Medya Etiki ve Meşrûluk Sınırları

Son yıllarda medya etiki konusu giderek daha fazla tartışılmaya başlandı. Kuşkusuz bunun en başta gelen nedeni, medyanın giderek toplumda ve siyasette daha belirleyici bir rol oynamaya başlamasıydı. Medya güçlendikçe elindeki gücü kötüye kullanma eğilimi de artmaya başlamıştı. Bu gücün kötüye kullanılmasını engellemek, habere konu olan kişilerin haklarını korumak ve gazetecilik mesleği içinde kabul edilebilir bir standart oluşturmak amacıyla değişik örgütlenmeler gerçekleştirildi, ilkeler belirlendi.

Bu yazının konusu olan etiki kısaca, “ahlaki açıdan kabul edilebilir bireysel, kurumsal ve toplumsal değerlerin tanımlanması ve bu değerlerin insan davranışını değerlendirmenin temel ölçütü olarak kullanılması” şeklinde tanımlayabiliriz. Ahlak kavramı, toplumsal açıdan kabul edilebilir davranışlara gönderme yaparken, etik kavramı ise doğru ve yanlış kararlarının alındığı ölçütlerin belirlenmesi girişimini ifade etmektedir.[1] Bu yüzden etike ahlak bilimi de denilebilir.

Bu yazıda, medyanın etik ilkeleri seçmeci biçimde uyguladığı, bazı olayları etik değerlendirme dışına taşıdığı savunulmaktadır. Bu sava göre, gazeteciler arasında olaylara, sorunlara ve kişilere ilişkin yazılı olmayan bir anlaşma söz konusudur. Bu kural çerçevesinde bazı olaylar ve sorunlar uzlaşma ve meşru tartışma alanı içinde görülmekte, bu alandaki olaylar ve sorunlar, elden geldiğince etik ilkelere uygun biçimde aktarılmaktadır. Bazı olaylar ve sorunlar ise meşrû tartışma alanı dışında görülmekte ve sapkın olarak nitelenmektedir. İşte bu tür olaylarda gazetecilerin etik ilkeleri gözardı etmesi, bir savunucu rolünü üstlenmesi yadırganmamaktadır.[2]

Sapkın olarak nitelenen ve meşrû tartışma alanı dışında değerlendirilen olay ve sorunların başında dış politika sorunları gelmektedir. Ama içeride de sapkın kişi, kurum ve olaylar söz konusudur elbette. Örneğin sokak gösterileri, terör örgütleri, İnsan Hakları Derneği gibi olaylar ve kurumlar bunlar arasındadır. Bu kurumlara, örgütlere ve bunların dahil olduğu olaylara ilişkin haberlerde ve yorumlarda etik ilkelere göre hareket etmek beklenmez.

Bu yazıda uzlaşma alanı dışında kabul edilen bazı olayların medyada nasıl aktarıldığı irdelenerek, gazeteciler tarafından belirlenen etik ilkelerin ne kadar kırılgan oldukları ortaya konmaya çalışılacaktır.

1. KARDAK KRİZİ

Medyanın en çok eleştiriye marûz kaldığı alanların başında, dış politika krizlerinde takındığı tutum olmuştur. Margareth Thatcher gibi liderler medyanın kriz anlarında sorumlu davranmadığını, ulusal çıkarları ve güvenlik politikalarını tehlikeye düşürdüğünü öne sürmüşlerdir. Savaş ve kriz anlarında medyada yayımlanacak haberlerin sansürden değilse bile oto-sansürden geçmesi gerektiği görüşü giderek daha fazla taraftar kazanmaktadır.

Medyanın uluslararası krizlerdeki tutumunu etik açıdan değerlendirirken iki boyut ön plana çıkmaktadır. Birinci boyut, medyanın bizzat krizi yaratması ve yönetmesidir. Bu tür haberciliğin ilk örneği, 19. yüzyıl sonlarına damgasını vuran sansasyonel gazetecilik döneminde yaşanmıştır. Sarı gazetecilik diye de adlandırılan bu dönemde Amerikalı basın patronları William Randolph Hearst’ün New York Journal isimli gazetesi ile bugün adına Pulitzer ödülleri dağıtılan Joseph Pulitzer’in New York World gazetesi tiraj savaşına girişince, sansasyonel haberciliğin en uç örneklerini vermeye başlamışlardır. Verilebilecek en sansasyonel haber de uluslararası boyutta bir kriz yaratmaktır. Gazetelerin imdadına Küba krizi yetişir. İspanya’ya karşı bağımsızlık savaşı başlatan Küba sorunu bulunmaz bir fırsattır. Amaç tiraj savaşını kazanmak olunca girilemeyecek savaş yoktur. Ne yapması gerektiğini bilen Hearst Küba’ya bir muhabir/çizer gönderir. Rivayete göre, muhabir Küba’da birkaç gün kaldıktan sonra ortalıkta savaşa benzer bir gelişmenin olmamasından sıkılarak patronuna bir telgraf gönderir: “Burada sessizlik hâkim. Bir sorun yok. Savaş yok. Geri dönmek istiyorum. Remington.” Patron cevap göndermekte gecikmez: “Orada kal. Sen resimleri çiz, ben savaşı çıkartırım. W.R. Hearst.” Nitekim çok geçmeden Havana limanında bir Amerikan savaş gemisi havaya uçurulur. Gazete gemiyi İspanyolların bombaladığını, Amerika’nın savaşmaktan başka alternatifinin kalmadığını yineleyen haberlerle dolar. Hem gazetenin tirajı artar hem de daha uzun bir süre yüksek tiraj garantisi verecek Amerika-İspanya savaşı başlar.[3]

