Kriz, Dünya ve Biz

On beş yıllık bir genişleme dalgasından sonra dünya ekonomisi yeni bir dönemin eşiğinde. Finans piyasaları sarsılıyor. Asya’nın gelişen ekonomilerinden sonra Rusya da derin bir bunalıma girdi.

Son yıllarda gelişen ekonomilere büyük miktarlar yatıran uluslararası sermaye geri çekilirken, malî ve iktisadî dengesizliklerle yaşayan ülkeleri de acımasızca cezalandırıyor. Venezuela, Brezilya ve diğer Güney Amerika ülkelerinde devalüasyonlar gündeme geliyor. Asya krizi finans çevrelerinde bir daralma ve çalkalanmayla başladı ama diğer krizlerden farklı olarak bu bir bölge kriziydi.

Finansal kriz aynı zamanda bu ülkelerde bir aşırı üretim, talebi aşan bir üretim olduğu noktada patlak verdi ve üretim alanıyla ilişkilendi. Dünya ekonomisi açısından çok önemli bir bölge ekonomisi olduğu için, bunalım dünyaya yayıldı. Burada, bir parantez açarak dünya ölçeğinde bir aşırı üretimden bahsetmenin çok doğru olmadığını söylemeliyiz. Krizin çıktığı bölgede çok açık bir aşırı üretim var, gelişmiş ülkeler boyutuna bakarsanız orada da bir aşırı üretim ve bir ısınma tehdidi var. Bu kapitalizmin bir hastalığıdır. Yani bir tarafta açlık, bir tarafta da tüketilemeyen, kullanılamayan bir mal büyüklüğü birikiyor. Bir şekilde, mallar ihtiyaç sahibine aktarılamıyor, piyasa süreçleri bu dağıtım işini beceremiyor.

Son krizle ilgili yaygın bir açıklama şöyle: Kapitalizmin merkezlerinde biriken fonlar globalleşmeyle birlikte dünyanın yüksek pazarlarına, özellikle Doğu Asya’daki pazarlara kaydı. İlk zamanlarda bu sermaye akımı büyük üretim artışına neden oldu ve gittikçe büyüdü. Ancak bir süre sonra bu paraların, İngilizcede “crony capitalism” denen, eşdost kapitalizmine giderek, rasyonel olmayan yatırımlarda çarçur edildiği anlaşıldı. Bunun üzerine panik çıktı ve bu fonlar hızla çekilmeye başladı. Krizin esas nedeni bu. Bu tahlil tamamıyla yanlış olmamakla beraber eksik. Eşdost kapitalizmi, özellikle bankalar vasıtasıyla kullanılan fonların çarçur edildiği saptaması doğru. Ama şu da unutulmamalı ki, bu ülkeler bu fonları aldıkları sürece ekonomilerini işletiyorlardı ve belirli bir fiyat ve değerlendirme seviyesinde bu yatırımların rasyonel olmadığı ortaya çıkmaya başladı.

Gerçekten son yıllarda Üçüncü Dünya’daki hızla gelişen ülkelere 300-400 milyar doları bulan akışlar oldu. Ancak, yatırılan para o kadar köksüz, o kadar kayıtsız ki, en ufak bir psikolojik değişmede rahatlıkla ülkeyi terk edebiliyor. Yani bu paraların girip çıkması açısından ortada bir kısıt yok.

Tabiî bu da dünya kapitalizminin kurumlarının söz konusu ülkelere dayattıkları bir şey. O zaman söz konusu fonlar tamamen spekülatif hareketler olarak ortaya çıkıyor ve psikolojik ortamda en ufak bir değişiklikte, o ana kadar başarılı görülmüş bir sistem birden bire “eşdost kapitalizmi” olarak mahkûm ediliyor; sorun sanki bu ülkelerin kendi yapısal bozukluğundan kaynaklanıyormuş gibi sunuluyor. Oysa sorun, dünya ekonomisindeki yapısal bozukluklarda.

Dünya ekonomisinde, yaşanmakta olan krizin niteliğini iyi belirlemek gerekiyor. Bu kriz son aylarda oluşan finansal sorunlardan daha derin nedenlere bağlı, aslında bir talep krizi. 1980’lerden itibaren kârların hızla yükselmesi, bu kârların çok başarılı bir şekilde yüksek teknolojilere yatırılması üretkenliği arttırdı. Ücretler ise 1970’lerden beri yükselmiyor. Gelir dağılımının bozulması, yani ücretlerin kârlara oranla azalmasıyla birlikte üretkenlik artışı da işin içine girince, dünyada gelirin dağılımında çok ciddi bir dengesizlik ortaya çıktı. Bu dengesizlik gerek gelişmiş, Birinci Dünya ülkeleri içinde, gerekse birinci ve azgelişmiş, Üçüncü Dünya arasındaki gelir dağılımını bozuyor.

