“Biliyoruz ki, gerçeği aktarma, yansıtma iddiasındaki aracımız, aynı zamanda en büyük ve etkili yalanların da imalat ve dağıtım kanalı.
Ayna olmak, objektif olmak, tarafsız olmak, bağımsız olmak, bağlantısız olmak, çoğulcu olmak gibi gazetecilik efsanelerinin de, ‘fikirlerin serbest piyasası’na dair liberal düşlerin de büyük ölçüde birer ‘yalan’dan ibaret olduğunu çok şükür öğrendik.
Hayır, deneyimlerimizin sadece yalan–yanlışlardan ibaret olmasıyla değil. En dürüst biçimiyle yürütülmeye çalışıldığında dahi, gazetecilik süreçleri zaten gerçeğin bire bir yansıtılmasını daha en başında imkânsız kıldığı ıçin öncelikle. (...) Bilmem Türkiye’den örnek bulup vermeye gerek var mı? Hayatımızın önemli bir bölümü medya yalanları imalatının sonuçlarına katlanmakla geçmiyor mu zaten? Kuşkusuz, burada bahsettiğimiz gri bir alandır. Tam manasıyla ve baştan başa baskılar ve ürettiği yalanlardan oluşmuş zifiri bir karanlık değildir. Grinin ‘kirli beyaz’ olduğunu ise hatırlatmaya gerek yok.” (Umur Talu, Cogito, Güz 1998)
“Özgür medya!” veya “Resmî medya” deyince aklıma çocukken sıkça söylediğimiz bir tekerleme geliyor; “yalancı, yalancı sana kimse inanmaz...” Yalancının yerine ikame edilen “modern yalancı medya”ya cümle alemin inanır olması paradoksal gibi görünse, eşyanın da medyanın da doğasına uygun...
Sıkça “Dikkat! Medya var!...” demekte yarar var... Devamı var... “Dikkat! Devlet var!...”
Son zamanlarda yaşananlar, medyanın devlet eliyle, ulus ve hükümet adına, “Kürde kuşa yem olacağız” meselini besmele yaparak faşist kümelerin önderliğinde sokaklarda Kürt avına çıkılmasının örgütleyicilerinden olduğu bir rastlantı olmasa gerek... Bu şoven histeride, devletin nerede başlayıp bittiğinin, medyanın nerede başlayıp bittiğini bilebilmek zordu. Şovenizm, başta medya olmak üzere, sisteme içkin bütün özel ve tüzel kişileri olduğu gibi, “muhalif taklidi” yapan “demokrat” ve “sosyal demokratları” da şovenizm ortak paydasında eşitledi...
Aslında Türkiye’de yaşayan biri için, Noam Chomsky’yi ve diğerlerini okumadan da, “Medya Gerçeği”nin bir “Devlet gerçeği” olduğunu öğrenmek zor değil!.. Yani medya gerçeği denince, onu önceleyen, tanımlayan ve sürekli denetleyip yön veren bir devlet gerçeğiyle karşı karşıyayız demektir. Yani “ya özgürlük ya barbarlık” ikileminin bütün kavramlaştırmaları medya tartışması için de geçerlidir. Sömürü, ezme ve ezilme, makro ve mikro iktidar biçimleri, yalanın hiyerarşişi, “insandan eşya yapma”nın dili ve kurgusu, şiddet vs... vs...
Sıradan/klasik gelebilir; kanımca medya tartışmasının temel ekseni “devlet ve özgürlük” bahsinde, devlete içsel oluşudur. Bu nedenle çok basit bir şey söylüyorum: “Türkülerin okuması yazması yoktur” şeklindeki Kızılderili atasözünden yola çıkarak “bütün devletlerin okuma yazması yoktur” diyorum. Devlet, bizim en eski alışkanlıklarımızdandır. Doğruların ve/veya gerçeğin devletin tekelinde olduğu, ulusçu bir paradigma etrafında, bir söylem yanılsaması yaratıldığı koşullarda gerçeğin, bilginin toplumsallaşması, haber alma ve yayma özgürlüğü mümkün olabilir mi?
Bir saptama yapılabilir, medya; devlet ve iktidar imgesidir.
Devletin bir medya, medyanın devlet olduğunu söylesek, her ikisine de haksızlık mı yapmış oluruz? Belirli bir tarihsel konakta, “Kitlelerin üstünde yer alan ve ona yabancılaşan” araç sadece devlet değildir... Yalanın teori ve pratiği, sadece bugünü çarpıtan, yanılsama ve manüpile eden bir işlevsellik taşımaz, bu durum medya yoluyla, bizzat okura ve izleyiciye yabancılaşarak, gerçeğin geleceğini de devlet adına tabulaştırarak tapusuna alır...