Medyanın bizzat kendisinin krizi yaratması ve yönetmesine verilebilecek ikinci örnek ise Türk ve Yunan medyası tarafından Kardak kayalıkları sorunuyla sağlanmıştır. 28 Ocak 1996 tarihli Hürriyet gazetesi, “Bayrak savaşı” manşetiyle verdiği haberinde Yunanlıların Kardak kayalıklarına Yunan bayrağı dikme cüreti gösterdiklerini, bunun üzerine kayalığa çıkan Hürriyet muhabirlerinin Yunan bayrağını indirerek yerine Türk bayrağını diktiklerini duyuruyordu. Türk ve Yunanlı gazetecilerin karşılıklı bayrak indirip bayrak dikmesiyle başlayan bu krizi sürdürmek de gerekiyordu elbette. Nitekim Hürriyet bir gün sonraki (29 Ocak 1996) manşetinde “Ege’de endişe” başlığını kullanıyordu. Türkiye ve Yunanistan arasındaki hemen her krizde olduğu ve beklenildiği gibi, bu kriz de bir günde medyatik olmaktan çıkıp gerçek bir kriz haline gelmekte gecikmedi. Haberde belirtildiğine göre, Türk ve Yunan sahil güvenlik botları Ege’de burun buruna gelmeye, karşılıklı güç göstermeye başlamışlardı. Ancak, Kardak kayalıklarının gerçekte hangi ülkeye ait olduğuna ilişkin okurları tatmin edecek bir bilgiye de rastlanmıyordu. Örneğin dönemin Başbakanı Tansu Çiller, “Kardak kayalıkları Türkiye’nin toprak parçasıdır. Orada bir fiili durumu kabul etmeyiz. O bayrak oradan inecek, asker çekilecek” demekle birlikte, Türkiye’nin sorunu müzakere yoluyla çözmekten yana olduğunu da belirtmeden geçmiyordu. Eğer Kardak Türkiye’nin idiyse neyi müzakere edecekti? Bu soruyu kimse sormuyordu. Aynı gün Milliyet gazetesi de “Askerini çek. Yoksa...” şeklinde bir tehdidi manşet yapıyordu. Alt başlıkta ise, “Kardak’a asker çıkaran Atina son kez uyarıldı. Harekât kapıda” cümlesine yer verilmişti.

Gazetecilerin iki ülkeyi savaşla burun buruna getiren bayrak dikme/indirme davranışları çok tartışıldı. Bazı köşe yazarları, bayrak diken gazetecilerin yurttaşlık bilinci ile hareket ettiklerini, bazı köşe yazarları ise gazetecilerin olaylarda taraf olmasının, olayların seyrine müdahale etmesinin meslek ilkelerine aykırı olduğunu söylüyorlardı. Kayalığa bayrak diken Türk gazeteciler, en anlamlı desteği, basın meslek ilkelerini yerleştirmek amacıyla kurulmuş Basın Konseyi’nden aldılar. Kendi ilân ettiği basın meslek ilkelerini uygulamak ve ihlâllerde gazetecileri uyarmakla yükümlü olan Konsey, bu olaya ilişkin başvurular sonucunda verdiği kararı oldukça ayrıntılı olarak açıkladı. Konseye yapılan başvurularda, Türk gazetecilerin kayalığa bayrak dikmekle, basın meslek ilkelerinin “gazeteci, mesleğin saygınlığına gölge düşürebilecek yöntem ve tutumla haber araştırmaktan kaçınır” şeklindeki 12. maddesi ile, “şiddet ve zorbalığı özendirici yayın yapmaktan kaçınılır” şeklindeki 13. maddesini ihlal ettikleri öne sürülüyordu. Basın Konseyi’nin kararında şu açıklamalar yer alıyordu:

1. Kardak adasıyla ilgili yayınlardan Basın Konseyi’ne şikâyet edilenlerin “şiddet ve zorbalığı özendirici” sayılamayacağına, çünkü bu yayınların Türkiye’nin meşrû haklarını ve toprak bütünlüğünü korumaktan başka bir amaç gütmediğine,

