Milliyetçilik ve Yeni Sahiplik Yapısı Kıskacında Türk Medyası

I. GİRİŞ

Savaşı çelişkinin en belirgin, en açık ve en çarpıcı biçimde yaşanan şekli olarak tanımlayabiliriz. Bu yüzden, pek çok sorun ve durum savaş koşullarında daha net bir şekilde görülür, en kaba haliyle ortaya çıkar ve gizlenemeden yaşanır. Akılcı, insanî çözümler konusunda tamamen çaresiz kaldığımız savaş ortamlarının, geleceğe ve daha iyiye yönelik dersler çıkarmak açısından mükemmel bir laboratuvar olmasıyla avunabiliriz.

Son birkaç aydır Türkiye’yi medyadan izleyenler bir savaş durumu olduğu sanısına kapılabilirler. Çete savaşları, kaset savaşları, Suriye ile savaş, İtalya’ya karşı her türlü ölçüyü aşan gösteriler, linç girişimleri... Bu görüntülerden hazzetmek için insanın çıldırmış olması gerekir. Ama bir açıdan da bakınca, ‘98 sonlarında yaşananları, medyanın durumuna ilişkin bazı çarpıklıkları gözler önüne serdiği için, hayırla anmak mümkün. Son derece öğretici olan bu gelişmelerden birincisi Öcalan’ın Suriye’den ayrılışı ile başlayıp İtalya’da “tutuklanması” ile devam eden süreç. Bu süreçte milliyetçiliğin açmazları ve medyayı içine düşürdüğü irrasyonel, traji-komik durumlar var. İkincisi ise, yeni medya baronu Korkmaz Yiğit’in Çakıcı kaseti ile başlayıp hükümetin düşmesine kadar varan süreçtir. Bu süreç ise, yeni sahiplik yapısının medyaya dayattıkları açısından oldukça öğretici.

Yunanistan’la ilişkilerimizde hep yaşadığımız ve Kardak kriziyle de doruk noktasına ulaşan medyamızın savaş çığırtkanı tavrını, ’98 Eylül’ünün sonlarından itibaren Suriye ile yaşanan sorunda da gördük. Önde gelen gazetelerimiz ve büyük televizyon kanallarımız olayı en heyecanlı ve vurucu biçimiyle vermek için adeta birbirleriyle yarıştılar. Batılıların “If it bleeds, then it leads” (Kan varsa manşet olur) şeklinde formüle ettikleri dehşet haberciliğinin en güzel örneklerini sundular. Bu ülkenin her vatandaşı, bu arada “düşman”ın karar merkezleri de, ordumuzun bir günde Suriye’nin bir ucundan girip öbür ucundan çıkabileceğini, havadan başlatılacak bir harekâtla önce hangi hedeflerin vurulacağını, Suriye radarlarının nasıl felç edileceğini büyük gazetelerimiz sayesinde öğrendiler. O toz duman içerisinde, kimse aklı başında askerlerin gerçekten olası bir savaşa ilişkin bu türden “doğru” bilgileri gazetecilere ulaştırmayacağını düşünmedi. O tür haberlerin kaynağının kim ve neresi olduğuna ilişkin bilgilerin yokluğu da önemsenmedi. Bir kez savaş tamtamları çalınmaya görsün, gürültüden sağduyu çağrılarının duyulması olanaksız olmakla kalmaz, sağduyu çağrısı yapanlara da kolayca ve hemencecik “vatan haini” damgası yapıştırılıverir.

Basının dördüncü güç olması, onun yasama, yürütme ve yargıdan oluşan üçlü iktidar yapısını kamu adına denetlemesi anlamına gelir. Yani, dördüncü güç olma durumu bir tür karşı-iktidar olma durumudur. Devleti yönetenlerin oluşturduğu ulusal ve uluslararası politikalar, başka ülkelere karşı alınan tavırlar bu durumda bir istisna teşkil etmez ve gazeteci bu tür durumlarda da halkın haber alma hakkını her şeyin üzerinde tutar.

Şiddeti özendirmek, insanları birbirlerine düşürücü, düşmanlık duygularını besleyen yayınlar yapmak, kan dökülmesine çağrılar çıkarmak gazeteciliğin en temel ilkeleriyle çelişir. Oysa, son dönemde yaşananlar; uçağa “Apo’yu almaya gidiyoruz” diye binmeler, basın toplantısında İtalyan gazetecilerin dışişleri bakanına sorduğu soruya bakandan önce cevap vermeler, Galatasaray-Juventus maçı ertelendiğinde “Eşşoğlu eşşekler” diye maşet atmalar, bir ülkenin başbakanının D’Allema olan ismini “Dallama” olarak değiştirmeler gazeteciliğin evrensel ahlâki ilkeleri ile pek bağdaşan davranışlar değil. Ancak bunlar, insanların sokaklara dökülmesine ve sonra hemen herkesi ürküten tepkiler vermesine katkıda bulunur. Başka alanlardaki bastırılmışlıklarını, yoksulluğa ve işsizliğe tepkilerini milliyetçi söylemin kendilerine hazırladığı ve güvenlik güçlerinin de hoşgörüyle yaklaştığı risksiz bir zeminde ifade etmelerine hizmet eder.

Gerçekten de, İtalya karşıtı sokak gösterilerinin tozu dumanı biraz yatışınca medyanın birinci gündem maddesinin kabus gibi çöken ve yüzbinlerce insanı işsiz bırakacağı belirtilen ekonomik kriz olması son derece anlamlıdır. Tulgar’ın da (1998) işaret ettiği gibi “Ekonomik krizin giderek tırmandığı ve alım gücünün düştüğü bir toplum işte bu gösterilerle vandalizmle tanışıyor. ‘Haklı tepkisi’ni gösteren ‘vatandaş’ elde etmek için her gün kan ter içinde kaldığı ve yine de elinden kaçırdığı İtalyan mallarına -İtalyan olması önemli mi?- bu kez şiddetle yaklaşıyor ve özel mülkiyetine almakta zorlandığı malın kamusal tahrip edilişine katılıyor.”

Gösterilerin birden bire bütün ülkeyi sarmasının tek sorumlusu medya değilse de, yaşananlarda olayların medyada yansıtılış biçiminin etkisi olduğu kuşkusuz. Gazetecilik mesleği açısından asıl üzerinde durulması gereken “bir toplumsal histeri ve linç psikolojisi” içinde sokağa dökülen kitlelerin tepkilerinin “doğal spontan tepkiler” olup olmadığı değil, “mevcut tepkinin” medya tarafından nasıl tahrik edilip körüklendiğidir. “Açıkça kışkırtılan bir nefret, hızla militarist ve şoven bir söylemde bütünleşmiş ve bu bileşim tehlikeli bir kitleyi sokağa dökmüştür. Daha ileri giderek, medya ağır bir psikolojik baskıyı herkesin omuzlarına yüklemeye başlamıştır” (Kahraman, 1998). Reklam filminde İtalyan makarnasına kan damlatılınca; sokaklarda bayrak yakılması, ipe çekilmiş Öcalan maketlerinin ateşe verilmesi, İtalyan meyvelerinin çiğnenmesi ve 70’inde oldukları kuşkulu “İstiklal gazilerinin” İtalyan elçiliği önünde havaya ateş etmeleri medya tarafından insanları özendirecek şekilde aktarılınca, Metin Yurtsever adlı HADEP’linin linç edilmesinde ya da 18 yaşındaki Hamit Çakır’ın açlık grevi yaptığı HADEP binasında gözaltına alındıktan sonra “kalp krizinden” ölmesinde de medyanın sorumluluğu tartışılmaya başlanır.