(Gerçeğe değil devlete âşık bir medya bu, esirgeyen ve bağışlayan devletin adıyla diyor başka bir şey demiyor!)
Medya tarihi aslında devletin tarihi gibi, şiddetin tarihi ile de medyanın tarihi arasında ilişki vardır. Öteki cins, öteki ulus, ötesi sınıf ve ezilenler üzerinde şiddet uygulanmasının ideolojik mekanizmaları medya dolayımı ile de gerçekleşir. Resmî görüş dışındaki öteki görüşün dıştalanması, psikolojik, siyasî şiddetin nesnesi haline getirilmesi bir medya gerçeğidir...
Günümüzde medya, gerçeğin görece açığa çıkarılmasının ötesinde, gerçeklerin devlet/egemenler lehine gizlenmesinin aracıdır. Belki de bu nedenle medya tartışması aynı zamanda amaç ve araç tartışmasıdır...
Medya ortamı verili düzenin ve statünün, yeniden üretildiği “mikro alandır”... Makro iktidarı ve mikro iktidarı yeniden üreten mikro alan. Ama yalan için, hattı müdafa yoktur, sathı müdafa vardır ve bu satıh bütün bir ülke ve dünyadır...
Bizim gibi ülkelerin toplumsal ve siyasal yaşamı, yukarıdan aşağıya, tam boy bir dikeyliktedir: Legal ve illegal devlet (derin devlet!), toplumdevlet, okuldevlet, medyadevlet, bireydevlet vs... Yani istisnaların dışında, tamamen devlete öykünüldüğü ve “gibi” örgütlenilen bir model. Abartmakta bir mahzur yok; istisnalar dışında hayatın dokusunun devlet olması...
İndirgemeci gelebilir; ama net olarak saptamak gerekiyor; tıpkı devletler gibi medya da yalanın kurucusu ve uygulayıcısıdır...
Dahası var; yani Friedrich Engels’in “Tarihte şiddetin rolü” makalesini anımsatarak söylemek gerekirse, tarihte medyanın rolü, “tarihte şiddetin rolü” ile de ilgilidir...
(Karadüzen bir medyadır bu, şiddet diyor, “kana kan intikam diyor başka bir şey demiyor!”)
Çünkü medya, devlet ile devlet, ulus-devlet ile toplum, insan/birey ile devlet ilişkisinde, devletten yana hem taraf hem de taraftar olarak varlığını sürdüren temel araçlardandır.
Öte yandan siyasetin doğasındaki temel açmazlar ile medya arasında doğrusal bir ilişki vardır. Yani bir bakıma siyaset alanının, yönetme/yönetilme alanının ilişki ve çelişkileri medya alanına da taşınmış ve medya, mecburi ve meccani bir “ulusal” vazifenin taşıyıcısı, kurgulayıcısı ve kurucusu olagelmiştir...
Medyayı modern zamanların dini olarak da ele alabiliriz. Aşağıdakilerin, önce razı edilmeye çalışılması, olmuyorsa hizayı geçirilmesinin, aktüel mekanizmaları medyada içkindir... Haberler, analizler, fotoğraflar her şey ama her şey buna göre kurgulanır. Ulusal, egemen ideolojinin dili aşağıdakilere “medya okuluyla” yavaş yavaş zerk edilir. Medyanın çağımızın en büyük tiryakiliklerinden biri olması bununla ilgilidir. Medya bireyi ve kitleleri, devletin, yalanın, iktidarın tiryakisi haline getirirerek bağımlılık yaratır.
Medyanın demokratikleşmesi ile oyunun kurallarını bozmak mümkün müdür? (Elbette medyanın kendi hiyerarşisi içinde hiçbir zaman bire bir denetlenemeyecek bir “başka alan”, “rağmen olan” minumum bölge her zaman vardır... Hepsi bu...) “Parayı veren haberi yapar ve yalanı yayar” mantığı şüphesiz indirgemecidir. Ama son tahlilde de ilk tahlilde de, sistemin bütün mekanizmaları, bütün yollar “Roma’ya çıkar!..” Aracın sermayeden bağımsızlaşması, özerkleşmesi ve/veya “kendi düdüğünü öttürmesi” istisnadır. Sorun sermaye ve araç (medya), devlet ve sermaye, devlet ve medya, medya ve birey zinciri içinde çok karmaşık bir alanda yürürlüktedir. Devletin, resmiyetin yalanın ve şiddetin örgütlenmesi her dakika, her saat sürekli gündemdedir. Ekmeğin bir günde bayatladığı, haberin ise yarım saatte bayatladığı ve eskidiği bir zamanda medya toplumsal sözleşmeyi egemenler adına yeniden üretir... Ki o toplumsal sözleşme başta anayasa olmak üzere sadece yazılı olanlar değil, geleneklerden, eski kuşaklardan devralınan alışkanlıklardan da oluşur... Medya, bütün demokratik, özgür, özerk, objektiflik iddialarına karşın ezberletileni kendi zemininde “müşterilere” ezberletir... Ne alırsan devlet, ne alırsan resmî tarih...