2. Bir gazetecinin kendi ülkesinin bütünlüğü gibi hayati önem taşıyan bir konuda tarafsız bir “üçüncü şahıs” rolü üstlenmesinin -arzu edilse bile- gerçekçi sayılmayacağına,

3. Bununla birlikte Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin muhabirlerinin Kardak adalarına bayrak dikmelerinin, gazetecilik görevinin sınırlarını aşan “yanlış” bir hareket olduğuna,

4. Ancak hareketlerindeki yanlışın, gazeteci olarak kendilerinin saygınlığıyla ilgili bir tartışma yaratsa bile mesleklerinin saygınlığına gölge düşürecek bir nitelik taşımayacağına,

5. Türk basın dünyasının, gazetecilerimizin Kardak krizi sırasındaki tutum ve eylemlerini değerlendirip kamuoyuna bildirmeyi hem kendisine ve kamuoyuna saygısından kaynaklanan bir görev saydığının belirtilmesine, Yunan basınının da en yakın zamanda eylemlerini değerlendirip vardıkları sonucu kamuoyuna açıklayacak düzeye gelmesinin temenni edilmesine,

6. İnsanlar ve ülkeler arasında ihtilaf yaratmak, savaş kışkırtıcılığı yapmak basına yakışmayan bir tutum olduğu için yazılı, sözlü ve görüntülü tüm basın organlarıyla tüm gazetecilerin bu tür davranışlardan kaçınmalarının tavsiye edilmesine karar verilmiştir.[4]

Görüldüğü gibi, basın meslek ilkelerini yorumlamakla görevli Basın Konseyi, gazetecilerin bayrak dikmesi eylemini gazetecilik anlayışıyla bağdaştıramamakla birlikte, ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda gazetecilerin tarafsız kişiler olarak kalabilmelerinin olanaksızlığından ve gerçek dışılığından söz etmektedir. Yani kendi etik ilkelerinin uluslararası krizlere uygulanamayacağını imâ ederek, başta dile getirdiğimiz ayrıma uygun bir bağlam sağlamaktadır. Karardaki görüşleri daha da ileri götüren Konsey Genel Sekreteri Nilüfer Yalçın, “Kardak krizini Türkiye’nin millî onuru, toprak bütünlüğü ve Türkiye açısından bir meşrû müdafaa konusu saymamak için bir insanın kendi ülkesine yabancılaşmış olması yetmez. Onun değer sisteminde köklü bir arıza olması gerekir,” demektedir.[5] Yani Basın Konseyi, Kardak krizinde gözlemci konumunu yitirerek eylemci haline gelen gazetecilerin tavrını onaylamanın ve gerçekçi bulmanın da ötesinde, ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda gazetecilerin kendi ülkelerinin çıkarlarını aktif biçimde savunmalarının gerekli olduğunu, aksine hareket edenlerin -örneğin sadece olayları izlemek gibi basit bir görevi sürdürenlerin- değer sisteminde köklü arızalar bulunduğunu da belirtiyor. Başka bir anlatımla, basın meslek ilkelerinin sadece uzlaşma ve meşrû tartışma alanı içinde geçerli olduğunu, dış politika sorunlarının bu alan dışında görülmesi gerektiğini ve dolayısıyla uluslararası krizlere ilişkin etik tartışmaya girmenin anlamsızlığını ve gereksizliğini de söylemiş oluyor.

Kardak krizinde bayrak diken gazetecilere destek veren köşe yazarlarının başında Hürriyet genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök geliyordu: “Yunanlı meslektaşıma soruyorum: Bir gece yarısı üç Türk Meriç’i geçip sizin toprağınıza bayrak dikse ve siz de bunu görseniz ne yaparsınız?... Şimdi bazıları soruyor. Bir kaya parçası için bu kadar yaygara koparılır mı? Evet koparılır. O kaya parçasını toprağınız olarak kabul ediyorsanız, onun üzerindeki egemenlik hakkınızı da korumak zorundasınız.” Bunları söyleyen Özkök, yazısının sonunda Kardak kayalığının statüsünün tartışmalı olduğunu şu cümleleriyle ele veriyor: “Ama sonunda olay dün geceki operasyona gelip dayandı. Şimdi kartlar eşitlendi. İki taraf da çekildiği takdirde başa dönülmüş ve sorun çözülmüş olacak.”[6] Yani Özkök aslında kendi söylediğine kendisi de inanmıyor. Yoksa Türkiye’nin olduğunu bildiği bir kayalıktan çekilme önerisini de yapmazdı herhalde. Aynı gazetenin başyazarı ve Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi de, Yunanlı meslektaşından aldığı bir telefonu aktardığı yazısında, “İyi de... hukuken kim haklı sorusunun yanıtını henüz vermedik değil mi? Anlaşılan bu konu en azından birkaç gün hepimizi meşgul edecek. Gerçi bize göre biz haklıyız ama yine de niçin böyle düşündüğümüzü...sonra konuşalım” demektedir.[7]

