Basında Taban Hareketi: Gazeteciler Meclisi ve Geleceği

Gazetecilik sektörünün son 10 yılı, önceki 10 yıla oranla çok daha ciddi gelişmelere sahne oldu. Bu gelişmelerden patronaj açısından yaşananlar bu yazının konusunu oluşturmuyor. Çalışanlar açısından ise meslek örgütleri dolayımıyla bir bakışı içeriyor.

Gazeteciler son 10 yılda, önceki 10 yıla oranla daha dağınık, daha örgütsüz ve daha güvensizler.

• Dağınıklar zira sayıları giderek artan -ancak gereksinmelere yanıt veremeyen- 20’yi aşkın meslek örgütünde sorunlarına çare arıyorlar. Ancak gazetecilerin ekseriyetinin bu meslek örgütlerine üye olduğu gibi bir yanılsamaya da hemen itiraz etmek gerekiyor. Gazeteciler Meclisi’nin İstanbul’da 853 gazeteci ile yaptığı anket sonuçlarına göre ankete katılanlardan sadece yüzde 4’ü Gazeteciler Cemiyeti’ne, yüzde 5.8’i ÇGD’ye, yüzde 2’si sendikaya ve yüzde 3.3’ü de Ekonomi Muhabirleri Derneği’ne üye bulunuyor. Yani asıl büyük çoğunluk (yüzde 67) herhangi bir meslek örgütüne üye değil.

• Örgütsüzler zira son 10 yılda yaşanan sendikasızlaştırma süreci başarıyla tamamlandı. Bugün hemen hiçbir büyük basın kuruluşunda sendika örgütlü değil.

• Güvensizler zira yaşanan bu süreçte gazeteciler iş güvenliği, özlük hakları konusunda pek çok haklarını yitirdiler. Düşük ücretlere mahkum edildiler. Örgütsüzlük, işverenlerin örgütlülüğünü pekiştirdi. “Centilmenlik Yasalarıyla” iş akışkanlığı ortadan kaldırıldı. Tekelleşme eğilimi arttıkça gazeteciler bir meta gibi alınıp satılmaya başladı. Ahlâki ve mesleki ilkelerde sınır bir türlü çizilemeyince son 10 yılda mesleki deformasyon arttı. Etik sınırlar “istişari” olunca “Basın meslek ilkeleri” için verilen sözler çabuk unutuldu. Daha önemlisi yukarıda sayılan meslek örgütleri gazetecilerin hak ve çıkarlarını koruma konusunda etkin bir rol üstlenemediler. Bu nedenle de güvensizliğin haklı nedenleri ortaya çıktı.

Bu 10 yıl içinde gazeteciler de kendi mesleki örgütlenmeleri için çaba gösterdiler. 1989’da TGS İstanbul Şubesi seçimlerinin “muhalefet” tarafından kazanılması, ÇGD İstanbul Şubesi’nin kitlesel bir katılımla kurulması, Etik değerleri tartışan Medya Platformu deneyi, daha pratisyen Basın Emekçileri Birliği kuruluş çalışmaları hep bu çabanın ürünüydü. Ancak bütün bu girişimler bir süre sonra ya etkisizleşti/etkisizleştirildi. Bir bölümü de söndü. Son beş yılda kaydadeğer hiçbir taban hareketine rastlanmaz oldu.

İşte böylesi bir ortamda Gazeteciler Meclisi Girişimi ortaya çıktı. Geçmişte yaşanan deneyimlerin ışığında daha kitlesel, katılımcı, özgürlükçü ve demokratik bir hareketti.

• Kitleseldi zira önceki deneyleri de aşan bir ilgi ve destek gördü. Toplantılarına 300-400 gazeteci katıldı. Etkinliklerinde bu sayı bini geçti. Son 10 yılda ilk defa böylesine bir katılım gerçekleşiyordu.

• Katılımcıydı, zira Gazeteciler Meclisi Girişimi iktidar mücadelesinin verildiği, kariyerizmin hâkim olduğu bürokratik bir hareket olmadı. Kuruluşunun birinci yılına yaklaştığı şu günlerde 100’ü aşkın gazeteci Meclisin yönetim ve icra mekanizmalarında görev aldı. Rotasyonla sürdürülen bu süreç, kimi sorunlara karşın sağlıklı biçimde yürüyor.

• Özgürlükçüydü zira diğer meslek örgütlerinin aksine Meclis katılımcısı olmak için “üyelik”, “aidat”, “kadrolu olmak”, “sarı basın kartı” gibi zorunluluklar ortadan kaldırıldı. “Basın sektöründe haberin oluşum aşamalarından herhangi birinde çalışmak, buradan geçimini sağlamak ve basının yaşadığı sorunlara duyarlı olmak” gerek yeter şart kabul edildi.