(Yalancı bir medya bu, günde her öğün yalancı çobana öykünüyor başka bir şey yapmıyor!...)
Tarih ve siyaset, özgürlük ve siyaset, insan ve gerçek, üzerine düşünen ve davranan herkes bütün bunları bilebilir. Yerli medya için, sıcak savaş veya soğuk savaş dönemleri fark etmez. O her zaman içteki ve dıştaki ezeli ve ebedi düşmana karşı sıcak bir savaş içindedir.
(Her zaman savaşçı ve muvazzaf bir medya bu, sıcak temas diyor, devletten vazife çıkarmak diyor, başka bir şey demiyor!...
HİZAYA GEÇİLECEK!.. GEÇ...
Medyanın işleyişine ilişkin birkaç not düşmem gerekiyor. Bir sivil toplum alanı olması gereken “özgür ve resmî medyanın”, muvazzaf bir medya olduğu açık. (Sadece, bir kaşık gibi devletle iç içe uyuyanlar muvazzaf şairler değildir! Muvazzaf medya, muvazzaf köşe yazarları ve muhabirler ağı da böyledir. Değil midir?) Medyanın bu dikey işleyişi ve haberin, yorumun, manşetin bir ucunun devletin içine kadar uzaması, oradan gelen dönemsel kurgunun ve hattÓA, sözlerin, deyimlerin anında görüntü olması rastlantı değildir. (Şu sıra en moda olan “sözde” sözcüğünün mahreci acaba neresidir?)
Editörden, muhabire kadar, genel yayın yönetmenlerinden köşe yazarlarına kadar artık gelenekselleşmiş, bir medya kültürü olmuş bir hiyerarşi söz konudur. Bu bir iş için gerekli olan işbölümünün ötesindedir. Bu haber, yorum hiyerarşisinin işlevi gerçeği açığı çıkarmak, kamu adına bilgi alma ve bilgiyi, gerçeği toplumsallaştırma hakkı değildir. Tam tersine, verili gerçeği gizlemek, gizlenemiyorsa, “esirgeyen ve bağışlayan adına” eğip bükmek, doğru yalanlar haline getirmektir... Çok sivil görünümüne karşın, medya da bir devlet hiyerarşisi, (makro iktidar hiyerarşisi) söz konusudur. Ne ki bunun yanısıra, resmî medya ortamları makro iktidar alanlarıdır. Burada kabaca bir soyutlama olarak “devlet”ten söz edilmemektedir. Burada devlet, gizli ve derin devlet de dahil olmak üzere, bir ucu polise, bir ucu parlamentoya kadar uzanan bir organik bileşen anlamında yürürlüktedir. Haberin “ilgili mercilerden” yazıldığı, gündemin sınırlarının, kavramlarının, “kanun hükmünde haber” olarak işleme konulmak üzere buyurulduğu bir ilişkiler ağının sivil bir kamu alanı olması nasıl mümkün olabilir? Sermayeden başlayarak, genel yayın yönetmeni iktidarı, editör iktidarı, baş yazar iktidarı, köşe yazarı iktidarı, hattâ muhabirler arasında, “muhabirler iktidarı” söz konusudur.
Diğeri ise, özgür medya taklididir... Özerklik, objektiflik taklidi...
(Tepeden tırnağa taklit bir medya bu, ben figüranım diyor, ben dublörüm diyor, başka bir şey demiyor!)
‘İPSİZ BAĞLAMA’ İMGESİ...