Gazetecilerin bayrak dikerek gözlemci konumlarını yitirdiklerini ve eylemci haline geldiklerini savunan köşe yazarlarının başında Umur Talu geliyor: “Cesaret ve cüretin sınırları açısından dikkat etmediğimiz meslek özellikleri var. Bunları çiğneyerek çok cesur ve cüretkar olmak mümkün ama, bugün gazetecilik olayı diye kutsadığımız bu başarıların bazıları bu mesleğin özüne aykırı. Bunları normalleştirmenin tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Son örnek kriz kayalıklarına bayrak dikme seferberliği. Hukuk ve diplomasi dilinde ihtilaflı sayılabilen bir yere bayrak dikmek gazetecinin işi mi? Gazeteci olsa olsa, dikilen, indirilen bayrakları izler, saptar, görüntüler, iletir. Sorunun ne olduğuyla ilgilenir... Devletlerin işinde gazetecilerin birinci tekil şahıs olmaya hakkı var mı?”[8] Benzer bir bakış açısını paylaşan Deniz Som da bu krizde gazetecilerin asli görevlerini unuttuklarını belirtiyor: “Gazeteci olaya müdahale ederse hem habere konu olan olayın doğal seyrini değiştirir hem de kendisi olayın içine girdiği için habere konu olur. Gazetecinin görevi habere konu olmak değil, haberi kamuoyuna yansıtmaktır... Eğer kayalığa Türk bayrağı dikilecekse, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilgili kurumları bu kararı alır ve uygular... Devletin çektiği bayrak, gazetecilerin çektiği bayrak gibi birkaç saat sonra indirilemez.”[9]

Türkiye ve Yunanistan arasındaki her krizi gazetecilerin etik ilkelere bağlılıklarını sınamak için değerlendirmek mümkün. Örneğin 1997 Ekim ayında baş gösteren S-300 krizi sırasında yine Oktay Ekşi, “Kaşınıyorlar...” diye bir yazı yazmıştı. Yazıda şöyle deniliyordu: “Bu son hikaye, yani Yunanlılar’ın ikide bir Türkler’i tahrik edip de sonra bir araba dolusu dayak yiyerek bir süre seslerini kesmeleri, yeni karşılaştığımız bir husus değil. Daha doğrusu bunun sayısız örneği var. Ama aksinin, yani Türkler’in o tarafı tahrik ettiğinin, sonra da başına bir bela geldiğinin örneği yok...”[10] Oysa Basın Konseyi tarafından kabul edilen basın meslek ilkelerinin 13. maddesi, “Şiddet ve zorbalığı özendirici yayın yapmaktan kaçınılır,” demektedir. Oktay Ekşi ya kendi ilkelerine inanmıyor ya da savaş kışkırtıcılığı yapmanın meslek ilkeleri içinde değerlendirilmemesi gerektiğini düşünüyor.

2. ŞEMDİN SAKIK OLAYI

Gazetecilerin meşrû tartışma alanı dışında kalan konularda etik ilkeleri bir kenara fırlatıp atmalarına verilebilecek bir başka örnek de Şemdin Sakık olayıdır. Nisan 1998’de Kuzey Irak’ta düzenlenen askeri bir operasyonla yakalanarak Türkiye’ye getirilen ve sorgulanan, PKK’nın üst düzey sorumlularından Şemdin Sakık’ın sorgulamasının basına sızdırılması ve bunun üzerine yapılan yorumlar Türk basınının, gazetecilik ilkelerinin en önemli kavramlarından sayılan haberde doğruluk açısından nasıl bir sınav verdiğini sınamanın oldukça çarpıcı bir örneğini oluşturmuştur.