GELİR EŞİTSİZLİĞİ

Serbest piyasa fetişizmi, hem ülkeler arasında, hem de tekil ülkeler içinde gelir dağılımı eşitsizliğini derinleştirdi.

1980’den 1995’e dünya GSMH’sı 10.9 trilyon dolardan 28.8 trilyon dolara çıktı. Dünya nüfusunun yüzde 16’sının yaşadığı yüksek gelirli ülkeler 1980’de dünya gelirinde yüzde 72 pay sahibi iken 1995’te bu pay yüzde 80’e çıktı. Yani küreselleşme süreci gelişmişlerden yana işledi. Bu yılda ABD, dünya gelirindeki yüzde 25’lik payını korurken, Japonya’nın payı yüzde 9.8’den yüzde 18.3’e çıktı. Japonların kişi başına geliri 15 yılda 9 bin 800 dolardan 40 bin dolara yükseldi. Almanya’nın da 15 yıldaki payı yüzde 7.5’tan yüzde 8.7’ye çıktı. Buna karşılık aralarında Türkiye’nin de yer aldığı orta gelirli ülkelerin dünya gelirindeki payı 1980’de yüzde 22.8 iken, 1995’te yüzde 11.5’e geriledi.

Kişi başına gelirin 430 dolar olduğu ve gelişmiş ülkelerin ortalama gelirleriyle 57 kat farkın yaşandığı düşük gelirli ülkeler dünyası, yeni dünya düzeninde daha da yoksullaştı. Bu grupta 3.2 milyar insan yaşıyor ve bunların 1980’de dünya gelirindeki payları yüzde 7 dolayında iken, 15 yılda yüzde 5’e indi.

Dünyanın zenginleri ile yoksulları arasındaki gelişmişlik farkı artmakla kalmıyor, ülkelerin kendi içinde de sınıflar arası gelir eşitsizlikleri tırmanıyor. Dünyanın en büyük ekonomilerinden Brezilya, gelir eşitsizliğinde başı çekiyor. Nüfusun en zengin yüzde 20’si gelirin yüzde 64.2’sine el koyarken, en yoksul yüzde 20 nüfus, yüzde 2.5 ile geçinmeye çalışıyor. En adaletsiz gelir dağılımı 100 kabul edildiğinde Brezilya’nın gini endeksi 60.1. Gelir eşitsizliğinin ölçüsü olan gini endeksi Guetamala, Paraguay gibi Latin Amerika ülkelerinde de ’60’larda. Sonra 58.4 ile Güney Afrika geliyor. Meksika 50.3, Türkiye 49.0 ile en adaletsiz gelir dağılımına sahip ülkelerden. Doğu Asya’nın krizdeki ülkelerinden Malezya’da bu oran 48.4, Tayland 46.2. Gelişmiş ekonomilerden ABD’de gini endeksi 40.1. ABD’de en zengin nüfus gelirin yüzde 45.2’sine el koyarken, en yoksul yüzde 20, yüzde 4.8’lik gelirle geçiniyor.

Global düzeyde gelir uçurumunun büyüdüğü bir gerçek. Aslında basit bir kriz dinamiğiyle karşı karşıyayız. Üretkenlik ve üretim artarken, ücretler, dolayısıyla tüketim yeteri kadar artmıyor.

Bu durum tabiî J. M. Keynes’i gündeme getiriyor. Keynes’in en önemli katkısı, 1930 krizindeki gibi talep yetersizliğinden kaynaklanan kriz durumlarında talebi arttırıcı önlemleri önermesiydi.

Bugün de dünya çapında Keynesçi politikalara ihtiyaç var.

Ama Keynesçi politikaların oluşmasını önleyen kurumsal yapılar da var. Özellikle IMF’den, yani Uluslararası Para Fonu’nun politikalarından kaynaklanan sorunlar var. IMF, bundan 52 yıl önce dünya ticaretinde altına dayalı dolar kurunu devam ettirmek üzere kuruldu. Bu rejim bozulduktan sonra, kendisine yeni bir misyon aradı ve bu misyonu da 1980’lerin borç krizi sırasında buldu. Söz konusu kriz, ithal ikameci sanayileşmeyi sürdürmeye çalışan Üçüncü Dünya ülkelerinin, gelişmelerini bu borçlarla sürdürdükten sonra bunları ödeyememelerinden kaynaklandı.