• Demokratikti, zira Gazeteciler Meclisi her ay toplantılar yaparak katılımcılarını bilgilendirdi. Kararlar birlikte alındı. Hiçbir çevreden maddi ve manevi destek alınmadı. Sadece gazetecilerin maddi katkılarıyla etkinlikler düzenlendi. İşyeri meclisleri aracılığıyla editörden, yayın yönetmenine, kameramandan, sayfa sekreterine, muhabirden, müdüre kadar pek çok farklı konum ve duruştaki meslektaş biraraya gelme olanağı buldu.

İşte böylesi bir hareket en çok da şu ilkesinin altını çizdi. Hiçbir meslek örgütüne alternatif olunmayacaktı. Bütün gücüne, etkinliğine ve üretkenliğine karşın yeni bir dernek, oda ya da alternatif örgütlenme peşinde koşulmadı. Daha önemlisi katılımcılarına daima diğer meslek örgütlerine katılım, onların güçlendirilmesi ve görev alınmasını önerdi.

Ancak kuruluşundan bu yana “meslek örgütleri” bu yeni “meslek hareketine” mesafeli durdular. Bu hareket meşrûiyetini katılım, üretkenlik ve kitleselliğinden, şimdiye kadarki etkinliklerinden almasına karşın. Gazeteciler Cemiyeti gibi geleneksel, tarihî ve yasal özellikleriyle öne çıkan ya da ÇGD gibi homojen bir siyasî paydayla biçimlenen meslek örgütleri ve Sendika bu süreçte Gazeteciler Meclisi ile adeta metazori bir iletişim dili kurdular. Meclis etkinlik ve eylemlerine kimi zaman ısrarlar sonucu, kimi zaman da “davetli” sıfatıyla katılmaya özen gösterdiler.

Hal böyleyken meslek örgütlerinin, Gazeteciler Meclisi’ne dönük tavırlarını anlamak güç gibi görünüyor. Gazetecilik sektörü-ile ilgili bir konuda militer metafor nasıl algılanır kaygısına karşın- meslek örgütleri ordusuz komutanlara benziyor. Etkinliklerine gazetecileri yeterince katamıyor. Tabanın güven sorununu hâlâ aşabilmiş değiller. Oysa sivil toplum kuruluşları varlığını tabandan alıyor. Dolayısıyla bu meslek örgütleri “basın açıklamaları”nın dışında yeterince etkin faaliyet sürdürecek katılımı bir türlü toparlayamıyor. Çalışmalar bir avuç özverili insan ya da profesyonel tarafından sürdürülüyor.

Gazeteciler Meclisi’ni bir “rakip” gibi algılayan bu yaklaşıma karşın, meslek örgütlerinin, Meclis etkinliklerinde üye formu dağıtmaları ya da kendi etkinliklerini Meclisin kitlesel toplantılarında duyurmaları bizleri sevindiriyor.

Gelelim Gazeteciler Meclisi’ne…Meclis komutanı ol(a)mayan ordudur. Öyle de kalmalıdır. İşi meslek dayanışması, meslek örgütlerine destek, basının etik, iş güvenliği, özlük haklar gibi sorunlarına çözüm arayışıdır. Refleksiftir. Baskılara karşı suskunluğu değil, itiraz etmeyi önerir.

Ancak geçen bir yıl içinde katedilen mesafe -bize göre- arpa boyudur. Bugün için meslek örgütlerine oranla daha kitlesel oluşuna karşın Gazeteciler Meclisi etkinliklerine ilgi istenen ölçüde değildir. Şimdiye dek hiçbir meslek örgütüne nasip olmayan gönüllü katılım adeta bir özgül durum olarak algılanmıştı. Dolayısıyla böylesine anlam yüklenen bir konumun yitirilmesi Gazeteciler Meclisi açısından ciddi bir sorundur.

Bu bir yıla ilişkin eleştiri ve önerileri sıralamak gerekirse; işyeri meclisleri ekseninde örgütlenme şemasına karşın Meclis katılımcılarının çalıştığı 60’a yakın basın kuruluşundan sadece üçünde -o da ağır aksak- bu model hayata geçirilmiştir. Aylık toplantılarda canlılık istenen ölçüde değildir. Bu toplantıların tematik hale dönüştürülmesi gerekmektedir. Gazeteciler Meclisi’nin yürütme mekanizması “dönem sözcülerine” dayanmaktadır. Sözcüler iki ay için seçilmekte, sonraki iki ayda üçte ikisi yerlerini yeni dönem sözcülerine bırakmaktadır. Ancak dönem sözcülerinin çalışmaları rutin olmadığı gibi, kimi zaman katılım da düşüktür.

