“Gazetecilik sanatı, her seyden önce, gerçeğin kutsanması olmalıdır...Milyonlarca insan bizi izler, dinler çünkü biz gerçeğin çıkarlarını her seyden üstün tutarız. Güven bizim anahtar sözcüğümüzdür. Bu değiştirilemez bir ilkedir. Mirasımız ve misyonumuzdur, bu konuda uzlaşmaktansa Londra’nın sokaklarını süpürmeyi tercih ederim... Gazetecinin temel yükümlülüğü gerçeğedir. Herhangi bir nedenle bunu bozmaya başlarsanız gizli polisin moral yardakçısı oluverirsiniz.”
Fergal Keane, Muhabir, BBC
“Bölücübaşı Apo’yu almaya gidiyoruz” Kasım 1998 büyük bir gazetemizin ikinci sayfa manşeti. Manşete eşlik eden fotoğrafta, ünlü bir köşe yazarı-TV programcısının uçağın kapısında Bond-Rambo karışımı bir pozu. Tabiî 14-15 ve 16 Kasım günleri neredeyse bütün gazetelerimizin attıkları başlıklar da var.
Gazetecilik etiki ya da sorumluluğu (ki bu iki kavramın birbirleri yerine kullanılmaları hiç yanlış değildir) ünlü bir star gazetecinin bir tür kolluk görevi yapmasına izin verir mi? Gazetelerimiz bizim olan biteni anlamamıza yardımcı olacak “Roma’da neler oluyor? Batı hükümetlerinin tutumu ne? Bizim Dışişleri gerçekten ne düşünüyor? İadenin gerçekleşmesi için gerçekten nasıl bir yol izlenmeli?” sorularının cevapları yerine tamamen hamasi ve üstelik tamamen Türkiye’deki okuru etkileme amacı taşıyan başlık ve fotoğraflarla doluysa bu gazetecilik midir?
Aslında yazıya bu star gazeteciyle (ve etkili gazetelerimizin bu konudakı tavırlarıyla) başlamamız yalnızca en son ve güncel bir konuda böyle bir iş yapmış olmasından dolayı; yoksa ondan çok daha fazla ipin ucunu kaçırmış gazeteci-köşe yazarı-TV haberi sorumlusu mebzulen mevcut. Iki günde bir başbakan ya da şu veya bu bakanla yemek yemeyi alışkanlık haline getirmiş, başbakanlarla senli benli konuşmayı marifet sayıp, otelde bile olsa, yatak odasına girmekten çekinmeyen kimi ünlü gazeteciler de bal gibi çok iyi örnekler olabilirler. Hattâ işi düşmana kurşun atacak kadar ileri götürenlerimiz bile oldu. Neyse...
Peki, iyi hoş ama bu gazetecilerin vatanını seven her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gibi aşka gelip Apo’nun kellesini getirmek görevine soyunma hakları yok mudur? Gazetecinin, başbakan ve bakanlarla, “yahu sen” ya da “canım”lı konuşma şansı ve ülkeyi onunla birlikte yönetme girişimi olamaz mı? Yazının gerilimi düşecek ama cevabı hemen verelim: Hayır. Bunu yapacaklarsa, ki hakları vardır, gazetecilik sıfatlarından soyunmaları gerekir.
BASININ GÖREVİ
Gutenberg’in matbaasından bu yana, hele hele 17. yüzyıldan bu yana basının görevi (amacı) nedir, nasıl kontrol edilmelidir, gazetecinin sorumluluğu kime karşıdır tartışmaları sürüp durur. Bu noktada hâlâ herkesin hemfikir oldugu yüzde yüz bağlayıcı bir evrensel kurallar listesi yok, ama özellikle birkaç noktada evrensel kabul gören egilimler var. Bu Rusya’da da, Türkiye’de de, İngiltere’de de, Amerika’da da gözardı edilemeyecek, edilirse yansız ve dürüst bir gazetecilikten söz edilemeyecek eğilimlerdir. Üstelik birçok ünlü ve büyük yayın organında bunlar uyulması zorunlu kurallar haline getirilmişlerdir bile.