IMF bu ülkelere daha az harcama, böylece borçları ödeyebilme; bu önlemler karşılığında kredi kullandırma yolunu izledi.

Şimdilerde IMF, bugünkü kriz içindeki ülkelere girip çıkan fonların denetlenmesini, vergilendirilmesini kesinlikle engelliyor. Talep yaratmaya yönelik politikaları engelliyor. Devalüasyona gidilmemesini, faiz oranlarını yükseltmeyi, sıkı bütçeyi öneriyor. Bunlar, Keynesçi politikaların tam tersi öneriler.

Yani, IMF hâlâ enflasyonla mücadeleyi önplanda tutuyor, oysa dünyada deflasyon tehlikesi var. Faizlerin yükselmesi, Türkiye’de olduğu gibi reel faizin yüzde 40’larda dolaşması halinde, yatırım yapılmayacak, talep büsbütün düşecektir. IMF spekülatif para giriş çıkışını kontrol etmeye yönelik herhangi bir mekanizma önermediği için krizi derinleştirici politikalarda, körün değneğini bellemesi gibi ısrar ediyor. Bu da büyük bir sorun yaratıyor.

1929 KRİZİ VE BUGÜN

Dünya ekonomisi daha önce de krizler yaşadı. Son yılın gelişmeleri 1929 ve sonrasında yaşananlara benzetiliyor. 70 yıl önce de ilk darbelerden sonra durgunluğun bunalıma dönüşüp dönüşmeyeceğini, bunalımın ne kadar süreceğini kestirmek kolay değildi. 1931 ve hattâ 1932 yılına kadar Türkiye dahil pek çok ülkede bunalımın yakında sona ereceği beklentisi vardı. Önümüzdeki durgunluk ya da bunalımdan ne zaman çıkılacağını izlenecek iktisat politikaları belirleyecek.

1929 sonrasında yapılan en önemli hatalardan biri piyasa mekanizmasına ve o dönemde bu ilkeleri simgeleyen altın standardına sıkı sıkıya yapışmak olmuştu. Piyasacılığın ulusal ekonomileri ve dünya ekonomisini düzlüğe çıkaracağı inancı içinde çok fazla beklenilmişti. Önümüzdeki dönemde ise dünya ekonomisinin parçalanmasına, ulusal ekonomilerin kendi içlerine kapanmalarına izin vermeden yapılabilecek çok şey var. Örneğin, kısa vadeli sermaye hareketlerine sınırlamalar getirmek, uluslararası likiditeyi arttırmak ve gelişen ekonomilerin dış borç sorunlarına çözüm aramak gibi..

1930’lardan çıkarılacak en önemli derslerden biri de dünya ekonomisini canlandırmak için uluslararası koordinasyonun ve koordinasyonda önder olarak görev yapacak ülkenin üstleneceği sorumluluğun büyüklüğü. 1930’larda İngiltere hegemonik güç olmaktan uzaktı, zayıflamıştı. ABD ise henüz bu misyona hazır değildi. Bu nedenle önderlik rolüne kimse sahip çıkmadı.

Bugün de koordinasyon ve önderlik için gerekli siyasal iradeyi oluşturmak kolay değil.

AB, kendisini Euro’ya geçiş sürecine odaklamış durumda. Ayrıca ekonomileri hâlâ büyümekte. Dünya ekonomisi ve finans piyasaları üzerindeki baskıyı hafifletmek için faizlerin düşürülmesi gibi girişimlere soğuklar.

Önderlik rolü son tahlilde ABD’de kalacak görünüyor. 1929 krizine kıyasla bugün hem iktisatçılar ve hem de Clinton yönetimi nelerin nasıl yapılması gerektiğini iyi biliyorlar. Ancak ekonomi bilgisi ile siyasal irade arasında önemli bir kopukluk var.

Öncelikle Doğu Asya’daki olumsuz gelişmelerin henüz başlarında olduğumuzu dikkate alırsak, dünya ekonomisinin 1999’da yavaşlaması kaçınılmaz gözüküyor. Durgunluğun ne kadar süreceğini bunalıma dönüşüp dönüşmeyeceğini ise oluşturulacak iktisat politikalarının niteliği belirleyecek. Durgunluğun 1930’lardaki kadar derinleşmesine imkân verilmeyeceğini söyleyebiliriz. Ancak verilecek tepki ve bunun koordinasyonu konusunda geç ve yetersiz kalınma tehlikesi ciddi bir olasılık.