Nitekim, son olaylar gazete sayfalarında ve köşe yazılarında mesleki ilkelerin, meslek ahlâkının, gazetecilerin neleri yapıp neleri yapamayacağının yoğun bir şekilde tartışılmasına yol açtı. Bazı şeyleri gazetecilik adına yapanlar olduğu kadar, yapılanlara gazetecilik ve meslek ahlâkı açısından karşı çıkanlar olduğu da görüldü.

II. BİR ÖZGÜRLÜK SORUNUDUR AHLÂK

Kimi kuramcılar gazetecileri alkoliklere benzetiyorlar (Day’den aktaran Büker, 1996: 128.) Bir alkoliğin tedavi olabilmesi için öncelikle alkolün problem olduğunu kabul etmesi ve tedaviye gerçekten istekli olması gerekiyor. Mesleki ilkelerin ihlâli konusunda artan şikâyetler, eleştiriler ve özeleştiriler gazetecilerin problemi kabullendiklerini gösteriyor. Ama yine de bir ilerleme yoksa basın ahlâkı sorununun gazeteciler dışında da pek çok nedeni olan karmaşık bir konu olduğunu kabullenmek gerek (Tılıç, 1996).

Medya ve etik konusuna biraz alaycı yaklaşanlar, gazetecilik ve etik kavramlarının biraraya gelemez olduklarını ileri sürerler. Gerçekten de, gazeteciler mesleklerini icra ederken “bir meslek grubu olarak kendilerinden beklenen standartlara” erişmekte zorlanıyorlar. Ancak bu, etik ve gazetecilik kavramlarının biraraya gelmezliğini değil, mutlaka biraraya gelmeleri gerektiği savını güçlendirir. Gazetecilik etik değerlerle çok sıkı ilişki içinde anılan mesleklerin başında gelmektedir. Özgürlük, demokrasi, objektiflik, doğru, özel hayat ve dürüstlük gibi gazetecilik pratiğinin temel kavramları doğrudan doğruya etik değerlerin ifadesidir (Belsey ve Chadwick; 1992: xx).

Ansiklopedik olarak etik, “insanlar arasında yer alan değerleri, ahlâki bakımdan iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış olanın niteliğini ve temellerini araştıran felsefe dalı” olarak tanımlanmakta. Gündelik yaşamda ahlâk anlamında da kullanılan etik değerler, bir otorite tarafından konulmazlar. İnsan ilişkilerinin ve insan aklının bir süreç içerisinde biriktirdiği deneyimlerden çıkarlar. Bu yüzden bir meslek ahlâkı, ya da bir mesleki kurallar bütünü, ancak o mesleğin icracılarının ortak pratiğinin ürünüyse geçerli olabilir, dışardan dayatılamaz.

Ahlâkın ya da etikin; kültürel olarak tanımlanan, toplumsal yaşam açısından zorunlu olan ve görece bir “iyi” ve “kötü”, “doğru” ve “yanlış” davranış biçimleri üzerine oturduğunu belirtmiştik. Bu davranış biçimleri bireye içseldir ama bireyler tarafından subjektif olarak yaratılmazlar. Ahlâk kişisel olarak tanımlanan ve belirlenen bir politika ya da davranış kuralları değildir. Etikin bir hedefi de belli bir mesleğe ilişkin davranış kuralları (kurallar bütünü) oluşturmaktır. Bu yapılırken; barışa, özgürlüğe, özel yaşama saygıya, adil davranışa, zarar vermekten kaçınmaya ve kamu yararına ilişkin duyarlılıklar geliştirilir. Bazı insan faaliyetlerinin kendi içsel hedefleri vardır ve bu hedefler o faaliyetin, o mesleğin icrasının, doğrudan varlık nedenidir. Nasıl sağlık tıbbı tanımlayan bir iç hedefse, doğruyu söylemek de gazeteciliği tanımlayan içsel hedeftir. Gazeteciliğin anayasası doğruyu söylemektir (O’Neil; 1992: 19). Bu yüzden, gazetecinin doğruyu söylemesi önündeki her engel bu meslek pratiği açısından “kötü”dür ve bir mesleki ahlâk sorununa işaret eder.

Ahlâk, asıl olarak, bir bireyin kendisine ve diğerlerine karşı şahsi görevlerini tanımlar ve kişisel bir sorumluluktur. Bu yüzden de özgürlükle doğrudan ilgilidir. Davranışlarından kendi sorumlu olmayan insanların, özgür olmayan insanların etik değerlere uymak ya da uymamak konusunda yargılanmaları olanaksızdır. Bu noktada bir gazetecinin ne kadar özgür olduğu, kendi davranışlarından ne ölçüde kendisi sorumlu olduğu önem kazanmaktadır.

Kürşat Başar (1998) meslektaşlarının bazı koşullar altında belli işleri yapmak zorunda kalmalarını anlayabiliyor ama daha fazla para kazanmak için etike aykırı davrananları ve bunların da “halk böyle istiyor” gibi sözler ardına gizlenmesini anlayamıyor. Birinci durumda söz konusu olan “bazı koşullar” insanın özgürlüğünü ortadan kaldırmış olabileceğinden o kişiye davranışının ahlâki sorumluluğunu yüklemekte zorlanabiliriz, ama “daha fazla para kazanmak için” doğruyu söylemekten vazgeçmek gazetecinin bireysel tercihidir ve bu onun gazeteci sayılmamasını getirecek kadar ciddi bir ahlâki sorumluluktur. Başar’ın da dediği gibi, “Son zamanlarda iyice yerleşmiş bir anlayış var. Bu da, duruma, koşullara, daha çok para kazanma isteğine, başkalarının da öyle olmasına bağlı olarak kişilik değiştirmenin doğal karşılanması. Profesyoneller beğenmedikleri ve binmedikleri bir arabayı imal etmeye devam edebilirler. Tabii en azından onu beğenenlerin asgari koşullarını yerine getirerek. Ama beğenmediğiniz ve inanmadığınız bir yazıyı yazamazsınız”.

Ahlâkın özgür insanlara özgü bir kavram olduğu ve gazetecilik mesleğinin karşı karşıya olduğu her şeyin temelinde özgürlük sorununun bulunduğu, TGC’nin hazırladığı Hak ve Sorumluluklar Bildirgesi’nde de vurgulanıyor. Bildirgeyi hazırlayanlardan Umur Talu, her şeyi bir özgürlük sorunu olarak ele aldıklarını şöyle ifade ediyor: “Birkaç boyutta; kamu otoritelerinin, devletin karşısında, işletme içinde ve kendisi memnuniyetle kabullense de vicdanında tahribata yol açan çeşitli çıkarların, tabuların karşısında özgürlük. Bu üç boyutlu özgürlük madalyonunun hemen arkasında kamu kaynaklı baskılar var. Bu geleneklerin, toplumdaki hâkim ideolojinin ya da işletme yapısının baskısı olabilir. Sorun gazetecinin bu her ikisine zoraki ya da gönüllü uyumu, bunları kabullenmesi, reddedip mücadele etmemesi, daha da beteri bunları içselleştirip doğru görmesinde” (Günçıkan, 1998).