25 Nisan 1998 Cumartesi günü yüksek tirajlı iki gazete benzer manşetlerle çıktı. Hürriyet gazetesi, “Sakık’ın ifadesini açıklıyoruz” şeklindeki üst başlığın ardından, “Dehşet itiraflar” başlığını kullanmıştı. Sabah gazetesi de “Sakık’ın ağzından PKK ve Apo” manşetiyle yayımlandı. Bu iki gazete de manşetlerini bilinçli olarak seçmişlerdi elbette. Ama Hürriyet gazetesi manşetinde itiraf sözcüğünü kullanmıştı. Bu gazetenin itiraf sözcüğünün anlamını bilmemesi olanaksız. İtiraf şu anlama geliyor: “Başkalarınca bilinmesi kendi için sakıncalı görülen bir gerçeği saklamaktan vazgeçip açıklamak.” Yani, işlenen bir suçu kabullenmek. Bu manşetin ardından haberde, PKK’lı Şemdin Sakık’ın işlediği suçları, örneğin yaptığı terör eylemlerini açıklaması gerekmiyor muydu? Hayır. Haberi okuduğunuzda şu cümlelerle karşılaşıyorsunuz: “PKK’nın iki numaralı adamı Şemdin Sakık, örgütü ile Türkiye’deki bazı ihanet cephelerinin tüyler ürpertici ilişkilerini bir bir anlattı.” Yani haber itiraflardan çok suçlamalara yer veriyor. Hürriyet gazetesinin haberine göre, müthiş itiraflar arasında şunlar yer alıyor: 1. “İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Akın Birdal benden daha fazla PKK’cıdır... Apo, HADEP’e bir ölçüde güvenir ama İnsan Hakları Derneği’ne sonsuz bir güven duyar. Benim Türkiye’deki tabancamdır.. derdi.” 2. “RP’li Fethullah Erbaş, Refahyol döneminde PKK’nın ayağına giderek, biz milleti değil ümmeti esas alırız dedi ve kurulacak Kürt devleti ile İslam devleti arasında bir sorun olmayacağı mesajını verdi.” 3. “Bazı Türk gazeteciler (bu gazetecilerin Mehmet Ali Birand ile Cengiz Çandar olduğunu da daha sonra öğreniyoruz) destek için bizden para alırdı. Apo, parayla PKK lehine yazı yazdırdığı ve konuşturduğu kişi sayısı azalmaya başlayınca, askeri olarak Türkiye ile mücadele edemeyeceğini anladı.” Gazetede yer alan suçlamalar böyle devam ediyor. Sabah gazetesi de bu önemli (!) haberi atlamıyor ve aynı itirafları (!) sayfalarına taşıyor.

Bir gün sonra (26 Nisan 1998), bu haberi Türk basınının atlatılan diğer gazeteleri de sayfalarına taşıyor. Örneğin Milliyet gazetesi, “Şemdin Sakık’ın ele verdiği isimler” başlığı ile verdiği haberine şu cümleyle başlıyor: “Diyarbakır DGM’ce tutuklanan Şemdin Sakık’ın ifadesinde, örgüte destek veren ve zaman zaman kendileriyle işbirliği yapan isimleri de açıkladığı bildirildi.” Türkçe’de ele vermek deyimi, suçlu bir kimseyi yakalatmak anlamına geliyor. Peki kim bu suçlular? Örgüte destek verenler ve işbirliği yapanlar. Yani, Akın Birdal, Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar, Fethullah Erbaş....

Hangi cemiyetin, konseyin ya da derneğin yayımlanmış etik ilkelerine bakarsanız bakınız, genelde şu anlama gelen bir ilkeyle karşılaşırsınız: Gazeteciler elde ettikleri bilgi ve belgelerin doğruluğundan emin olmak zorundadırlar. Bunun için yapılması gereken şey de elde edilen bilgiyi başka kaynaklardan doğrulatmak. Bu ve benzeri soruların yanıtını 26 Mayıs 1998 tarihli Radikal gazetesinde buluyoruz. Radikal gazetesinin manşetten verdiği habere göre, “Sakık’ın itirafları diye sunulan ifadeler, kolluk kuvvetleriyle Diyarbakır DGM’nin tutanaklarından farklı. İtirafların bazıları tutanaklarda yok; bazıları çarpıtılmış, bazılarına ise eklemeler yapılmış.” Yani bırakınız, Sakık’ın yaptığı söylenen suçlamaları başka kaynaklardan doğrulatmayı, böyle bir suçlamanın varlığı bile kuşkulu. Meslek ilkelerine göre, haberde doğruluğu ilke edinen hiçbir gazetenin sızdırılan bu ifadeleri yayımlamaması gerekirdi. Ama bu ifadeler yayımlandı. Daha da kötüsü yapıldı. Bu kuşkulu suçlamalar köşe yazılarına malzeme oldu. Hem de kimlere? En başta medyayı etik açıdan denetleme iddiasında bulunan Basın Konseyi’nin Başkanına. Basın Konseyi Başkanı ve Hürriyet gazetesi başyazarı Oktay Ekşi, haberin patlatıldığı ilk gün (25 Nisan) yazısına şu başlığı atıyor: “Alçakları tanıyalım...” Aslında burada yazının tamamını vermek gerekir, ama biz bazı alıntılarla yetineceğiz: “PKK’ye destek veren gazeteci ve yazarlar.. dernek ve vakıflar.. PKK’nın parayla lehine yazı yazdırdığı ve konuşturduğu kişiler... Gerçekten bilmeliyiz: Vatanseverlikte kendileriyle yarışılamayan pek fiyakalı zenginlerimizle allame geçinen gazeteci ve yazarlarımızdan hangileri aslında PKK’ya uşaklık yapıyorlarmış. ‘Dürüst gazeteci’ veya ‘sorumlu aydın’ havalarında, bizleri arkadan hangi alçaklar hançerliyormuş, bilmeye mecburuz... Bize kalırsa Şemdin Sakık bu saydıklarımızdan daha nitelikli, daha saygı değer adam muamelesi görmelidir... Çünkü o hiç değilse düşündüğünü saklamıyor.. Ya öteki alçaklar! Kimi alçaklığını saklamak için hukuku kullandı. Kimi insan hakları, kimi demokrasi dedi... Ama onların derdi hukuk, insan hakları veya demokrasi değil, Kürtçülük ve PKK idi. Şimdi... sıra kulaklarından tutup adalete gönderilmelerine veya kamuoyuna teşhir edilmelerine geldi.”[11] Propaganda kokan, hiçbir şekilde doğrulatma yoluna gidilmeyen ve kuşkulu görünen bir haber üzerine yazılan bu yorumla Basın Konseyi Başkanı uygulatacağım dediği ilkeleri kendisi ihlal ediyor. Hangi ilkeleri ihlal ediyor? 1. Kişileri ve kuruluşları eleştiri sınırlarının ötesinde küçük düşüren, aşağılayan veya iftira niteliği taşıyan ifadelere yer verilemez; 2. Soruşturulması gazetecilik olanakları içinde olan haberler soruşturulmaksızın veya doğruluğuna emin olunmaksızın yayınlanamaz; 3. Suçlu olduğu yargı kararıyla belirlenmedikçe hiç kimse suçlu ilan edilemez; 4. Şiddet ve zorbalığı özendirici yayın yapmaktan kaçınılır. Bu son maddeye yer vermemin nedenini anlamışsınızdır herhalde. Bilindiği gibi, İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Akın Birdal, bu haberlerin yayımlanmasından kısa bir süre sonra silahlı saldırıya uğradı.