“Derenin değirmeni / Yine aldı gam beni/
Şu gaybana sevdaluk / İpsiz bağladı beni”
(Karşuberi Türküsü)
Kavramları bol olsun Gramsci, neredeyse adıyla özdeşleşecek “hegemonya” kavramına denk gelecek bir imgenin Karadeniz’de yamadan yamaya doğaçlama atılan bir “Karşuberi Türküsü”nde dillendirildiğini duysa acaba şaşırır mıydı? Ki belki de bunu “herkesin felsefeci olduğu”na verirdi! Evet, medya, devlet lehine müşterilerini “ipsiz bağlama” rolünü üstlenir. Zaten, amaç/araç ve tarih bilgisine sahip herkes hiçbir devletin/iktidarın (makro ve mikro iktidar) salt baskı, şiddet üzerine kurulmadığını bilir. Faşist ve askerî diktatörlüklerin en kanlıları ve şiddet uygulayıcıları bile her zaman bir onay, rıza mekanizması geliştirmişlerdir. “İpsiz bağlama”dır bu. Sonuçta yalanın basitleştirilmesi, rıza ile her dakika, her saat yedirilmesidir: Bir varmış, bir yokmuş, bir haber varmış! İpsiz bağlama mekanizması, yalanın özerkliği, ya da yalanın objektifliği ile koşuttur.
Bir parantez açmakta yarar var. Önce bir alıntı: “... Oysa Orhan Koçak’ın da vurguladığı gibi, “Türk ulus–devleti hiç hegemonik olmadı”; dolayısıyla, radyo ve televizyonu da öyle: ‘Olanı içermeye değil, olduğu varsayılan söylensel geçmişe ve olması gereken ülküye yöneldi’”. (Birikim, Haziran 1998, 1980’lerden 90’lara Türkiye’de Radyo–Televizyon Yayıncılığı, D. Beybin Kejanlıoğlu)
“İpsiz bağlama” mekanizması, okullardan başlayarak resmî okuma alışkanlığını gerektirir... Televizyonların okunduğu, gazetelerin bakıldığı bir resmî ortamda, okurun “müşteri” olması gereklidir.
Bu öylesine bir yabancılaşma ve rezilleşmedir ki, sanat alanında bile, yazar, okur ve yapıt arasındaki ilişki özgürleşme ilişkisi olmaktan çıkıp, müşteri ilişkisine dönüşür...
“NE KADAR YALANSIZ YAŞARSAK O KADAR İYİ
“17 Haziran ayaklanmasının ardından / Yazarlar Birliği’nin sekreteri / Stalin Bulvarı’nda bildiriler dağıttırdı / Halkın, hükümetin güvenini kötüye kullandığını yazan / Ve ancak iki kat çalışmayla / Yeniden hükümetin güvenini kazanabileceğini. / (Acaba) Daha kolay olmaz mıydı
Hükümet halkı dağıtıp / Yerine bir yenisini seçse?”
(Brecht, Marianne Kesting,
Türkçesi: Veysel Atayman–Zeynep Özkan)
Artık somutça bir medya ideolojisinden, medya ortamından, medyanın kültürel etkilerinden ve kimliklerin oluşumundaki çarpıcı etkilerinden söz edebileceğimiz bir medya ortamındayız. Bilgi ve görüntü mekânlarının yeniden yapılanması, yeni bir iletişim coğrafyası ve kültürü, ulus–devletin ve ulusal ortamın giderek daha da belirsizleşmesi, bütünleşme kadar parçalanmanın da ortaya çıkardığı yeni varoluşlar, bölgesel, etnik medya oluşumları bu coğrafyanın da somut bir gerçeği... Bu işaretlerin anlamı; mekânın, bilgi ortamlarının sürekli değişmekte olduğu, politikanın, değişim ve dönüşümün öznesi olmak iddiasındakilerin de süratle değişmesi gerektiğidir. Medya artık, içinde devindiğimiz bu genel bağlamın temel araçlarından biridir...
Denilebilir ki, artık eski sınırlar içinde devinmek, değiştirmek ve dönüştürmek olası değildir. Hem sosyalist hem de devrimci olarak eski sınırlarımızı aşmak yaşamsal önemdedir. Bilginin, görüntünün yeni kurgusu, Marksist sektörde de karşılığını bulmak zorundadır. Bu nedenle temel bir referans olan “yorumlama ve değiştirme” sorunsalı yeni görüntü ve bilgi çağının dinamikleri ile ilişkilenmek zorundadır...