Gazetecileri zorlayan ve mesleki ilkelere uygun davranmaktan alıkoyan devlet ve iktidar baskılarının üzerinde çok durulmuştur. Ancak, bu yazıda son aylarda yaşananlar çerçevesinde, bütün bir toplumu saran milliyetçilik dalgasının ve yeni sahiplik yapısının, yukarda genel çerçevesini çizdiğimiz ahlâk sorunu açısından gazetecileri ve medyayı nasıl “kötü” davranış biçimlerine ittiğine bakacağız.

III. MEDYADA YENİ SAHİPLİK YAPISI VE YİĞİT OLAYI

“1980’lerden sonra, ... medya sahipliği yapısında köklü bir değişim yaşandı. Geleneksel sahiplik yapısı, yerini yeni sahiplik yapısına bıraktı... Yeni sahiplik yapısının, hem aşırı ticarileşme biçiminde bütün iletişim sürecini, hem de birey olarak gazetecileri doğrudan etkilediği görülüyor” (Tılıç, 1998: 245).

Medyaya en son giren işadamlarından olan Korkmaz Yiğit’in macerası, 1980 sonrası Türk medyasına hâkim olan yeni sahiplik yapısının doğasını kavramak açısından oldukça öğreticidir. Önce bu öyküyü, 11 Kasım ‘98 akşamı Kanal 6’da yayımlanan kasetten ve Yiğit’in kendi ağzından dinleyelim. Yiğit, o kasette, Cindoruk ve Cefi Kamhi aracılığıyla Başbakan’la görüştüğünü, bu görüşmeden sonra işadamı Kamuran Çörtük’ün kendisini aradığını ve 412 milyon dolara almaya hazır olduğu Türk Bank’ı kendisine 380 milyon dolara alma karşılığında kendisinden bir televizyon istediğini anlatıyordu:

“Çörtük’e Tarabya Oteli’nde bu ihaleye girebileceğimi ifade ettim... etkilendiğini söyledi. Arkasından ‘Beni Kanal E’ye ortak eder misin?’ dedi. Ben de ‘Genç TV ve Kanal 6 ile görüşüyorum’ dedim... Daha sonra ‘Sen (Türk Bank için) 415-420 milyonu gözden çıkarmışsın. Biz 380 milyon dolara almanı sağlayacağız. Ya Genç TV’yi alıp bize vereceksin, ya Flash TV’yi alman lazım...’ dedi. Bu konuşmada Kamuran Bey, Başbakan’ın Gazi Erçel’i aradığını ve ‘370-380 milyon dolara bitirmeliyiz’ dediğini anlattı... Ardından... Genç TV’nin devrini Çörtük’e yaptık... İhale günü geldi... Kamuran bana ‘Erol Aksoy’un fazla asıldığını’ söyledi... Erol Aksoy için bir dosya verdi. ‘Bu dosyayı televizyonda yayınlatırsın, Erol Aksoy asılamaz ihaleye’ dedi. Bu arada Kanal 6 için de bir istek geldi. Bunu yaptıramayacağımı ifade ettim... Radikal ve Posta’nın alımı için temasımız oldu. Yeni Yüzyıl’la da vardı. Kamuran Bey ‘Muhakkak gazete gerekli’ dedi. ‘Radikal mi, Posta mı, Yeni Yüzyıl mı?’ dedim. ... ‘Radikal ve Posta’ dedi. Ancak onlar 150 milyon dolar, Yeni Yüzyıl 75 milyon dolardı. O arada bize Milliyet’i önerdiler. Başbakan’ı aradım. Heyecanlandı. Muhakkak alınmalı dedi. Güneş Bey’e de söyledim. O bozuldu. ‘Neden önce Başbakan’a söyledin’ dedi. ‘Böyle olursa yardımcı olamam’ dedi. O da heyacanlandı. ‘200 milyon nakite ihtiyacım var’ dedim. Sonra Amerika’ya gittiler... Bu arada Milliyet’e sürekli para ödüyoruz... Güneş Bey’den para yok. Başbakan’ı Amerika’dan aradım. ‘Benim sizden katkı gelip gelmeyeceğini bilmem ve ona göre davranmam lazım’ dedim. Başbakan ‘100 milyonu Yapı Kredi’den aldığını düşünüyordum. Hayrete düştüm’ dedi.”

Yiğit’in anlattığı bu öyküyü Başbakan Mesut Yılmaz reddediyor. Ancak, koalisyon ortağı Bülent Ecevit’ten başkasını ikna edebilmiş değil. Deniz Baykal, Arena programında, Yiğit’in satın aldığı iki televizyon kanalına yapılan atamalarda hükümetin siyasî telkini olup olmadığını sordu ama Yılmaz’dan yanıt almadı.

Necati Doğru, 19.11.98’de Sabah’taki köşesinde “kasetler, TV konuşmaları, ortaya dökülen ilişkiler, açığa çıkan isimler birbirine bağlandığı zaman; Başbakan Mesut Yılmaz, Bakan Güneş Taner, Hüsamettin Cindoruk, Başbakan’ın yakın arkadaşı ve cumhurbaşkanının kayınçosunun ortağı işadamı Kamuran Çörtük, İstanbul milletvekili Jefi Kamhi ‘Korkmaz’ı banka almaya, büyük medya patronu olmaya itekleyen, teşvik eden, yol gösteren, akıl veren, öğütleyen, ilişki ayarlayan yıldız isimler topluluğu olarak toplumun hafızasında yerlerini aldılar” diye yazdı.

Pek çok gazetecinin, Yiğit olayının ANAP’a sadık bir medya grubu yaratmaya yönelik bir hükümet operasyonu olduğundan kuşkusu yok. Radikal’den İsmet Berkan’a göre (14.11.98); “Yiğit’e destek veren güç yani hükümet bu çeşit istekleri olan bir işadamından, muhtemel kişisel kazançlar dışında, birkaç şey bekler: Seçim harcamlarını, parti harcamalarını finanse temesini, elindeki gücü hükümetin emrine vermesini. Korkmaz Yiğit de büyük ölçüde bunları vaat etmişti. Nitekim bu vaatlerin en büyüğü Korkmaz Yiğit’in medyadaki yatırımlarının nisan ayındaki seçimlerde yapacaklarına ilişkindi herhalde.”

Yiğit müthiş bir hızla girdiği medya sektöründe inanılmaz adımlar atarken, büyük paralarla büyük gazeteciler transfer etmeye de çalışıyordu. Birlikte çalışmak istediği isimlerden biri de Hürriyet Ankara temsilcisi Sedat Ergin’di. Ergin, Yiğit’le görüşmesini anlattığı 12.11.98 tarihli yazısında bu işadamının sektöre neden girmek istediğine de kendi ağzından açıklık kazandırdı. Yiğit birlikte çalışmak istediği Ergin’e şunları söylemişti: “Ekonomik olarak büyüdüğünüz zaman size sağdan soldan sataşmalar olur, üstüne gelirler, sizle uğraşırlar. Ancak elinizde medya gücü varsa, bu sizin açınızdan caydırıcılık yaratır. Bu savunma amaçlıdır. Size saldıramazlar.” Bu sözler Ergin’i, “Yiğit’i medyaya yönelten temel saik ne para kazanma arzusu, ne de patron olmaya yönelik bastırılmayan bir hırs. Basın onun için ekonomik olarak büyürken kendisine gelebilecek saldırıları göğüsleyebilmek için gerekli stratejik bir araçtı” sonucuna götürmüştü.