Meclisin entellektüel donanımını sağlayacak kurumlar olarak atelyeler düşünülmüştür. Atelyelerde meslek politikalarının inşâ edilmesi öngörülmüştür. Ancak atelyelere katılımda da verim sağlanamamıştır.

Meclis fikriyatı gazetecilerin ihtiyaç ve taleplerine uygun olarak yeniden şekillendirilmelidir. Gönüllülük esasına göre çalışıldığı için kişisel kırgınlıklar ve yorumların adresi yoktur. Mesai sonrasında özveriyle Meclis fikriyatının gelişmesi için çalışan gazeteciler gücünü “birlikte” davranmaktan/üretmekten almalıdır.

Anadolu gazetecileri Meclis’i duymalarına karşın hâlâ yeterince bilgi sahibi değildir. Bir an önce Gazeteci dergisi aracılığıyla onlarla iletişim kurulmalıdır. Meclis’in İnternetteki WEB sitesi yeniden geliştirilmelidir. İğneyi kendisine batırmayan bir meslek hareketinin başarı şansı da azdır. Meclis bir taban hareketidir. Öyle de kalmalıdır. “Ünlü”, “kariyer sahibi” gazeteciler yerine “sıradan”, “muhabir” meslektaşların kürsüsü olmalıdır.

Çok önemli bir başka sorun da Gazeteciler Meclisi ilkelerinin korunmasıdır. Gazeteciler Meclisi’nin 853 gazeteci ile yaptığı kapsamlı ankette meslektaşlarımızın tamamına yakını, bu meslek hareketinin siyasî olmaması gerektiği görüşünü teyit etmişlerdir. Hiçbir siyasî görüş, Gazeteciler Meclisi’ni kürsü olarak kullanmamalıdır. Asıl alkışlanması gereken mesleki söylemdir. Ajitatörlere değil, üreten ve katılan arkadaşlara ihtiyacımız olduğu unutulmamalıdır. “Sen yoksan bir eksiğiz” Meclis fikriyatının düsturudur. Bütün meslektaşlarımızı bu oluşuma katmak için çaba gösterilmelidir.

Son olarak Meclis, 10 yıllık bir süreçten dersler çıkarılarak süzülen bir çabanın ürünüdür. Ne mutlu bize ki, basında onurlu, dayanışmacı, katılımcı bir hareketi oluşturduk. Ve ne mutlu bize ki, 20 Ocak’ta birinci yaşını kutlayacağız.

Nice 10 yıllara.

(*) Bu makale Gazeteciler Meclisi’nin Ocak ayında ilk sayısı çıkan aylık Gazeteci dergisindeki yazının genişletilmiş halidir.

ÇERÇEVE(46-47)

Babıali’nin

Ali Desideroları

Türkiye’de “delikanlılık” bir duruşu temsil ediyordu. Bu duruş yasal değildi. Kendi hukuku, kendi ritüelleri ve kendi söylemi vardı. Sokağın asaletini onlar temsil ediyordu. Dayılıkları biraz “kaba” olsa da dürüstlüklerinden hiç kimsenin şüphesi olmazdı. “Delikanlı” olmak bir statüydü. Bedeli vardı. Her babayiğit böyle bir mertebeye soyunamazdı.

1960’lı yıllara kadar soyları tükenmemişti. Semtlerde, mahallelerde nam salar, kahvelerde ikamet ederlerdi. Sonra Türkiye’nin mahallelileri işçi ya da öğrenci olduklarını keşfetti. “Delikanlılar” da geçim sıkıntısı çekerdi. Toplumsal muhalefetin güçlü rüzgârı sokakları teslim alıyordu.

“Delikanlılar” giderek tarih olmaya başlamıştı. Toplumsal muhalefetin sokaktan çekildiği dönemlerde de yerini süngüler alınca, artık “delikanlılar” hoş bir seda olarak anılmaya başlamıştı.

1990’lara gelindiğinde sokakların hâkimi çeteler ve ülkücüler olmuştu. 1970’li yıllarda ilçe ve semtlerde kurulan ülkü ocakları birer dükalık gibi iktidar alanları yaratmıştı. Ülkü ocaklarının başkanlarına “reis” deniyordu. 1980’lerdeki dağılma sürecinde, “Reisler” kadrolarını çek tahsilatı, bodyguardlık, ihale takipçiliği gibi etkinliklerle birarada tutmayı başardı. Kirlenmenin bu ilk aşamalarında “milliyetçi delikanlılar” ortaya çıktı. Vatan, bayrak, ezan edebiyatının gölgelediği yasadışılık, devletin içinden destek buldu.