Bu altüst oluş içinde gelişen dinamiklerden birisi Yeni Dünya Düzeni’nin idelojik ve siyasî hegemonyasının medya yoluyla da icra edilmesidir. Küresel özdeşliğin teorileştirilmesi, siyasal ve toplumsal ve teknolojik gelişmelerin/işaretlerin kapitalizmin kesin zaferi doğrultusunda kurgulanması, bunun ideolojisinin haberde, görüntüde, yorumda, medyanın bütün fonksiyonlarında içerilmesinin bize hatırlattıkları şeyler olmalıdır. Bir diğer olgu ise, medyanın ortaya çıkardığı bu yeni olanakların özgürleştirici kimi olanaklar da sunduğudur. Bu olanaktan yararlanarak, çok kimlikli çok kültürlü, özgürlükçü bir dünya/ülke tasavvuruna uygun olarak yerel/evrensel kültürleri yeniden keşfetmek, tanımak, tanımlamak ve sosyalizm idealinin organik bir parçaları olarak yeniden kurgulayıp eklemlenmek hem mümkün hem de gereklidir.
Bunun ilk elden anlamı, geçmişte merkeze koyduğumuz bilginin elde edinme biçimine karşı da radikal bir devrim yapma zorunluluğudur. Kendi pratiklerimize ve kültürel alışkanlıklarımıza karşı yeni bir devrimin gerekliliği ve zorunluluğu ortada. Aktüel hale gelen “Hemen şimdi” sloganının işaret ettiği de budur. Bu nedenle yeni dönemde, sadece yeni teknoloji ile değil yeni medya ortamı ile devrimci bir ilişki kurmaksızın işlerin ve düşlerin iyi gitmeyeceği çok açık. Bu nedenle eski sistemimizi, geleneksel normlarımızı, dogmatik–indirgemeci hallerimizle yani egemen tarzımızla da bir kopuşu gündeme getirmek önemlidir. Bu, ilk olarak teknoloji özürlü olmayı reddetmeyi gerektirir. Ki bu durum sadece “parasızlık” ile ilgili değildir. Zihinlerde, düşünce kalıplarımızda eskiyi aşan bir rönesans yapmak gereklidir. Meksika’da 1992’den bu yana özgün kavramlarla, çalışma tarzlarıyla ve elektronik ortama uyumlarıyla mücadele ederek ezberimizi bozan Zapatistalar, EZLN, ilginç bir örnektir. Savaşa, düşük yoğunluklu savaşa, düşük yoğunluklu internet gerillası ile yanıt veren Zapatistalar, Meksika hükümetinin bütün ataklarını, internet yoluyla da savuşturarak, bir karşı propaganda ve hegemonya alanını, ormanlarda yaratarak özgün bir tarih yaratıyorlar... İnternet yoluyla, köylüler arasında referandum yapabilen bu yaratıcılık tarihsel önemdedir. EZLN’nin ağaçlara rağmen ormanı, ormanlara rağmen tek tek ağaçları görmeyi başarması yeni bir görme biçimi ile de ilgilidir...
Buna karşın, genel olarak sosyalist solun yerel ve evrensel tarihi de, aslında bir başka açıdan, bütün kategorik farklılık iddialarına karşın, bir resmî tarih, resmî medya tarihidir... Karşı çıktığı şeyin kendisi olma tarihi... Henüz, bütünüyle muhasebe edilememiş, muhasebesi kesintiye uğratılmış bir tarih!..
Tarihe dönük olarak kısa bir hatırlatma yararlı olabilir...
Türkiye’de geleneklerin medya tarihini belirleyen zeminin temel referansı, Lenin’in Iskra’yı kurgularken söyledikleridir: “Kollektif propagandist, kollektif ajitatör ve kolektif örgütleyici”lik... Legal ve illagal, dergi, broşür, gazete, (şimdilerde radyo) gibi araçlar bütünüyle bu kurgu üzerine inşâ edilmiştir. Bu örneklerde, bazen propaganda, bazan ajitasyon bazan da örgütlenmenin öne çıkması, bazen “kadro yayını” bazan da “kitle yayını” olarak tanımlanmaları gerçeği değiştirmedi. Bu durum bütünüyle sol resmî tarihlerin amaç ve araç kurgusuyla ilgiliydi ve dogmatizmin tarihsel ve siyasal sonucuydu. Marks’ın Feuerbach Üzerine 11. Tez’de, ifade ettiği, “dünyayı yorumlama ve değiştirmeye muktedir” olarak sadece kendini (Partiyi, örgütü, hareketi ve onların Merkez Komitesi’ni!...) görme yanılgısı muhalif medyanın özüydü. Doğayı ve toplumu yorumlamayı, bilmeyi ve değiştirmeyi, özcesi teori ve pratiği tekeline alan anlayış yayın alanında da kendi araçlarını, geleneğini yarattı. Ve dahası alışkanlık ve kültür halini aldı. Burada bir araç fetişizminden, aracın zaman zaman amacın öne geçtiği bir tarihsel–siyasal gelenekler toplamının hayatımızı belirlediğinden söz etmiş oluyoruz. Bu nedenle devrimci bir araç olan gazeteler, dergiler, bildiriler, broşürler, “hem eğiticilerin eğitilmesinin” hem de kitlelerin eğitilmesinin ve örgütlenmesinin temel araçları olageldiler...