Şimdi, Yiğit’in öyküsüne kısa bir ara verip, Avni Özgürel’in 2 Kasım ‘98 tarihli Radikal’de yazdıklarına bakarak Kanal 6 televizyonunun Yiğit’ten önceki sahibi Mehmet Kurt’a dönelim: “Kurt’un medya sektörüne girme sebebi İstanbul Zeytinburnu’ndaki arazisiyle ilgili sıkıntısını ortadan kaldırmaktı. Kurt burada Balkanların en büyük iş merkezini inşa etmek istiyordu, ama arsa ihtilaflıydı ve imar problemleri dahil karmaşık hukuki ihtilaflara ek olarak önemli bir hisse Emlak Bankası’na aitti. Kanal 6 Mehmet Kurt’un kontrolüne geçtikten sonra, televizyon bu projenin ne denli göz kamaştırıcı olduğuna ve engellemenin vatan hainliğinden farksız olduğuna ilişkin pek çok haber yayınlandı.”

Özgürel, Kurt’un Erbakan-Çiller ve Anasol-D koalisyonu süresince sorunu çözmek için Ankara’da nasıl çaba sarfettiğini, Kanal 6’yı önce Jet Pa’ya sattığını ancak bu satışa dinci çevrelerin medyada güçlenmesine karşı çıkanların engel olduğunu, sonra da ilk etapta 2.5 milyon dolar alıp Korkmaz Yiğit’e sattığını ve Ankara’ya gidip “birilerinin önüne Korkmaz’dan aldığı paraları atarak ‘Halledin artık şu Emlak Bank işini’ “ dediğini ve “bedeli mukabili her işin taşeronluğunu üslenmeye hazır siyaset timi”nin daha önce 50 milyon dolar istenen arsa fiyatını 20 milyon dolara indirdiğini anlatıyor. Ancak, Yiğit devrilince, 20 milyonu olmayan Kurt’un çekleri imzalayan kızı tutuklanır ve kendisine de yurtdışına çıkış yasağı konur.

Kurt’un neden medyaya girdiği görülüyor, Yiğit de kendi söylemişti. Bu sahiplik yapısı içinde gazetecilik ilkeleri, eğer gazeteciler örgütlü de değilse, nasıl hayata geçirilebilir? Ve sorulup yanıtlanması gereken bir başka soru: “Daha büyük medya kuruluşlarının sahibi olan daha büyük işadamlarının medya sektörüne girişleri ardındaki dürtü çok mu farklıdır?” (Tılıç, 1998: 248).

Bu sorunun yanıtını okuyucuya bırakıp, Yiğit’in öyküsüne ve onun gazetecilikteki yansımalarına dönelim. Milliyet Gazetecilik AŞ ve AD Yayıncılık AŞ’nin toplam 310 milyon dolar değer biçilen hisselerin çoğunluğu Yiğit grubuna devredilince gazeteciler arasında bu paranın kaynağı konusunda spekülasyonlar da yapılmaya başlandı. Yiğit daha Milliyet’i almadan hemen herkesin kulağına giden bu spekülasyonların temelinde “kara para”, “Yahudi sermayesi” ve “çete” gibi kavramlar vardı. Bundan Milliyet çalışanları da rahatsızdı kuşkusuz. Hemen hepsi satış gerçekleştikten sonra, eski patron Aydın Doğan güzellemesi yazılar yazdılar. “Sevgili Aydın Bey’i temiz ve hoş anılarla” uğurlarken, “Sayın Korkmaz Yiğit’e ‘hoş geldin’” dediler. Bunlar yazılırken Yiğit hakkındaki söylentilerden herkes haberdardı ve Aydın Doğan’a yönelik övgüler biraz da Yiğit’e mesaj niteliğindeydi: “Sen de böyle ol, yazarlarına karışma, gazetenin ilkelerini çiğnemeye kalkma.”

Yiğit’le ilgili kuşkuların Başbakan yardımcısı Ecevit tarafından dile getirilişi çok sarsıcı oldu: “Perde arkasında bir mafya veya çete ile bağlantılı işadamlarının bazı medya kuruluşlarıyla bankaları olağanüstü bedellerle satın alma girişimleri, bir yandan medyayı ve finans kesimini ele geçirme bir yandan kara para aklama amaçlarını akla getirmiştir... Gerçekten vahim bir durum... Mafya, medya, finans dünyasından yola çıkarak nerdeyse devleti ele geçirme hevesine kapılmış durumda. Buna izin veremeyiz. Adı sanı duyulmamış kişiler olağanüstü yüksek bedellerle medyaya giriyor, finans dünyasına giriyor. Bu bir anlamda devleti ele geçirmek demektir.”

Yiğit-Çakıcı kaseti ve Ecevit’in bu sözleri, başlangıçta yeni patronu kabullenmiş olan Milliyet çalışanları arasında artık Yiğit’le çalışılamayacağı düşüncesini hâkim kıldı. Milliyet bir geleneği olan köklü bir gazeteydi ve basının saygınlığını korumada geleneğin ne denli önemli bir faktör olduğunu kanıtladı. Çünkü, Milliyet’te yaşananlar Korkmaz Yiğit’in diğer gazetesi Yeni Yüzyıl’da hiç yaşanmadı. Orhan Erinç’e göre “Yeni Yüzyıl’ın henüz gelenekleri oluşmamıştı. Ya da gazeteciliğin temel kurallarına aykırı bir yayın politikasının temsilciliğine soyunmuş olmayı gelenek olarak belirlemişti”.

Deniz Som’un, 18 Ekim ‘98 tarihli Cumhuriyet’teki yazısı, Yiğit olayının Milliyet ve Yeni Yüzyıl’daki farklı yansımalarına dikkat çekiyor: “Yiğit’le ilgili ‘kaset’ haberi iki gazetesinde de birinci sayfada küçük bir şekilde yer almış, hattâ Yeni Yüzyıl haberini Yiğit’in açıklamasına ağırlık verecek şekilde düzenlemişti. Milliyet’e gece ekibi geldiğinde gündüz hazırlanan sayfaya itiraz edip Genel Yayın Yönetmeni Derya Sazak’la görüştükten sonra ‘kaset’ haberi manşete taşındı. Yeni Yüzyıl’da ise sayfa değişikliği konusu gündeme gelmediği gibi, o gece Genel Yayın Yönetmeni Okay Gönensin bir grup yazarı alarak Korkmaz Yiğit’in davetine icabet etmek üzere Çırağan’a gitti. Ancak yeni patron yoktu. Yeni Yüzyılcılar tam 1 saat 40 dakika çıtları çıkmadan beklediler. Korkmaz Yiğit geldi. Kimse kasetle ilgili tek kelime etmeden önlerine konan yemeği yedi. Yeni Yüzyıl’ın aralarında profösör ve profölady de bulunan yazarlarının en önemli sorusu ücretlerine yapılacak yeni zamlardı. Yemek bittiğinde bir tek Kerem Çalışkan ‘ka’ diye söze başlamak istedi. Ama ‘set’i getiremeden laf ağzına tıkanıp konu kapatıldı.