1930 krizi bazı reaksiyonlar doğurdu. Ekonomiler içe kapandı. Şimdi merak edilen bir soru, benzer bir reaksiyon doğabilir mi, otarşik ekonomilere dönüş olabilir mi şeklinde.

Bu ihtimal uzak değil. Globalleşme, gelir dağılımı bozukluğuyla sonuçlandı. Bu, nüfusun çoğunluğu için bir dışlanma anlamındaydı ve bunun getirdiği birtakım rahatsızlıklar var. Demokrasinin yayılmasında yavaşlama, yeniden otoriter rejimlere dönüş de uzak bir ihtimal değil. Dünya ekonomisindeki kurumsal reformlar gerçekleşmezse, ekonomiyi, giderek toplumu hizaya sokmak isteyen güçler sahneye çıkabilir.

VE TÜRKİYE

Türkiye, krizin etkilerini başlangıçta hemen hemen hiç hissetmedi. Avantajlı bir konumu, rezerv birikimi vardı. Asya kadar dışa açık değildi. 1994 krizi gibi bir tecrübe ve yeni yaşanmış bir “yıkıcı yaratıcılık”tan çıkılmıştı. Bizde kriz Rusya ile birlikte başladı. Ticari anlamda ciddi bir daralma yaşandı. Daha da ötesi, finansal piyasalarda tam bir kuraklık oldu. Ciddi bir para büyüklüğü dışarı çıktı. Şimdi finans piyasaları açısından bakarsak bu da faiz yükselten, likiditeyi sıkıştıran bir durum. Yüksek faiz tahmin edilenden çok daha büyük bir yansıma yaratıyor. Bunun bedeli ciddi bir durgunluk, hattâ dozunu kestiremediğimiz bir depresyonla ödenebilir. Nitekim, ekonomi bu yılın ikinci yarısından itibaren belirgin bir şekilde yavaşladı. Büyüme hızı yüzde 9’dan yüzde 4’e, sonra da yüzde 1.6’ya düştü. 1998’in son çeyreğinde büyüme hızı belki de negatife doğru indi. 1999’un ilk çeyreği açısından da bu geçerli. Bu istihdam kaybı kaçınılmaz. İşçi çıkarmalar, işyeri kapamalar, zorunlu tatiller krizin göstergeleri.

Küreselleşme denen süreç, yarattığı sonuçlara karşı içeride ulusal bir iktisat politikası izlemeyi güçleştirmiş durumda. İktisadî büyüme, sermaye girişi arttıkça gelişiyor. Kısa vadeli sermaye girişi, bir yandan ekonomiyi canlandırıyor, ama öte yandan temel dengeleri bozuyor. Enflasyon baskısı yaratıyor. Bu sürecin kontrolü daralmacı bir iktisat politikasına tekabül ediyor. Faiz oranları yükseltiliyor, harcamalar azaltılıyor, ekonominin hızı, fiyatlar üzerindeki basıncın düşmesi bekleniyor. Ama öyle olmuyor. Faiz yükseldikçe faize yabancı sermaye akışı yaşanıyor. Ekonomiyi yavaşlatayım diye daraltıcı bir politika uyguladıkça küresel sermayenin buna tepkisi tam tersi bir sonuç doğuruyor, yabancı sermayeyle büyüme hızlanıyor. Öte yandan, durgunluğu aşmak için faiz oranı indiğinde, dışarıya sermaye kaçmaya başlıyor. Ulusal ölçekte başına buyruk davranmak pek mümkün olmuyor.

Sonuç olarak, Türkiye bugün dışarıdan sermaye girişine mahkûm görünüyor. IMF zaten o bağlamda işin içine giriyor. Seçime kadar biraz çalkalanarak gidilir gibi görünüyor. Seçimden sonra IMF ile masaya oturulması ihtimali var. Ekonomik krizin etkilerinin de bu süreçten sonra yavaşlaması bekleniyor. Dünya krizi de yavaşlıyor gibi, ama krizi derinleştirebilecek bazı tehditler de var. Brezilya’ya büyük para akıtıldı ama parayı verenler dahil kimse ne olacağından emin değil. İkincisi ABD, Dow Jones’un şiştiğinden ve patlama ihtimalinden bahsetti. Sistem, Rusya’dan da vazgeçmiş görünüyor, ama burada takılan 700 milyar dolar var. Esas korku Çin’de. Kriz derinleşir ve Çin’i vurursa, o zaman seyredin gümbürtüyü...

MUSTAFA SÖNMEZ