Sözü buradan Frederick Siebert, Theodore Peterson ve Wilbur Schramm’in ’50’li yılların sonunda yayımladıkları ve hâlâ basın kuramları alanının kutsal kitabı sayılan Four Theories of the Press’e (Basının Dört Kuramı) getirebiliriz. 16. ve 17. yüzyılda basının görevi ve sorumluluğu (amacı) iktidarın tüm politikalarını desteklemek ve devletin hizmetinde olmaktı. Bu da sürpriz değildi; çünkü monarkın mutlak gücü felsefesinden doğmuştu. Devlet her şeydi, birey hiçbir şey. Siyasal sistem ve yetkililerin eleştirilmesi yasak olduğundan gazetecinin görevi devletin istediğini “kullar”a duyurmaktı. 17. yüzyıl sonu ve 18. yüzyıl başları geldiğinde, güçlenen burjuvazinin sayesinde, John Milton, Locke ve John Stuart Mill gibi düşünürlerin yazılarından güç alan kimi gazeteciler görev alanlarını ve meslek amaçlarını değiştirmeye başladılar. Rasyonalizm ve insanın doğal hakları kavramlarıyla mücehhez bu gazeteciler amaçlarının ve görevlerinin artık devlet hizmetinde olmak değil, kamuyu bilgilendirmek olduğu görüşüne vardılar. Böylece okurlar etraflarında olup bitenleri kavrayarak, hükümet politikalarını denetleyebileceklerdi. Yani kulluktan yurttaşlığa yükselmiş olacaklardı. Bu kolay bir süreç olmadı, ama otoriter teori yerini liberter teoriye bırakmak zorunda kaldı. Tabiî sözümüz batı demokrasileriyle sınırlı, yoksa “modern” diktatörlüklerde ve bizim gibi “sözde” demokrasilerde hâlâ ilk teori ve o teori içinde ünlenen gazeteci tayfası ciddi biçimde ağırlıkta.
Halbuki 20. yüzyılın ilk yarısında neler olmuştu neler. Liberter teori soldan aldığı ağır eleştiriler sonucu hızla kendinden çıkma ama yepyeni bir kurama (aslında bu liberter teorinin modern Marksist düşüncenin de etkisiyle değişmesidir) yol verdi: Toplumsal Sorumluluk Kuramı. Çünkü liberal kuramda ideal olan “serbest piyasa” fikir düzeyinde yeterince etkili olamadı. Basın sermayesi çok az sayıda kişinin elinde toplanmaya ve bu az sayıdaki medya sahibi bu gücü kendi ekonomik ve siyasal çıkarları için kullanmaya başladılar. Güçsüzlerin sesi, “fikirlerin serbest pazarı” gerçekleşmediğinden hiç duyulmaz oldu. Biraz farklı olan az olan farkını bile söyleyemedi. Özetle medya tamamen kontrolden çıktı. Işte meslek etiki ilk kez toplumsal sorumluluk kuramının geçerli olduğu yerlerde ağırlıklı olarak telaffuz edilmeye başlandı. Bu kurama göre medyayı yasaların yanı sıra kamuoyu ve meslek etiki kontrol edecekti.
ETİK VE İKİLEMLER
Etik Yunanca ethos sözcüğünden türedi. İnsanın iyi bir karakter sahibi olmak için neler yapması gerektiği anlamına gelir. Felsefi olarak etikin kapsama alanı, çok genelleyerek, karar vermede iyi ve kötü fikirler arasında seçim yapabilmedir. Etik boynumuzun üst kısmını ilgilendirir, ahlâk anlayışımız ise (moral), etiki boynumuzun altındaki organlarla nasıl uygulamaya soktuğumuzu gösterir. Bu yüzden etik nutuklar atan kimi medya mensubunun iş etikin bizatihi uygulanmasına gelince çuvallaması bizleri şaşırtmaz. Çünkü belden aşağı vurunca etik’leri değil yalnızca moral’leri yıpranır, en azından onlar böyle düşünürler. Gizli kameralar ya da habersiz çalıştırılan teypler onları etik olarak rahatsız etmez.