Ecevit ‘kara para aklanıyor’ deyince ortalık yine karıştı. Yeni Yüzyıl Ecevit’e karşı Korkmaz Yiğit’in yaptığı açıklamayı çerçeve içine alıp makale şeklinde birinci sayfadan verdi. Milliyet’te ise sayfa çizilirken Yiğit’in açıklaması altta küçük bir şekilde yer almıştı. İlk baskı döndüğünde açıklamanın Yeni Yüzyıl’daki gibi sayfaya girdiği görüldü. Bunun üzerine Derya Sazak sayfayı şehir baskıları için yeniden çizdirdi, Yiğit’in açıklamasını aşağı indirdi ve ardından telefonun fişini çekti.”

Bütün bunlar yaşanırken gösterilecek en somut tepkinin işyerinden ayrılmak olacağını düşünen gazetecilerin sayısı, özellikle alt düzeylerde, hiç de az değildi. Ama, “işsizlik korkusu ve boşta gececek günlerde yaşanacak geçim zorluğu” o adımın atılmasını nerdeyse olanaksız kılıyordu. Gençler sendikal örgütlenme zorunluluğunu bir kez daha hissetiler ama “bu arzunun gerçekleşmesi ağabey durumundaki gazetecilerin vereceği desteğe bağlı”ydı. Örgütsüz ve güçsüz gazeteciler için mesleki ilkelere uygun, ahlâki davranışlar yeni sahiplik yapısının dayattığı koşullarda o denli zorlaşmıştı ki, meslek etikine uygun davranmak adeta “kahramanlık” gerektirir olmuştu. Oysa, iyiyi ve doğruyu yapmak için kahraman olmak gerekmemeli.

Yiğit’in medyaya girişi kadar, 27 Ekim’de sektörden çekilirken yaptığı açıklama da çok öğreticidir: “Medyaya heyecanla girdim. Sonraki hızlı gelişmelerde büyük maddi ve manevi kayba uğradım. Hatalarım olabilir, kusurlarımda; ama vicdanım rahattır. Kısa tecrübemde öğrendiğim bir şey de çok değişik sektörlerde aktif bir işadamının medyada olmaması gerektiği. Bu durum herkesi, en başta gazetecileri ve yazarları zorda bırakıyor. Medyaya çok hızla girdim, aynı hızla çıkmam gerektiği kanısına vardım. Yeni Yüzyıl ve Ateş’i çalışanlara devrediyorum”.

“Kısa tecrübemde öğrendiğim bir şey de çok değişik sektörlerde aktif bir işadamının medyada olmaması gerektiği. Bu durum herkesi, en başta gazetecileri ve yazarları zorda bırakıyor.” İşte altın değerinde bir ders! Bu dersi gazetecilerin de almış olması ve değiştiremedikleri bu durum karşısında, hiç değilse birlikte ve örgütlü durarak mesleki etik kurallara sahip çıkmanın yollarını aramalıdırlar.

Gazetecilerin Korkmaz Yiğit’le birlikte yaşadıkları deneyimin iki sonucundan söz etmek mümkün. Birincisi; Milliyet’te her şeye “evet” denilemeyeceğini ve birlikte karşı çıkıldığında birşeylerin değiştirilebileceğini görmüş ve göstermişlerdir. Bu sonucu olumluluk hanesine yazmak gerek. Ancak, olumsuzluk hanesine yazılması gereken bir sonuç daha vardır. Bunu da, Milliyet’i Korkmaz Yiğit’e neden sattığını Aydın Doğan’dan dinledikten sonra ele alalım.

Doğan, 8 Ekim ‘98 tarihli Milliyet’te, gazeteyi devretme gerekçesini Türk basınında tekelleşme eğilimleri olduğu yolundaki söylemlere ve “bazı gazeteci arkadaşlarının ve meslek kuruluşlarının bu hasmane propagandadan etkilenmesine” bağlıyor ve “... sonuçta kamuoyunda yanlış bir tekel imajı oluşmaya başladı. Bu haksız tutum giderek basının toplum gözündeki imajını olumsuz etkiledi. Sektörün en eskisi ve en büyüğü olarak üzerime ağır bir sorumluluk yüklendiğini hissettim. Yapabileceğim tek şey vardı. Sahibi bulunduğum gazetelerden birini devretmek. İşte 20 yıl boyunca arkadaşlarımla birlikte şeref ve gurur duyarak yayımladığımız Milliyet’i bu nedenle devretme kararı aldım” diyordu.

Gerçektende, Yiğit öncesi, Türk medya çevrelerinde ciddi bir tekelleşme tartışması vardı. Hemen her gazeteci medyaya Bilgin ve Doğan gruplarının hâkim olmasından rahatsızlığını ifade ediyor ve patronlar birbirlerinden eleman almama konusunda anlaşmış olduklarından, “buradan ayrılırsam diğer gazetede çalışırım” gibi asgari bir güvence de bulunmadığı için, çalıştıkları yerlerdeki olumsuzluklara boyun eğmek zorunda kalıyorlardı.

Medyadaki tekelleşmenin yalnızca gazetecileri etkilemediğinin ve diğer sektörlerdeki tekelleşmeye benzemediğinin de altını çizmek gerek. “... medyada tekelleşme varsa bu ‘az sayıda kişi ve kuruluşun’ toplumun kültürel ve siyasal duygu ve düşünceleri üzerinde egemenlik kurarak tüm toplumu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirme imkanının olması anlamına gelir. Milyonlarca insanın, nerdeyse nasıl eğleneceğinden hangi partiye oy vereceğine kadar tüm eylemleri üzerinde bir çeşit kontrol kurma imkânı” anlamına gelir (Katırcıoğlu, 1998a). Hiçbir işadamı “İyi ki rekabet var” diye düşünmediğinden ve rekabet etmemeyi rekabete yeğlediğinden, kapitalist Batı’da da bazı yasa ve düzenlemelerle medya alanında tekelleşmenin önüne geçmeye çalışılır. Örneğin; “Fransa’da hiçbir kimse ya da kuruluş ulusal yayın yapan bir TV şirketinin yüzde 15’inden fazla hissesine sahip olamaz. Almanya’da bölgesel gazetelerin yüzde 20’sinden fazlasını basan gazete sahipleri, aynı bölgede yayın yapan radyo ve TV şirketlerinin yüzde 50’den fazlasına sahip olamaz. İspanya’da bir kişi ya da kuruluş aynı coğrafi bölgede çalışan birden fazla yayın kuruluşunun çoğunluk hissesine sahip olamaz” (Katırcıoğlu, 1998b).

Şimdi, Yiğit olayının olumsuzluk hanesine yazılacak yönüne değinelim. Bu olay, ne yazık ki, Yiğit öncesi dönemin tartışmalarını unutturdu ve gazetecileri adeta o çok şikâyet ettikleri Yiğit öncesi döneme şükretme noktasına getirdi. Orhan Erinç’in “Bay Aydın Doğan’ı Milliyet’e dönme konusunda verdiği karar için” kutlarken “Ancak bu dönüş, üzülerek belirteyim ki, Bay Aydın Doğan’ın basında ilk sendikasızlaştırma uygulayan patron olma özelliğini değiştirmiyor” uyarısı dikkat çekicidir.