Oktay Ekşi isim belirtmekten kaçınmış ama aynı gazetenin bir başka köşe yazarı, Emin Çölaşan, yazıdaki isim eksikliğini şöyle doldurmuş: “Şemdin Sakık bülbül gibi ötmeye devam ediyor. PKK’nın destekçilerini açıklıyor. İnsan Hakları Derneği ve onun başkanı olan Akın Birdal isimli şahıs, Refah’ın Van milletvekili Fethullah Erbaş. Bu ikisi PKK kamplarına gidip PKK paçavraları altında sırıtarak poz vermişlerdi... Türk milleti hainlerden bir gün hesap soracak. Şemdin Sakık ötüyor, biz zaten bildiğimiz gerçekleri bir kez de onun ağzından duyuyoruz.”[12]

Öte yandan, bazı yazarlar farklı bir yöntem deneyerek kimlerin vatan haini olabileceğini, kimlerin olamayacağını açıklıyorlar. Örneğin Taha Akyol, 28 Nisan 1998’de Milliyet gazetesinde yayımlanan yazısında şu ifadelere yer veriyor: “Tanınmış gazeteci Cengiz Çandar’ın ve Mehmet Ali Birand’ın PKK’dan para alarak yazdıklarına inanmak, hiçbir şekilde, hiçbir şart altında mümkün değildir... Diğer taraftan, Sakık’ın verdiği bazı isimler vardır ki, bunlar zaten, en barbar eylemlerinde bile PKK’yı suçlamaktan kaçınmışlar, terör vahşetine karşı mücadele eden güvenlik kuvvetlerine karşı PKK’nın legal kolu gibi davranmışlardır.” Burada kastedilen Akın Birdal’dır.

HEDEFTEKİ ADAM VURULUYOR

Hakkında bu kadar suçlama yapılan, vatan hainliği, PKK işbirlikçiliği gibi sıfatlarla donatılan İHD Genel Başkanı Akın Birdal 12 Mayıs 1998 tarihinde silahlı saldırıya uğradı. Bu saldırıda, saldırıyı gerçekleştirenler kadar, saldırıya zemin hazırlayan medyanın da büyük payı var elbette. Nitekim Aydın Engin, 27 Nisan’da Cumhuriyet’te yazdığı köşe yazısında olacakları önceden haber veriyordu: “Ortalıkta Sakık’ın sorgusundan elde edilen ve tek kaynaktan yayılan bilgiler dolaşıyor. Gelecekte ülkenin utanç duyacağı bir cadı kazanının ateşleri körükleniyor. İşin nereye varabileceğini anlamak için gazetelerde PKK ile işbirliği yaptığı söylenen kişilerin adlarını çıkarın, yerine kendi adınızı yerleştirin... Gazeteciyseniz, örneğin Sakık’ın dehşet verici itiraflarını yayımlayan bir gazetenin yöneticisi, yazarı iseniz, başlıktaki adlar arasına kendi adınızı yerleştirin... Nasıl olsa üç yıl, beş yıl sonra iddiaların asılsız olduğu ortaya çıkacaktır diyebiliyor musunuz? Cadı kazanının harlı ateşleri yükselirken elinizden ne gelecek?”