Gazetecilikte etik denince akla gelen ilk dört şey adil, gerçek, objektif ve doğru olmaktır. Kamunun ne olup bittiği üzerine doğruları bilme hakkına hizmet, kitle iletişim araçlarının aslî görevidir. Haber vermekle yükümlü gazeteci bunu kendisi ya da işvereni lehine bir avantaj için kullanırsa en ağır etik suçunu işlemiş olur (hatırlayınız iş takipçisi köşe yazarları). Aynı durum 1980’lerde İngiltere’de de görülmüş piyasadan pay alma kavgasına giren patronların etkisindeki gazete ve gazeteciler yüzünden gazetecilik değerleri düşerken istenildiği gibi propaganda yapmak (fütursuzca hükümeti desteklemek), “sansasyonel kalıplar ve hafif meşrep eğlence ağırlık” kazanmıştı. Simdi de, globalleşme sayesinde, kimsenin itiraz edemeyeceği Amerikan Profesyonel Gazeteciler Cemiyeti’nin “Code of Ethics”inden bir alıntı yapalım.
“Etik: Gazetecinin tek yükümlülüğü kamunun doğruyu bilme hakkınadır. Diğer bütün çıkarlar karşısında özgür olmalıdır.
Hediyeler, avantalar, parasız seyahat, özel muamele ve imtiyazlar gazetenin ve işverenlerinin dürüstlüğünü sarsabilir. Kıymetli şeyler kabul edilmemelidir.
İkinci bir iş, siyasete bulaşmak, kamu görevi yapmak ve kamusal örgütlerde çalışmak eğer gazeteci ve işverenini uzlaşmacı pozisyonuna sokacaksa bunlardan sakınılmalıdır. Gazeteciler ve işverenleri, görünürde ya da gerçek çıkar çatışmalarından azade kalmak için özel hayatları konusunda dikkatli olmalıdırlar. En büyük sorumlulukları kamuya karşıdır. Bu mesleklerinin doğası gereğidir.
Özel kaynaklardan gelen sözüm ona haber iletimi gerçek haber değerleri belirlenmeden gazetelerde ve televizyonlarda yayımlanmamalıdır.”
Şimdi Türkiye’ye gelelim. Bunların hepsine evet diyecek gazeteci miktarı yüzde 100’dür, ama iş uygulamaya gelince eğer yüzde 25 rakamını bulursak şanslıyız. Türkiye’de gazetecilerin başbakan, bakan ya da muhalefetle ne kadar içli dışlı olduğunu herkes bilir. Türkiye’de gazetecilerin parti, hattâ yabancı ülke, liderleri arasında arabulucu, kurye rolüne soyunmaları, onları mahçup etmek bir yana bir de statü kazandirır. Gazetecilerin “ sabaha karşı Başbakan’la içkilerimizi içerken...” diye başlayan cümleler size içine komedi bulaştırılmış korku filmi gibi gelmiyor mu? Politikacıların gazeteci arkadaşları olmaz mı? Olur tabiî, ama iki arkadaşın konuşması hiçbir zaman haber konusu olmamalıdir, ta ki gizli bir örgüt kuruyorlarsa ve taraflardan biri ihanet ederse. İhanet sözcüğünü bilerek kullandım çünkü ahlâk yalnızca teorik saptamalarla sınırlı değildir. Gazeteleri dolduran küçük küçük hatır haberlerinin arkasında irili ufaklı “armağan”lar yatar. Ev alma konusunda, bürokratlara gösterilen kolaylığın gazetecilere de