Gazetecilik ilkelerinden söz edilen dünyanın her ülkesinde “reklam”ın gazetecinin işi olmadığı, haberde reklam yapmanın kabul edilemeyeceği belirtilir. Ancak, yeni sahiplik yapısının getirdiği ve gazetecilik mesleğini saran yeni kültürel ortam içerisinde reklam yapmak o denli olağan bir hal aldı ki, eski gazetecilerden Metin Toker 29.11.98 tarihli Milliyet’teki yazısında bu duruma adeta isyan ediyordu. “Ne haber yazanın ne de hele köşe yazarının ‘üstüne vazife olmayan alanlarda’ ‘reklam kokan’ laflar etmeye hakkı vardır... ‘Ben sabah kahvaltımı şurda yapıyorum. Siz de gidin. Adresi şu, telefon numarası budur. Hele felanca ustaya bir de benden selam sarkıtırsanız keyfinize diyecek olmaz’ diye yazmanın alemi yok” diyor ve bunu yapamadığı için doktorundan, berberinden utanır olduğunu haykırıyor.

Ama Juventus-Galatasaray maçı arasında InterStar’ın yaptığı bütün bunlara rahmet okuttu. Türkiye’deki cep telefonu piyasasında Telsim ve Türkcell büyük bir rekabet içinde. Telsim İnterStar’ın da sahibi olan Uzanlar’ın. İtalya ile yaşanan gerginlik, bir haftalık ertelemeden sonra oynanan Galatasaray maçı sırasında milli duyguları iyice galeyana getirmiş, ve belki bütün ülke ekran başında. İnterStar maç arasında fırsat bu fırsat deyip dayanıyor: “Biliyorsunuz Juventus Galatasaray’a çeşitli oyunlar yaptı. Italya Apo’ya kucak açtığı için protesto ediliyor. Milletçe İtalyan mallarını almıyoruz. Fakat Apo’ya ve PKK’ya kucak açan başka Avrupa ülkeleri de var. Başta İsveç. PKK’nın Avrupa’daki üssü. Ama biz İtalya’yı protesto ediyoruz, İsveç’i ise etmiyoruz ve onların ürettiği Ericsson telefonlarını alıyoruz, Ericsson’un ortak olduğu Türkcell’e abone oluyoruz.”

İnterStar’ın yaptığının dağ kanunlarının geçerli olduğu bir ülkede bile yapılması zor. Görüntüler eşliğinde spikerin okuduğu bu metnin herhangi bir yerinde “Bu bir reklamdır” ibaresi de yer almıyor. Zaten reklam olması da olanaksız, çünkü reklamları da denetleyen kurumlar var ve böyle belden aşağı vurarak reklam yapılmasına izin verilmiyor. Nitekim yapılan, İtalya protestolarına eylemli olarak katılan Fatih Altaylı’yı da isyan ettiriyor ve 4.12.98’de Hürriyet’teki köşesinde şöyle diyor: “Var mı böyle bir şey allahaşkına? Var mı insanların milli duygularını bu kadar ucuz çıkarlar uğruna kullanmaya çalışmak. Ayıp ki, milyon kere ayıp. Ben düne kadar Telsim kullanıyordum. Şimdi onu atıp yerine Türkcell alacağım. Biline.”

İnterStar’ın yaptığından ve gazeteciliğin alet edildiği durumdan gazeteci olup da utanmamak mümkün müdür? Orada çalışan gazeteciler bu yayını izlerken kendilerini iyi hissetmiş olabilirler mi? O kurumu “gazeteci” kimliği ile yönetenler böyle bir şeye karşı nasıl tepki göstermez ya da gösteremezler? Buna tepki gösterilemiyorsa editör bağımsızlığından söz edilebilir mi?

IV. MİLLİYETÇİ DALGA VE GAZETECİLİĞİN İRRASYONALİTEYE SÜRÜKLENMESİ

Korkmaz Yiğit olayı ve medyada yeni sahiplik yapısının son dönemde yaşananlar ışığında düşündürdüklerine yukarıda değindik. Başlangıçta da belirttiğimiz gibi, PKK’ya karşı tavır, İtalya’ya yönelik tepkiler ve bunlar üzerinden Türkiye-Avrupa ilişkilerindeki yeni gerilmenin bütün toplumu bir milliyetçilik dalgasıyla sarması, her alanda olduğu gibi, medyada da bizi irrasyonel hatta traji-komik davranışlara itiyor.

Mina Urgan (1998: 268), vatanseverlik, namussuzluk ve faşizmin adeta el ele olduklarını ve İspanya İç Savaşı’nda ortaya “Viva la muerte! Abajo la intelligencia! (Yaşasın ölüm! Kahrolsun zeka!) gibi iğrenç bir slogan atan General Millan Astroy’un da vatansever geçindiğini yazar. Urgan’ın “vatansever” derken kastettiği milliyetçiliktir ve gazeteciler bazı ulusal kriz dönemlerinde “milliyetçi” olmaları için kendi dışlarından ciddi bir baskı hissederler. Bu baskıya boyun eğildiğinde “doğruyu söylemek” olanaksızlaşır, irrasyonel davranışlar yaygınlaşır, gazetecilik adına traji-komik hatta budalaca durumlara düşülür.

De Tocqueville “Bir gazete ancak geniş bir insan kitlesinin ortak duygularını ve ilkelerini yansıttığı zaman yaşayabilir” derken, benzer bir değerlendirmeye Balzac da “Her gazete... insanlara istedikleri düşüncelerin yansımalarını satan bir dükkandır” demişti. Bu, daha çok satabilmek, daha çok izlenebilmek için hâkim görüşler paralelinde yayın yapmak demektir. Belki kısa vadede kazançlıdır ancak uzun vadede gazeteciliğe vereceği zararlar getirdiği yarardan büyük olur. Medya, geniş insan kitlelerinin duygularının milliyetçi bir dalgayla belli bir noktada buluştuğu dönemlerde biraz daha fazla satmak adına o dalgayı körüklediği zaman ilerde herkesin altında kalacağı yıkıcı bir fırtınaya katkı verdiğini görmek zorundadır.

Duyguların galeyana geldiği bir anda, sağduyunun sesine kulak tıkarsanız, “Cephede bir Sırp vurdum” diye manşetler atarsınız. Türkiye gazetesi, 16 Şubat 1993’de bu manşeti atarken, Bosna’da çatışma bölgesine giren ilk Türk gazeteci diye lanse ettiği muhabiri Yusuf Sancak’ın bazı şeyleri abartmasına belki de çanak tutmuştu. Ancak, o haberden sonra Sırplar Türk gazetecileri askerî hedef ilân edince, “Bu kadarı da olmaz” diyen sesler yükselince, o gün birkaç gazete fazla satmak için seçtiği yöntemin kendisine karşı döndüğünü görmüş olmalı.

Düz bir vatanseverlik ya da bir tarafa aidiyet duygusu savaşlarda gazetecinin en önemli handikapı oluyor. Ancak, gazetecinin bir tarafa aidiyet duygusuyla davranmasının savaşlarda bile yarar sağladığı kuşkuludur. Bu açıdan İspanya İç Savaşı ilginç örneklerle doludur. Bu savaşı izleyen Hemingway, Orwell ve Claude Cockburn gibi pek çok ünlü gazeteci aynı zamanda Cumhuriyetçiler saflarında savaşmaktaydılar. New Statesman dergisi için çalışan Luis Fischer bir keresinde Cumhuriyetçilerin moralsiz olduğunu yazdı ve Cockburn’nun müthiş tepkisini çekti. Oysa yazdıklarının her satırı doğruydu ve “okuyucularımın gerçeği bilme hakkı vardır” diye kendini savundu. Cockburn ise “Onlara bu hakkı kim veriyor? Böyle bir hakları ancak hükümetlerinin politikalarını değiştirmeleri için yetererince çaba sarfettiklerinde ve İspanya’da faşistler yenilgiye uğratılınca olabilir. Bu soyut bir sorun değil. Burada kahredici bir savaş yaşanıyor” diye paylamıştı meslektaşını (Knightley, 1982: 180).

