bu karar aslında doğrudan ODTÜ’ye yönelik bir karardı. Çünkü ODTÜ yönetimi, bir süredir kendi elemanlarının Bilkent’te ders vermesini yasaklamıştı ve Bilkent, bu yüzden, daha çok maliyete katlanıp transferler yapmak ya da öğretim kalitesinden feragat etmek gibi bir seçenekle yüz yüze kalmıştı. Yapılan düzenlemeyle bu yasak kaldırılıyor ve öğretim üyelerinin ODTÜ’nün güvencesi ile Bilkent’in gelirine birarada sahip olmasının yolu açılırken, Bilkent ODTÜ’ye, dolayısıyla kamuya finanse ettiriliyordu. Ya da ÖYS kaldırılarak, -tartışmalı yönleri bulunmak birlikte- asıl olarak liyakata dayalı bir sistemde ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ, AÜ SBF gibi kamu kurumlarının bariz üstünlüğü gizlenmek ve aslında başarılı olanların değil yalnızca sınava girip de parası olanların gittiği vakıf üniversitelerinin bu niteliği saklanmak istenmişti (ÖYS’nin kaldırılması isteği ilk kez Bilgi Üniversitesi Rektörü Asaf Savaş Akat tarafından dile getirmişti).

Dolayısıyla, YÖK’ün son propaganda ve tehdit operasyonunu, bugüne kadar parça parça ve uzlaşmalarla gerçekleştirilen bir dizi düzenlemenin bundan sonra daha doğrudan ve kesin bir biçimde yapılacağının bir işareti olarak görmek daha doğru olur. Bu düzenlemelerle nereye ulaşılmak istendiğini ise gerek dünyadaki gelişmelere, gerekse Kemal Gürüz’ün hazırladığı TÜSİAD raporuna bakarak çıkarmak mümkün.

Bu değişikliklerin özünü, feodal toplumun bağrında imtiyazlı bir kurum olarak doğan, burjuva devrimleri ertesinde yapılan düzenlemelerle -Anglo-Sakson dünyası istisna kabul edilirse- bir kamu kurumuna dönüştürülen üniversitenin sermayeye teslim edilmesi ve eğitimin ticari bir faaliyet haline getirilmesi olarak özetleyebiliriz.

Kemal Gürüz, hazırladığı raporda, Türkiye’de üniversite kurumunu tahrip eden YÖK’ü olumladıktan sonra, YÖK ile yapılan düzenlemelerde eksik kalan yönleri tamamlamak üzere dört temel değişiklik önermektedir: 1. Üniversitenin işlevini değiştirmek, 2. Üniversitede verilen hizmetin niteliğini değiştirmek, 3. Üniversitenin örgütlenmesini değiştirmek, 4. Üniversite çalışanlarının, özellikle de öğretim elemanlarının statüsünü değiştirmek. Bunlardan ilkiyle, üniversitenin bilimsel bilgi üretmek ve nitelikli insan gücü yetiştirmek olarak tanımlanan ikili işlevi, göz boyama amacıyla söylenenler ne olursa olsun, bire indirilmek ve ara ve nitelikli insan gücü yetiştirmek biçiminde sınırlanmak istenmektedir. İkincisiyle, bir kamu hizmeti olarak yerine getirilen yükseköğretim, yararlananların bir bedel ödediği yarı-kamusal bir hizmete dönüştürülmek istenmektedir. Üçüncüsüyle, bilim dalı, anabilim dalı, bölüm, fakülte, üniversite biçiminde olan yapı sermayenin isteklerine karşı daha esnek kılınmak amacıyla bölüm ve üniversite biçiminde basitleştirilmek istenmektedir ve sonuncusuyla da öğretim elemanlarının kamu görevlisi olmaktan çıkarılıp emek piyasasındaki koşullara göre istihdam edilen çalışanlara dönüştürülmesi amaçlanmaktadır. Bu amaçları zorunlu kılan koşullar kuşkusuz bilimsel ve toplumsal gerekçelere dayandırılmakta ve bazen demagojik, bazen de gerçekçi argümanlarla desteklenmektedir. Ancak, anlaşıldığı kadarıyla, bugüne kadar ikna ve katılım yoluyla belli bir noktaya getirilen ve olgunlaştırılan bu proje, önümüzdeki günlerde, belki de Türkiye’de yapılacak olan genel dönüşümün bir parçası olarak nihai halini alacaktır ve sermaye-YÖK ikilisi, o güne yaklaşılırken, havuç politikasından vazgeçip sopa politikasına yönelmenin daha uygun olduğuna karar vermiştir.

Sonuç olarak YÖK’ün büyük gürültüyle gerçekleştirdiği disiplin yönetmeliği değişikliğinin amacı, 28 Şubat süreci, şeriatçı ve bölücü tehlike argümanlarını aşar bir mahiyet taşımakta ve kamu üniversitelerinin bir kısmının parçalandığı (AÜ, İÜ, Gazi, Dokuz Eylül vb), belki bir kısmının geliştirme vakıflarına verilerek özelleştirildiği (ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ) ve kalan büyük çoğunluğunun boğazının sıkılarak etkisizleştirildiği büyük bir tasfiye operasyonu öncesinde yükselecek sesleri kısmaktır. Kamu üniversitelerinin tasfiyesi ile sonuçlanacak böyle bir operasyon ise, Koç, Sabancı, Bilkent vb. sermaye çevreleri-üniversiteler tarafından sabırsızlıkla beklenmektedir.

FARUK ALPKAYA