sağlandığını iddia etmek çok da haksızlık olmaz. Şimdi gelin, “bir kısım basının” hışmından korunmak için, yine Amerika’dan bir örnek verelim. Ünlü TV gazetecisi Barbara Walters’i hepimiz biliriz. Amerikalı gerçek bir medya yıldızı. Walters Iran’daki rehine krizi sırasında Tahran’la işbirliği yaptığı söylenen silah taciri Manucher Ghorbanifar’i programına konuk eder. Programın sonunda adam Walters’a silah satışına ilişkin bazı bilgileri, izleyicilerin gözü önünde, verir ve bunları Beyaz Saray’a iletmesini söyler. Walters’in bu duruma istemeyerek karıştığını söylemesi bile tüm medyanın ağır saldırılarını durdurmadı: Hükümet ajanı olmakla suçlandı. Haber vermekle haber yaratmak arasında ince çizgiyi iyice bulandırdığı yazıldı. Türkiye’de ise gazetecilerin haber konusu olmadıkları hafta yok gibi. Çünkü Türk medyası “star” gazeteci yaratıp sonra onu haberleştirmek konusunda son yıllarda epey yol aldı. Burada söz konusu starın öne çıkarılması esas haberi ezer geçer. Okurlar ve izleyiciler habere meydana geldiği gibi değil, “star”ın ideolojik ve psikolojik takıntısı ve rating hırsının süzgecinden geçmiş haliyle ulaşırlar. Haber ve yorumun ayrılmaları gerektiği ilkesi ayaklar altında sürünür. Türkiye’de muhabir haberini istediği kadar objektif yazsın, üst yöneticiler (tabii onlar da gazeteci) başlık ve spotlarla habere öyle bir istediği gibi yorum katarlar ki, haberi yazan muhabir bile “şok” olur.
Bütün bunlar sonunda o kadar ayyuka çıkti ki Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Meslek İlkeleri Komitesi Aralık ayında bir “Hak ve Sorumluluk Bildirgesi” yayımladı. Bildirgenin bizi çok ilgilendiren maddelerden biri şu: “Gazeteci, ırk, etnisite, cinsiyet, dil, milliyet, din, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan tüm ulusların tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır.” Kendini gazeteci sayan birilerinin, “Dünyada İtalyan basınından daha aşağılık bir basın olduğunu sanmıyorum”, “ Ermeni dölü” diye yazabildiği Türkiye gibi bir ülkede bu maddenin önemi hemen ortaya çıkar. Gazeteciler Cemiyeti, Bildirge’de Türkiye’de var olan bütün etike aykırı kirlenmelere işaret etmiş: Gazeteci şiddeti özendiremez, gazeteci polis veya kulüp sözcüsü gibi davranamaz, gazeteci insanlar ve uluslar arasında düşmanlığı körükleyemez vb. Kasım ve Aralık ayında Türkiye’de basında çıkan haber ve köşe yazılarının bu ilkelerin çiğnenmesi örnekleriyle doludur. Herhangi bir gazetenin üç beş gününe bakmak size bu konuda yeterince örnek verecektir.
Şimdiye dek söylenenler yalnızca gazeteciler göz önüne alınarak yazıldı ki bu tabloyu eksik bırakır. Her gazetecinin bir işvereni, her gazetenin de bir sahibi vardır.