Şöyle bir saptama yapılabilir; devrimci mücadele tarihinde yaygın olan gazeteden çok dergi geleneğidir... Dergiciliğin hedef kitlesi ise, “genel olarak bütün halk”tır ama özel olarak, her geleneğin kadroları ve taraftarlarıdır... (Geçerken söylemek gerekir ki, 1960’lar sonrasında TİP döneminde başarılan And ve Yön dergileri bugün bile gıpta ile bakılabilecek ve bazı yönleriyle henüz aşılabilmiş değildir...) Bu dergilerin ortak özellikleri ise, eğer salt teorik bir dergi değilseler, daha çok politik–teorik, ya da teorik politik olmaları, kadro ve kitle yaratmayı hedeflemeleridir, dışarıdan bilinç taşımaları ve öncü olmalarıdır. Günümüzde geleneksel sol, bu tür bir tarzı aynı biçimler altında tıpkı basım devam ettirmektedir. Bu dergiler, adların ötesinde şaşılacak kadar benzeşmektedirler. Öteki devrimci grubun devrimci olmadığını kanıtlamak, her sayıda “mevcut durum ve vazifelerimiz” başlıklı bir yazıyla görevleri bildirmek, ustaların alıntılarından oluşan bilinçlendirme köşeleri, aynı şairler, şiirler ve aynı görsel malzemeler bu dergilerin ortak özellikleridir... Yani, 1974–80 döneminin tipik yayını olan ve o dönemde siyasal bir işlevi ve karşılığı olan “dergi geleneği” değişen yeni medya ortamına karşın hemen hemen eski haliyle devam etmektedir. Bu, “resmî parti (örgüt) yayını”, parti edebiyatı geleneğidir. Bu dergilerde kullanılan dil, özel bir dildir, dahası özel bir iç dildir. Kavramların, göstergelerin, esas düşman egemenlere olduğu kadar, muhtemel düşman, iki arada bir derede seyreden küçük burjuvalara karşı da kurgulandığı bir parti/örgüt/gelenek edebiyatı ve dili... Kendini tarihin öznesi ve tek kurucusu, bütün diğerlerini öteki ve artakalan olarak gören bir resmî tarih kurgusu ve resmî medya kurgusu...
(12 Eylül öncesinde bir başka deney olan Politika, Aydınlık ve özellikle de Demokrat gazetesi deneyimleri ayrıca incelenmesi gereken araçlardır.)
NASIL BİLİRSİNİZ MUHALİF MEDYALARI! EH... EH... EHVEN-İ ŞER!..
“En küçük eylemi bile, görünüşte sıradan olan / inceleyin güvensizlikle! Araştırın gerekli mi diye / özellikle olağan olanı! / Sizden üstüne basarak rica ediyoruz, / her karşılaştığınızı doğal bulmayın! / Çünkü hiçbir şeye doğal denmemeli ki, / hiçbir şey değişmeden kalmasın, böyle bir kanlı kargaşa / kararlaştırılmış düzensizlik, planlı istibdat insanlıktan çıkarılmış insanlık döneminde.”
(Bertolt Brecht, Marianne Kesting,
Türkçesi: Veysel Atayman–Zeynep Özkan)
Özellikle son on yıldır muhalif medyanın yeni bir evrim yaşadığından söz edilebilir. Bu evrim ilk olarak, dergi formatından gazete formatına bir geçişi zorlayan bir çerçeveyi işaret etmektedir. Öte yandan, metropollerde ve taşrada radyo ve televizyon geleneğinin devreye girmesi de bir başka gelişmedir. Bu genel manzara ve yönelim “Zarfa değil mazrufa bakmak gerek” deyimiyle açıklanabilir. Bütün çabalar karşın henüz içerikte radikal ve işlevsel bir değişim dönüşüm yoktur. Abartarak ve biraz haksızlık yaparak söylemek gerekirse, dışı (zarf) yeni, içi (mazruf) eski bir medya geleneği gerçeğimizdir. Bütün biçimsel zorlamalara, projelere karşın özde eski olan hükmünü sürdürmektedir. Şöyle bir saptama yapılabilir, devrimci medya tarihi, “muhalif ve alternatif” bir medya tarihi olmaktan ziyade bir “karşı medya” tarihidir. İtiraz eden ama, biçimde ve içerikte, kendine özgü pozitif bir araç yaratamayan bir yapısal özellikler toplamı....