Olayların tarafgir yansıtılışının Cumhuriyetçilere yararı olduğuna bugün kuşkuyla bakılıyor. Kimilerine göre, Hemingway, Orwell ve Cockburn gibilerinin yazıları aşırı iyimserlik yaratarak Cumhuriyetçi saflardaki aksaklıkların görülmesini ve dolayısıyla giderilmesini engellemişti. Türkiye’de de medyanın, milliyetçi dalgaya kapılıp hatta onu körükleyerek yalnızca karşı tarafı karalamaya dayalı yayınlarının bu ülkenin demokratikleşmesine ve sorunlarını aşmasına hiçbir katkı sağlamayacağı açıktır.

Medyanın şu geçen birkaç yıl içerisinde aynı kişileri ya da ülkeleri kaç kez “en büyük dost” ve “en büyük düşman” ilân ettiğine bir bakalım. Şimdi düşman olan İtalya, Kıbrıs konusundaki tavrı yüzünden daha düne kadar en büyük dosttu. Yine, “sinsi düşman” ilan edilen Rusya, Öcalan’ı sınır dışı edince dost oldu. Keza Almanya da yılda birkaç kez “dost” ve “düşman” ilan edilir. Mustafa Balbay’ın bir yazısında belirttiği gibi, Kinkel “Türkler de çok oluyor” mu dedi, “Hey Kinkel kendine gel”, “Bu adama fax çekin Türkün gücünü görsün” gibi başlıklar, “Türkler Almanya’nın kalkınmasında temel taştır” mı dedi, “Vielen dank Kinkel” gibi başlıklar atmaktan kendimizi alamıyoruz. Kendi rotamızı net çizemeyince hep reaksiyoner oluyoruz.

Bu rotasızlığı Milliyet’te 3.12.98 tarihli yazısında Metin Toker çok güzel ifade ediyor: “Claudia Roth adı size bir şey hatırlatıyor mu? Hatırlatmıyorsa ona bizim komando tosuncukların yakıştırdığı mesleği söyleyeyim, belki yardımcı olur: Fahişe! Bu Alman kadın Avrupa Parlamentosu üyesidir ve Türkiye’de insan haklarını, düşünce ve basın özgürlüğünü ‘Avrupa standartlarında’ görmediği için ‘bu halimizle’ AB’ye alınmamıza karşıdır. Şimdi ‘Terörist Apo’ya kucak açılmasının en şiddetli karşıtı. Bir gerçeği belirtmek başka bir gerçeği saklamanın sebebi olamaz ki.

Milletlerarası Af Örgütü! İnsan Hakları İzleme Komitesi! Milletlerarası Basın Enstitüsü! Zaman zaman Türklerin şimşeklerini çeken sivil örgütler... Hepsi Türkiye’nin yanında, Apo’ya kucak açmaya kalkışan Avrupalıların karşısında. Roma’da PKK sergerdeleri Türk gazetecileri pataklamaya kalkınca İtalyan polisini ‘bu saldırganlar’a harekete geçirten, İtalyan İçişleri Bakanını ‘üyesi olan dünyanın dört bir tarafından ikibin medya editör ve yöneticisi adına’ en şiddetli şekilde protesto eden o IPI’dır. Hem de bir Pazar günü, her şeyi bırakıp bunu iş edinerek. Bunlar mı ‘yeminli Türk düşmanları’?”

Gazetecilik ahlâkı ve meslek ilkeleri “küfür”ü de kabul etmez. Küfür “Eleştirinin önündeki barikat”tır (Duran, 1998). Her ülkede gerek ceza yasalarının, gerekse basın kanunlarının yasakladığı küfür ve hakaret “kişilere, kurumlara ya da görüş ve tutumlara yönelik olarak, gerçek dışı bir şekilde aşağılayıcı ve ahlâka mugayyir sözlerle belirtilen duygusal bir tepki” olarak tanımlanıyor. Milliyetçi savrulmaların gazetecileri sık sık sarılmak zorunda bıraktıkları bir davranış biçimidir küfür ve hakaret.

Aktüel dergisi 19-25 Kasım 98 tarihli 383. sayısında “Gazeteci ‘fatih’ midir?” başlığıyla bir yazı yayımladı. Aynı sayfada, yazının yanında Fatih Altaylı’yı uçağın merdivenlerinde gösteren ve altında “Bölücübaşı Apo’yu almaya gidiyoruz” yazan küpürü vardı Hürriyet’in. Aktüel, gazetecinin dünyanın her yerinde dokunulmaz sayıldığını ve ona yönelik saldırıların en büyük savaş suçlarından sayıldığını anımsattıktan sonra, “Buna karşılık da gazeteci gazeteci gibi davranır. Haberi uyruğu olduğu devletin çıkarları gereği eğip bükmez, taraf olmaz” diyor ve şunları ekliyordu:

“Ama Abdullah Öcalan’ın İtalya’da gözaltına alınmasından sonra, daha önce hep olageldiği gibi, ‘Türk medyası’ gazeteci olmanın gereğine aykırı ne varsa hepsini yaptı. Gazeteci gibi değil, büyükelçi olma fırsatı yakalayan dışişleri memuru gibi, büyük şehire emniyet müdürü olmak isteyen kızaktaki polis şefi gibi davrandı. Dahası, önemli bir bölümü, daha düne kadar devletin PKK’ya karşı mafyayı kullanmasını eleştiren kendisi değilmiş gibi, aynı mafyanın hapishanede ‘Apo’ya karşı adam rehin alması’nı alkışladı...” Başlıkta küçük harfle ve tırnak içinde yazılan “fatih” sözcüğü dışında yazıda Altaylı’nın ismi geçmiyor. Yukardaki metinde küfür olup olmadığına da varın siz karar verin.

Bu da Altaylı’nın yanıtı: “İşte Aktüel kafası... Geri zekalı entel kafası... Daha doğrusu içinde beyin olmayan kompleks dolu aşağılık kafa”.

Milliyetçi savrulmaların gazeteciyi ne durumlara düşürdüğünün bir başka örneğini ise 28.11.98 tarihli Gazete Pazar’da Ahmet Tulgar’ın şovenizm yazısında görüyoruz: “Grotesk haberciliğin duayeni Reha Muhtar’ın halefi Hakan Aygün geçtiğimiz hafta Roma’dan, fazla makarna yemenin aptal ettiğini bildirdi. Önce dükkanları dolaştı ve çeşit çeşit makarnaları bağırsak kurtlarını tutuyormuş gibi bir yüz ifadesiyle tutup tutup kameraya gösterdi, sonra da bir lokantaya gidip nedense afiyetle makarna yedi.

Hakan Aygün’ün tesbiti: İtalyanlar çok makarna yedikleri için aptal olmuşlardır ve bu yüzden Apo’yu misafir etmektedirler.