Suikast girişiminin ardından yazdığı yazısında Gülay Göktürk (Yeni Yüzyıl, 14 Mayıs 1998), medyanın Akın Birdal’ı vatan haini ilan etmesinin, suikastın psikolojik zeminini oluşturduğunu ileri sürüyor. Aynı gazetede yazan Ali Bayramoğlu da (13 Mayıs 1998) iddiaların yayımlanmasının yargısız infaz oyununu başlattığını belirtiyor. Oral Çalışlar ise (Cumhuriyet, 13 Mayıs) medyayı uyardığı yazısında şunları söylüyor: “Basına ve medyaya önemli görevler düşüyor. Cadı kazanları kaynatarak, birilerini hedef tahtasına yerleştirerek başlatılan kampanyaların nerede duracağını ve sonunda nerelere kadar uzanacağını şimdiden kimse kestiremez. Bugün Akın Birdal’ı hedef alan kurşunların yarın yeniden kime ve nereye yönelebileceğini herkes yeni baştan düşünsün.”

Şemdin Sakık’ın açıklamalarına yer veren ve sonuçta İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Akın Birdal’ın vurulmasına giden süreci başlatan medyanın bu olaydan da hiçbir sorumluluk almadan kurtulmasının tek nedeni, Akın Birdal’ın meşrû tartışma alanı içinde bir taraf olarak kabul edilmemesidir. Öyle kabul edildiği için de Akın Birdal’ı hedef alan haber ve yorumlarda etik ilkeleri rafa kaldırmak tartışmasız bir biçimde benimsenebilmiştir.

3. SURİYE VE İTALYA KRİZİ

Burada Suriye krizi ile başlayan ve İtalya krizi ile doruğa tırmanan Abdullah Öcalan sorununun ayrıntılı bir değerlendirmesine girişmeyeceğim.[13] Türkiye’nin PKK lideri Abdullah Öcalan’ı Suriye dışına çıkartmak için uyguladığı politikayı tartışmak bu yazının boyutlarını aşmaktadır. Bizim burada tartıştığımız konu, Türkiye’nin politik başarısı değil, medyanın tutumudur. Türk medyası, daha krizin ilk gününden itibaren savaş çığlıkları atarak, taraf olduğunu göstermiş, nesnel habercilik ilkelerini rafa kaldırmıştır. Çarpıcı birkaç başlıkla ne demek istediğimizi daha kolay anlatabiliriz. Örneğin Milliyet gazetesi 3 Ekim 1998 tarihinde “Asker emir bekliyor” başlığını kullanarak kriz haberciliğinde ilk adımı atıyordu. Sabah gazetesi ise 5 Ekim’de “Vurma planı hazır” diyerek cephedeki yerini alıyordu. Hürriyet de 7 Ekim’de “Bir ucundan girer öbür ucundan çıkarız” gibi bir başlıkla en ön cepheye geçmeyi başarmıştı. “Türkiye ezer geçer”; “Suriye’yi suda boğacağız”; “Sabrımız taşıyor”; Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü”; “Blöf yapmıyoruz” gibi gibi zaman zaman atasözlerine gönderme yapan zaman zaman da tıpkı bir futbol karşılaşması öncesi taraftarların duygularını ifade ettikleri sloganlara benzer sloganlarla savaş kışkırtıcılığı en üst boyutlara ulaşmıştı.

Elbette bu krizde, gazetelerimizin meslek ilkelerini gözetmelerini bekleyemezdik. Kendilerini birinci tekil şahıs yerine koymalarını da yadırgamamalıydık. Çünkü bu sorunda gazeteciden beklenen, tarafsız gözlemci değil, ulusun moralini yükselten, ulusu savaş koşullarına hazırlayan bir propagandist gibi hareket etmesiydi. Öyle de oldu. Hiçbir meslek örgütü de bu haberciliği tartışmadı zaten.

Suriye krizinin ardından başlayan İtalya krizinde medyanın oynadığı rol daha da belirginleşti. Suriye krizinde Şam’a muhabir göndermekten imtina eden medya, kriz İtalya’ya sıçrayınca bir gazeteci ordusuyla saldırıya geçti. Ancak, Nazım Alpman’ın deyişiyle, “Apo’yu almak için Roma’ya gittiklerini ilan eden arkadaşlarımızın orada tarafsız gazeteci olarak görev yapmaları engellendi.”[14] Roma’ya bir misyonla giden gazetecilerin başında Fatih Altaylı ile Türkiye’nin Hakan’ı geliyordu. Fatih Altaylı, işi daha da ileri götürmüş, Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in Roma’da düzenlediği basın toplantısında İtalyan gazetecilerin sorularını cevaplandırmaya bile girişmişti. Altaylı bu görevi, bir İtalyan gazetecinin Bakan’a “Türkiye’de İtalyan mallarına karşı bir protesto başlatılıyormuş. Doğru mu?” sorusu üzerine üstlendiğini, çünkü Bakan’ın bu soruya cevap vermesinin imkânsız olduğunu söylüyor. Ona göre, “Türk vatandaşlarının niyeti, resmi olarak değil ama bir sivil inisiyatif hareketi olarak İtalyanlar’a hatırlatılmalıydı.”[15]

Bu çarpıcı olay da gösteriyor ki, özellikle dış politika krizlerinde gazeteciler kolaylıkla gazetecilik mesleğinin gerektirdiği, “tarafsızlık, dürüstlük, doğruluk, bağımsızlık, savaş kışkırtıcılığı yapmama, başka ulusları ve etnik kimlikleri aşağılamama” gibi etik ilkeleri değerlendirme dışı bırakabiliyorlar.