Bu durumu belirleyen ve yeniden üreten temel nedenlerden birisi araç-amaç ilişkisinin indirgemeci bir tarzda kurgulanması, aracın (derginin, gazetenin, radyo ve televizyonun), kaba bir siyasal kurguya, ve dahası örgütsel faydacılığa hemen her zaman yeğlenmesidir. Durum böyle olunca muhalif medya oluşumunun ertelenmesi, önemsememesi, dahası sıkça “mesleki deformasyon” olarak reddedilmesi kaçınılmaz oldu. Medyaya ilişkin bilgi ve becerinin değil, siyasal ihtiyacın, siyasal hiyerarşinin yürürlükte olduğu bir aracın, yerel ve evrensel medya ortamında, “haklılık deklarasyonu”ndan öteye, “genişletilmiş bir bildiri olmaktan öteye” bir işlevinin olmaması anlaşılabilir...
(Yeni Gündem, Sokak, Expres, Leman, Öküz ve daha başka deneyimler kendi özgünlükleri içinde genele benzeşen ve ayrışan yanlarıyla ele alınabilir... Yeniden, Söz vs gibi deneyimler ise bir başka bağlamda ele alınıp irdelenebilir...)
Eleştirilen burjuva medyalarındaki dikeylik, bağlılık ve bağımlılık ilişkisi en özerk muhalif yayınlarda bile benzer bir şekilde yürürlüktedir. Muhalif iddialı medyalar, temelde “taraf olmak” ile “taraftar olmak” arasındaki ayrımı çözebilmiş ve kendine ait bir gelenek yaratabilmiş değildir... Taraf olmak taraftar olmak olarak anlaşılmış ve resmiyete biat etmek gelenekselleşmiştir.
Bu nedenle de sıkça kesintiye uğramak, her seferinde “sil baştan” yapmak bir yazgı olagelmiştir... Kesintinin kaynağı çoğu zaman devlet baskıları olsa da, bizzat devrimci mücadele alanının tekçi dünya görüşünden kaynaklanan yapısal özelliklerin belirlediği bölünmeler, kesintiler söz konusudur. Koşulların legal veya illegal olması bu gerçeği değiştirmemektedir. Kendini yeniden tüketen tipik durum sürmektedir.
Özgün bir süreçte ortaya çıkan, hem devletle mücadele zemininde, hem de kendi iç hayatı bakımından özgün bir seyir izleyen ve kendi zemininde bir gelenek yaratan Özgür Gündem’le başlayan ve zaman zaman kesintilere uğrayan süreç, hem yukarıdaki saptamalar hem de, bu gazeteleri besleyen referanslar bakımından dikkatle incelenmesi gereken bir deneyimdir. Özgür Gündem döneminde, gazetecilik, tiraj bakımından, dayanışmacı bir temelde “muhalif bir okul olma” şansını yakalayan bu deneyim, ne yazık ki hem dışsal hem de içsel, yapısal nedenlerle kesintiye uğradı. Gelinen nokta ise, başlangıç iddialarının olmadığı bir başka zeminde küçülme süreci devam etmektedir. Ve dahası bir dibe vurma söz konusudur. (Ki buna Avrupa’da çıkan Özgür Politika da dahildir.) Gelinen nokta, çok anlaşılabilir olan siyasal bir inadın en yüksekte tutulduğu, daha çok moral bir araç ısrarının altının çizildiği, alternatif medya olmaktan çok, ulusçu bir söylemin ve ihtiyacın belirlediği özgün bir “karşı medya” deneyiminden söz edilebilir. Gazetecilik ve gazete kriterlerinin de, aynı zeminde biçimlendirildiği bir süreç noktalanmış gibidir... Yeni siyasal sürecin karakterinin ve ihtiyaçlarının, (MED TV de dahil) bu araçları yeni bir zemine zorlaması olasıdır.
Aziz Nesin gibi önemli bir aydının ve meslekten muhalif gezetecilerin de vitrinde olduğu Aydınlık gazetesi deneyimi ise tam anlamıyla trajik bir yanılgıyı yeniden üretti. “Mal sahibi mülk sahibi, vardır bunun ilk sahibi” cümlesinin aylarla sınırlı sürede devreye girdiği ve tanıdık, çok bildik, deneyimlerle sabit ve değişmemekte ısrarlı siyasî erkin ve kişinin, zamanı geldiği anda, gerekli lüzum üzerine, faydacı bir temelde “katkı veya dolgu olarak gördüklerini” toptan veya perakende devre dışı bıraktığı bir traji–komik bir gazetecilik serüveniydi bu.