Gazeteci bir sözleşmeyle bağlı olduğu patrona karşı da bir sorumluluk taşır. Çünkü gazete piyasada bir para karşılığı satılır ve patron buradan para kazanarak gazetecinin ücretini öder, ama şu ilkeyi hiçbir koşulda göz ardı edemez: Gazetecinin halka karşı kamusal sorumluluğu, başta işverenine veya kamu otoritelerine karşı olmak üzere, diğer tüm sorumluluklarından önce gelir. Gazetenin de bir satış fiyatı olduğu doğru, ama gazete yalnızca bir meta değil. Eski ve yeni patronların alım-satım işlemine gazetenin yönetici kadrosunun basın etikine hiç de uymayan yaklaşımları eklenince Türkiye’nin nitelikli gazetelerinden Yeni Yüzyıl öldürüldü. Verilmeyen, görmezden gelinen haberin ilk sayfadan verilen yalanlanması herhalde iletişim fakültelerinde “case study” olarak okutulacak. Yapılacak son eylem de olsa, bu tür baskılar karşısında, çıkış yolu bulamayan gazeteci istifa diye bir kurumun bulunduğunu aklından hiç çıkarmamalıdır.
SORU SORMAYI UNUTMAK!
Etik sorununun yalnız Türkiye’de değil, Batılı demokrasiler dahil, tüm dünyada kaygı konusu olması, herkese soru sormaya bayılan gazetecilerin kendilerine soru yöneltmeyi unutmalarından kaynaklanıyor. Konusu ya da oluş biçimi ne kadar hoşumuza gitmezse gitmesin “Karışan tüm insanları göz önüne alarak haberimi duyarlı, adil, doğru olarak yazdım mı?” sorusunun cevabını evet diye gönül rahatlığıyla yanıtlayamayacağımız bir haberi yayımlamamalıyız. Çünkü sonuçta haberimizin “aksini iddia eden birine karşı, rasyonalize etme yoluna sapmadan haberi berrak bir şekilde ve dürüstçe izah etmekle” yükümlüyüz. Haberin içeriği fark etmez. İster bir örgüt, ister bir siyasî, ister bir travestiye ilişkin bir haber verelim, bütün bunları gözönünde tutmakla yükümlüyüz.
“Başkasının mahremiyetine tecavüz ediyor muyum? Eğer ediyorsam bunun için gerçekten geçerli bir nedenim var mı? Nedenim varsa bile bunu karşımdaki insana en az zarar ve acı verecek düzeye indirmeye çabaladım mı?” Bu soruları aklının köşesinden bile geçirmeyen, genç kızları bombacı, polisin her yakaladığı öğrenciyi örgüt üyesi, cinsel tercihleri farklı insanları sapık, dünyanın en zor işine soyunan insan hakları savunucularını manyak ilân eden bir gazetecilik anlayışının ağırlığını duyurduğu Türkiye’de “üst düzey” etik tartışmasına girmek absürd değil mi? Türkiye’de etik tartışmalarına ABC’sinden başlamalı. Birinci adım: Gazetecinin ilk yükümlülüğü okurlarını çevrelerinde olup bitenden haberdar edip, bunlara ilişkin konularda kendilerinin karar verebileceği bilgi düzeyine gelmelerine yardımcı olmaktır. Zaten gazetenin varlık nedeni budur. İşveren veya kendisinin ideolojisi ya da maddi çıkarları uğruna okuruna/izleyicisine bunu sağlayamayan gazete veya televizyonun onları çılgınca eğlendirip ratinglerde birinci olması hem meslek etikine aykırı hem de okurun umurunda değil (bakınız promosyonsuz gazete satışları).
Teorik çerçevesi Birikim’e pek uymayan ajitatif bir yazı mı oldu? Ama unutmayın unvanımın altında düşünür değil, gazeteci yazıyor, üstelik az önce de vurguladığım gibi biz daha felsefi anlamda etikin E’sinde değil bildiğimiz günlük ahlâkın A’sının kapısındayız. Aralık ayındaki sansasyonel skandalda Show TV’de sıkışmış trafikte Sibel Can’ın arabası yanında yürüyüp, belki kırk kere “Sibel n’olur tek kelime söyle” diye ana haberlerin iki gün arka arkaya on dakikasını çalan “muhabir” kızın, daha doğrusu onu bu tür gazetecilik yapmaya zorlayanların, acıklı hali her şeyi açıklamıyor mu?