SONUÇ YERİNE

Eğer Türkiye’de medya etiki tartışılacaksa, tartışmaya bu çifte standartlardan başlamak gerekiyor. Bazı olay ve sorunlarda etik ilkeler geçersizdir şeklinde bir önkabul olacaksa, meşrû alan/sapkınlık alanı ayrımı devam edecekse, etik tartışmasına girmeye ve ilkeler belirlemeye de gerek yok. Basın Konseyi bu konuda kötü bir sınav vererek işlevini yitirdi. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti de ortaya çıkan bu boşluğu doldurmak maksadıyla bir bildirge yayımladı. Tartışmamız açısından önemli olan bir maddesini buraya alıyorum: “Gazeteci; başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere, insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur. Milliyet, ırk, etnisite, dil, din, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan, tüm ulusların, tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır. İnsanlar, topluluklar ve uluslar arasında nefreti, düşmanlığı körükleyici yayından kaçınır. Bir ulusun, bir topluluğun ve bireylerin kültürel değerlerini ve inançlarını (veya inançsızlığını) doğrudan saldırı konusu yapamaz. Gazeteci; her türden şiddeti haklı gösteren, özendiren, kışkırtan yayın yapamaz.”

“Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi” adını taşıyan bu bildirge kuşkusuz olumlu bir adımın habercisi. Ama meslek ilkelerini bu kadar ayrıntılı düzenlemek tek başına yeterli değil. Önemli olan bu ilkelerin lafta kalıp kalmayacağı, uygulanıp uygulanamayacağıdır. Türkiye’de medya etiki konusundaki deneyimler göstermiştir ki, medya kuruluşlarının üst kadrolarında yer alan genel yayın yönetmenleri, başyazarlar, köşe yazarları bu ilkeleri benimsemediği ve içselleştirmediği sürece ilkeler hiçbir işe yaramamıştır, yaramayacaktır da. Çıkacak ilk dış politika krizinde gazetelerin nasılsa bildiklerini okuyacaklarını, biz ve onlar söylemini kullanmaya devam edeceklerini ve aslında bu bildirgenin de hiçbir şeyi değiştirmeye gücünün yetmeyeceğini göreceğiz. Arzuladığımız farklı olsa da.

[1] Philip Seib ve Kathy Fitzpatrick, Journalism Ethics, Fort Worth: Harcourt Brace College Pub., 1997, s. 3.

[2] Bu konuya ilişkin bir tartışma için bakınız, Pamela Shoemaker ve Stephen D. Reese, “İdeolojinin medya içeriği üzerindeki etkisi,” der. Süleyman İrvan, Medya, Kültür, Siyaset, Ankara: Ark, 1997.

[3] Johan Galtung ve Richard Vincent, Global Glastnost: Toward A New World Information Order? New Jersey: Hampton Press, 1992, s. 200-1.

[4] ”Kardak’a bayrak görev sınırını aşıyor,” Özgür Basın, Şubat-Mart 1996.

[5] ”Gazetecilik için meşru müdafaa,” Özgür Basın, Şubat-Mart 1996.

[6] Ertuğrul Özkök, “Kaya parçası mı dediniz?” Hürriyet, 31 Ocak 1996.

[7] Oktay Ekşi, “Önce serinkanlı olalım,” Hürriyet, 31 Ocak 1996.

[8] Umur Talu, “Kriz ülkeleri,” Milliyet, 30 Ocak 1996.

[9] Deniz Som, “Eğer kayalıklara bayrak dikilecekse,” Cumhuriyet, 31 Ocak 1996.

[10] Oktay Ekşi, “Kaşınıyorlar...” Hürriyet, 16 Ekim 1997.

[11] Oktay Ekşi, “Alçakları tanıyalım...” Hürriyet, 25 Nisan 1998.

[12] Emin Çölaşan, “Şemdin öterken,” Hürriyet, 26 Nisan 1998.

[13] Bu kriz hakkında ayrıntılı bilgi edinmek için Birikim dergisinin 116. sayısında yer alan, Ömer Laçiner ve Tanıl Bora’nın yazılarına bakılabilir.

[14] Nazım Alpman, “Basında Apo bayramı,” Gazetepazar, 22 Kasım 1998.

[15] Fatih Altaylı, “Ben böyle bir gazeteciyim,” Hürriyet, 30 Kasım 1998.