“Milliyetçi delikanlılığın” makus talihi Susurluk’ta bir kamyona çarptıkları gün değişti. Kumardan, uyuşturucuya, yargısız infazlardan, kaçırma ve tehdide kadar pek çok olaydan “reisler” sorumlu tutulmaya başlandı.

İşte böylesi bir dönemde belki nostaljik bir tad olarak yeniden o pür “delikanlılara” özlem başladı. “Mükremin abi”nin hınzır masumiyeti hemen kabul gördü. “Delikanlılar” yeniden keşfedilir de reklamcılar durur mu? Onlar da Mazhar-Fuat-Özkan’ın, “Ali Desidero”sunu ekranlara taşıdı. Kimileri de hamasete kaçıp koltuk reklamında bir “baba”ya (!), “Neden getirdiniz ulan beni buraya?” bile dedirtti. Reklamcıların kontrol kalemi bu reklamı gevşetti mi bilinmez ama Ali Desidero sokakların sanal kahramanı olmuştu. Mahalleli o derse yapıyor, saygı duyuyor, sorarsa da onaylıyordu.

Ali Desidero “iyi traşlar” dediğinde, “Delikanlıların” söylemiyle “traş yapmıyordu.” O test ediyor, sonra da tavsiye ediyordu. 1990’ların delikanlısıydı. Spor arabalarda geziyor, tesbihini kot-beyaz tişörtten oluşan sportmen giysileriyle “yakıştırıyordu.”

Ali Desidero, sokak kahramanıydı. Oraların sesiydi. Sokaklarda milliyetçi bir seda kalmıştı. O da “Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığına”, “biz bize benzerize”, “Batının kuyumuzu kazdığına” inanıyordu. Önce sakalımızın o narin Batılı erkeklerden daha gür ve daha erkek olduğunu söyledi. Yerli malı Türk’ün malıydı. Türk’ün o gür sakalını da başka bıçak kesemezdi. Sonra dozu artırdı. “Almaz mısın bizi Avrupa’ya” nidasıyla Avrupa’dan o ezeli intikamımız kendi traş bıçağımızı üreterek aldığımız hissini uyandırdı. Devir Avrupa’ya -hele İtalya’ya- kızma devriydi. Sonunda “sömürüldüğümüzü” keşfetti. Avrupa fiyatına satılan mallarının kârını Avrupa’ya kaçırdıklarını ifşa ediverdi. Uyanık Ali, hepimizi “Burası Türkiye yok öyle” diyerek bilinçlendirdi.

Sonra Ali Desidero’nun bu özdeyişini gazeteler manşet yaptı. Avrupa “bizi” bölmek istiyordu. “Biz” Avrupa’ya 15-20 milyar dolarlık mal satarken, onlardan 50 milyar dolarlık mal almıyor muyduk? Eğer almazsak mahvolurlardı! Zaten “bizi” sömürüyorlardı. Malları boykot edilmeliydi. İtalyanlar da spagetti yemekten aptallaşmış bir milletti. Avrupa bizi sevmiyordu. Türkiye’nin güçlenmesini önlemek için başımıza çorap örüyorlardı.

İtalya Büyükelçiliği’ne bahçesine futbol topu atanlarla birlikte spikerler de goool diye bağırmaya, İtalyan meyve ve sebzeleri ayaklar altında çiğnendiğinde “Dallamaya” nasıl ders verildiğini duyurmaya başladı. Linç edilen insanların çığlıkları ratinge tahvil edildi. Galatasaray’ın futbol maçı ve UEFA’nın erteleme kararı onların “şerefsizliğini” kanıtladı. Hattâ İtalya’da çöken bir apartmanda ölen kırk kişi için şehit analarının bedduasını aldıkları için evin çöktüğü yorumu bile yapıldı.

Şovenizm, kin ve nefret kutsandı. Bu dönemde yazılanlar, çizilenler, söylenenler basın tarihçileri için bir ibret sayfası olacak. Henüz sular yeterince soğumadı. Ancak yakında boykotlar bitecek. Avrupa’nın “bizi sömürdüğü” vurgusu unutulacak. Bugün olduğu gibi yarın da İtalyan ortaklarla basın ve televizyon yatırımlarına devam edilecek. Geriye İzmit’te linç edilen emekli bir öğretmenin yaslı ailesi ve Babıali’nin Ali Desideroları kalacak. Kim mi onlar? Ben sen o, biz siz onlar.

RIDVAN AKAR