Seyircinin tesbiti: Hakan Aygün’ün nasıl bir iştahla makarna yediğine ve yaptığı habere bakılırsa Aygün’ün tesbiti doğrudur.

Hakan Aygün’ün grotesk haberinde biraz aşırı biçimde dışavurulmuş olsa bile, milliyetçi kalkışmalar ve milliyetçi çözümlemeler irrasyoneldir. Aksi halde dünyanın en önemli makarna üretici ve tüketicilerinden biri olan Türkiye’de bu türden bir iddiada bulunmak nasıl açıklanabilir?”

İtalyan olan her şey kötü değildir. Saldırıya uğrayan Türk meslektaşlarına destek olmayan İtalyan gazeteciler gazetecilik ilkeleri ve ahlâkına aykırı bir davranış içinde olmuşlardır. Haber alma özgürlüğünü hangi durumda olursa olsun herkesten önce gazetecilerin savunması gerekir. Nilgün Cerrahoğlu’nun 3.12.1998 tarihinde Milliyet’teki köşesinde yazdıklarından öğreniyoruz ki tavırlarından ders alacağımız İtalyan gazeteciler de var.

İtalyan gazetelerine Türk iş çeverelerinin verdiği PKK ve terör karşıtı reklamlara “İtalyan hükümetine hakaret eden reklamlara gazeteler sayfalarını açmamalı” diye tepki gösteren Başbakan’ı D’Alema’ya, Il Foglio’daki başmakalesinde, Giuliano Ferrara’nın verdiği yanıt aklımız milliyetçilikle dumanlanmadığında nasıl gazetecilik yapabileceğimizin örneklerinden olsa gerek.

“Gazetelerin vatanı olmaz. Başbakan D’Alema gaf yaptı. ‘Özgür basın’ ülkelerin dış politikalarını, tarihin tüm dönemeçlerinde, tartışmaya açan basındır. Özgür basın, haber bombardımanıyla ulus-devletlerin ‘derin kimliği’ni mercek altına tutar ve o kimliğin liflerini çözmek pahasına da olsa bunu yapar. Vietnam Savaşı sırasındaki Amerikan basınına bakın, Silahlı Kuvvetlerden büyükelçilere, Dışişleri Bakanlığı, Pentagon’a dek kilit karar merkezlerini haber ve yorumlarından muaf tutmadı. Otoriter basın ile özgür basın arasındaki fark budur. Otoriter basın susar. Özgür basın düşmana göz yummak eğilimindedir. ‘Düşmanla’ danışıklı dövüş yapar. Başbakan’a soralım: Sabahları hangi basını okumayı yeğliyor acaba?”

V. SONUÇ

Aslında ders almak için fazla aranmaya da gerek yok. Yıllarca süren tartışmalardan sonra oluşturulan “İletişim Araçları Üzerine UNESCO Bildirgesi” dünyanın her yerindeki gazetecilerin ortak paydası durumunda bir mesleki etik kuralları bütünü. O bildirgenin ilk üç maddesini anımsayalım:

1- İletişim araçları insan haklarının gelişmesine, yaygınlaşmasına katkıda bulunmalıdır,

2- İletişim araçları uluslararası barıştan yana olmalı, barışın güçlendirilmesi yönünde bir anlayışla kullanılmalıdır,

3- Uluslararası yakınlaşmayı sağlayacak bir yayın politikası izlemelidirler.

Uluslararası bildirgelere, kaynağı başkası olan metinlere alerjimiz varsa, benzer ilkelerin ifade edildiği yerli bildirgeler de var. Sonuç olarak, TGC’nin Türkiye Gazetecilerinin Hak ve Sorumlulukları Bildirgesi’nden bir bölüm aktaralım ve bütün gazetecilerin bunları dikkate almasını dileyelim:

“Gazeteci, başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere, insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur. Milliyet, ırk, etnisite, cinsiyet, dil, din, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan, tüm ulusların, tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır. İnsanlar, topluluklar ve uluslar arasında nefreti, düşmanlığı körükleyen yayınlardan kaçınır.

Bir ulusun, bir topluluğun ve bireyin kültürel değerlerini ve inançlarını (veya inançsızlığını) doğrudan saldırı konusu yapamaz. Gazeteci her türden şiddeti haklı gösteren, özendiren, kışkırtan yayın yapamaz.

Gazeteci, devleti yönetenlerin belirlediği ulusal ve uluslararası politika konularında önyargılara değil, halkın haber alma hakkına dayanır.”

Aktüel dergisi., 1998. “Gazeteci ‘fatih’ midir?”, Aktüel dergisi, 19-25 Kasım, Sayı: 383.

Başar, K., 1998, “Medya ve Denetim”, Yeni Yüzyıl, 11 Kasım.

Belsey, A. and Chadwick, R. (edt), 1992, Ethical Issues in Journalism and the Media (Professional Ethics), Londra ve New York: Routledge.

Berkan, İ., 1998, “Emlakbank ve Yiğit”, Radikal, 14 Kasım.

Büker, S., 1996. “Medyanın Sunduğu ‘Yeni Ahlâk’”, Yeni Türkiye, Medya Özel Sayısı I, Yıl 2, Sayı 11, Eylül-Ekim.

Cerrahoğlu, N., 1998, Milliyet, 3 Kasım.

Day, L. A., 1991. Ethic in Media Communications: Cases and Controversies, Belmont, California: Wardsworth Publishing Co.

Doğru, N., 1998, “Korkmaz’ı Kim İtmişti”, Sabah, 19 Kasım.

Duran, R., 1998, “Eleştirinin Önündeki Barikat: Küfür”, Radikal İki, 29 Kasım.

Ergin, S., 1998, “Yiğit Medyaya Neden girdi?”, Hürriyet, 12 Kasım.

Erinç, O., 1998, “Üç Önemli Olay”, Cumhuriyet, 26 Ekim.

Günçıkan, B., 1998, “Medyayı Nasıl Bilirsiniz?”, Cumhuriyet Dergi, 6 Aralık, Sayı: 663.

Kahraman, H. B., 1998, “Bir Medya Sorunu”, Radikal, 20 Kasım.

Katırcıoğlu, E., 1998a, “Medyada Tekelleşme”, Radikal, 12 Kasım.

– 1998b, “Medyada Tekelleşme II”, Radikal 19 Kasım.

Knightley, P., 1982. The First Casualty: The War Correspondent as Hero, Propagandist and Myth Maker, Londra: Quartet.

O’Neil, J., 1992, “Journalism in the Market Place”, Belsey ve Chadwick, ed., 1992, Ethical Issues in Journalism and Media, Londra ve New York: Routledge içinde.

Özgürel, A., 1998, “Yanıt Bekleyen Sorular”, Radikal, 21 Kasım.

Som, D., 1998, “İkitelli’de” -Vaziyet-, Cumhuriyet, 18 Ekim.

Tılıç, L. D., 1996. “Medya ve Etik”, AEJ Tartışma Programı, Yayınlanmamış Bildiri.

– 1998. Utanıyorum Ama Gazeteciyim, İstanbul: İletişim Yayınları.

Toker, M., 1998, “Basın: Artısı ve Bir Eksi”, Milliyet, 29 Kasım.

Tulgar, A., 1998, “Showenizm”, Gazetepazar, 29 Kasım.

Urgan, M., 1998, Bir Dinazorun Anıları, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.