Evrensel deneyimi ise, bir başka açıdan öğretici ve biriciktir. Temel referansları geleneksel olan bir geleneğin, kitlesel bir gazete iddiasıyla, meslekten gazetecilerle konsensusu kalıcı bir gazete sürecini öremedi. Ve karşılıklı bir etkileşim değil, siyasal ve mesleki kırılma yeniden bu deneyimde de yeniden üretildi. Dahası sonrası için ayak bağı olabilecek moral bir hayal kırıklığı da yarattı. Kısa zamanda, “katkıcı” olarak tanımlanan ve “dolgu maddesi olarak” görülenlerin ayrılmaları, gazetenin esas devrimcilere kalarak, “proletarya ve emekçiler lehine!” sonuçlanması da “zarf ve mazruf” hikâyesidir.
Uzun sözün kısası muhalif medyalar için bir geçiş aşamasından, bir biriktirme döneminden ve deneyiminden söz edilebilir. Bütün bunlar yeni bir özgürlük konsepti kurmak isteyenler açısından önemli deneyimler olmalıdır. Geleneksel sol, “en devrimci bilirkişi” edasıyla bildiğini okumakta ve yapmakta devam etmektedir. Bu anlayışa göre, bütün zemin, resmî yayın üzerine kuruludur, gerçek ancak ve ancak parti tüzük ve programına göre deşifre edilebilir! Özgürlükçü bir sosyalizm temelinde, geçmiş deneyimlerin eleştirel zemini üzerinde çoğulcu, dayanışmacı, enternasyonalist, özyönetimci, ayrımcılığı reddeden, çevreci bir temelde kendini yeniden kurmak isteyenler ise ne yazık ki “iki arada bir derede”dir. Oysa medya alanında da yeni bir radikal ve popüler dönüşümü gerçekleştirmek acil gereksinimdir. Yeni bir gazetenin siyasal, mesleki, entelektüel ve hattâ muhabirler ordusu olabilecek bileşenleri, özneleri uzun zamandır fazlasıyla oluşmuştur. Sorun sadece malî kaynak sorunu da değildir, geçiş dönemine özgü bir “akıl tutulmasından”, başarısız deneyimlerin moral bozukluğundan söz edilebilir. Ama tarihsel, siyasal ve güncel koşullar, günlük bir gazeteyi kotarmak için kollektif bir inisyatifi gerektirmektedir...
Bu nedenle bu yazı belki de bir yanıyla, “acil bir gazete çağrısı” olarak da okunmalıdır. Nelerin yapılmaması gerektiğinin hemen ortaya çıktığı bir toplumsal siyasal konjonktürde, “ikinci sınıf yayıncılığa”, geleneksel dergiciliğe teslim olmayacak bir günlük yayın projesi için, taşın altına elini sokmak isteyenlerin yanyana gelmeleri, şu devasa medya kirliliğinde kaçınılmaz değil midir... Bu yayının bir parti yayını olmayacağı, resmî yayın olamayacağı açıktır. Bu yayının bir gazete olması gerektiği de açıktır. İçinde ikili iktidarların cirit atmayacağı, gerçeğin resmiyete, tüzük ve programlara tercih edilmeyeceği açıktır. Bu gazetenin, gazete nasıl yapılıyorsa öyle kurgulanması ve yapılması gerektiği de açıktır. Bu gazetenin muhalif ve popüler bir gazete olması gerektiği, merkez komite suratlı olmaması gerektiği de açıktır... Bu gazetenin tüm ezilenlerden yana taraf, hayata özgürlükçü ve dayanışmacı bir yerden bakan bir gazete olması gerektiği de...
Bu gazetenin tarihe ve kitlelere verdiği söz şöyle olmalıdır:
Muhalif bir gazete (olmalı) bu, tüm renklerin eşitliğini ve özgürlüğünü savunuyor, “renkleri tek başına alırsan hepsi birer tarikat” diyor, başka bir şey demiyor...
Âşık bir gazete (olmalı) bu, resmiyetlere ve devletlere değil gerçeğe âşık oluyor, “gerçekler her zaman çıplak gezer” diyor başka bir şey demiyor...
Bütün medya, “kirli beyaz”dan, zifiri beyaza doğru hızla kirlenirken, kendi zemininde birincilik bu gazetenin iddiası olmalıdır... Hayallerinde cimri olmayanlar, bu konuda adım atmakta ve güçlerini birleştirmekte de cimri olmamalıdırlar...