Gerçeği, Sadece Gerçeği, Bütün Gerçeği

“ACI VAR MI, ACI?”

Türkiye’deki televizyon haberciliğinin çıktığı “doruğu” en iyi anlatan Reha Muhtar’ın ünlü sorusuna bu kadar gülerken, neden Türkiye’nin en çok izlenen haber bülteni onunki oluyor? Bütün Türkiye -“her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsa”- sado-mazo eğilimlerin mi etkisi altında? Herhalde değildir. Dolayısıyla tek bir seçenek kalıyor. “Reha Muhtar Atina’dan bildirsin!” kampanyasını bir kenara bırakıp, meseleyi ciddiye almak. Reha Muhtar haber bültenlerini neden kan, ihtiras, entrika, aşk, şiddet beşgeninde birer pembe diziye çeviriyor? Muhtar ve benzerleri, Sibel Can’ı, Serdar Ortaç’ı ve Müslüm Gündüz’üyle sürekli bir cinnet atmosferi kurarak Türkiye’ye hangi mesajı veriyor? Ama en önemlisi Muhtar’a ve elbette onun takipçisi diğer kanallara bunları yaptıran psikoloji ne?

Media, Ritual and Identity (Medya, Ritüel ve Kimlik) adlı kitapta “Minorities, majorities and the media” (Azınlıklar, çoğunluklar ve media) başlıklı bir makalesi yer alan Larry Gross, bütün pembe dizi izleyicilerini “escapists” (kaçaklar) olarak adlandırıyor. Pembe dizi izlemenin kültürel düzey ya da eğitim durumu ile doğru orantılı olmadığını anlatan Gross, asıl meselesinin kaçma ihtiyacı olduğunu söylüyor. Daha da önemlisi pembe dizi izleyenlerin ortak duygu durumunun adını koyuyor: Anksiyete! Pembe dizi yapımcıları ise belli ki burada “anksiyete kontrolörleri” oluyor. Türkiye’nin de son 20 yıldır kesintisiz bir anksiyete krizi içinde olduğu düşünülürse Muhtar’ın ve diğerlerinin co-prodüksiyonu olan bültenler, sanki ince düşünülmüş bir sosyal psikoloji mimarisi. Bu mimari sayesinde Muhtar ve diğerleri, yarattıkları görsel gerçeklikle, izleyenleri içinde bulundukları çözümsüz gerçeklikten çıkarıp “kaçmalarını” sağlıyorlar. “Onca kan gölü, şiddet ve cinnet kimi nereden kaçırıp, hangi ruhu sakinleştirebilir?” diye sorulabilir. Ama o kan gölleri, o salya sümük ağlamalar “gerçek” mi bakalım?

“Bazen çektiğim olayın kendisine dayanamayınca sol gözümü kısıp, sağ gözümü vizöre dayıyorum. Vizörden her şey siyah beyaz görünüyor, sanki film gibi. Ancak o zaman dayanabiliyorum.”

Haber kameramanı Ersin Çakır, dostlar meclisinde basitçe böyle söylüyor. En acayip entellektüellerden Guy Debord ise buna “Görüntü kendi gerçeğini yaratır” diyor. Yani yapılmış bir gerçeklik olduğu için Reha Muhtar’ın ve benzerlerinin kan revan içindeki asabi haberleri, vizörden görünen her şey gibi sahte. Bu yüzden de tersine bir yöntemle rahatlatıcı; tıpkı gerilim filmleri gibi. Peki daha çok izlenmeye yarayan, bu tür bir “yapılmış” gerçekliğe en çok kimin ihtiyacı var? İzleyenin mi izletenin mi?

Reklam verenler için izlenme payının öneminden söz etmeye herhalde gerek yok. Bizim bakacağımız yer daha çok gösteri dünyasının cilveleriyle ilgili. Hem seni hem beni, ama mutlaka Reha Muhtar ve onun gibileri de yakan cilveleriyle! Yani belki Reha Muhtar ve benzerleri televizyonu bu hale getirmiyorlardır da, televizyon onları böyle yapıyordur! Bakalım.

1930’lardan sonra düşünen kafaların hemen hepsi nesnelerin ve durumların kendisinden çok onu izleyen göze bakmaya başladılar. Semiyotik meseleler böylece gündeme gelmeye başladı. Ve 20. yüzyılın sonuna geldiğimiz bu zaman diliminde izleyen göz öyle çok önem kazandı ki, artık izleyen bir göz olmadığı sürece bir şeyin, durumun ya da olayın varlığından söz edilemez hale geldi. Televizyon ise bu yeni bakışın merkezindeki muamma oldu her zaman. Göstergebilim üzerine düşünen kimilerinin “epistemolojik rezervuar” diye nitelediği televizyon, izleyen gözleri içinde bulundurduğu için onun olmadığı hiçbir yerdeki hiçbir şey var olamazdı. Bosna-Hersek savaşının ne kadar “olmadığını”, buna karşın Körfez Savaşı’nın bütün dünya için CNN aracılığıyla “fazladan” var olduğunu herhalde herkes hatırlar. Ve dünyanın çok büyük bir kısmı, Körfez Savaşı denince, ölen insanlardan çok CNN ekranlarından bütün dünyaya yansıyan petrole batmış kuşu anımsayacaktır. Amerika o savaşı kel bir kuş için, onunla ve onun sayesinde kazanmamış mıydı? O kuş, her izleyen için yaşanan gerçekten “daha gerçek” değil miydi? Reha Muhtar da damarına basılmış travestilerin öfkesini, polislerin onlara yönelen şiddetinden “daha gerçek” kılmıyor mu? Kamunun öğrenme hakkını çekiştire çekiştire bir zebellaya dönüştüren televizyon haberciliği yine kendisinin yarattığı “kamunun merakını” doyurmaya çalışan zavallı, çılgın karıncalar ordusunun savaşına dönüşmedi mi? Niye? İzlenmek istiyorlar. İzlenmeyi delice, sınırsızca istiyorlar. Çünkü kendi yarattıkları gerçeklik düzeyinde var olamazlarsa, gerçekte de yok olacaklarını sanıyorlar. Bunu sanmakta da haklılar. Truman Show’u izleyenler hatırlar. 30 yıl süren TV dizisi bittiğinde, diziyi başından beri izleyen polis memuru, arkadaşına dönüp şöyle diyordu: “Televizyon rehberine baksana. Başka ilginç bir şey var mı?”

İzleyen gözün acımasızlığının hepsi farkındalar. O gözü izlettikleriyle daha da acımasız, daha da belleksiz, daha da kana susamış hale getirirken, kendilerini de izlenmedikleri anda buhar olup uçacak birer televizyon gerçekliği haline getiriyorlar. Altında ezildikleri, onları hergün daha da çılgınca şeyler bulmaya zorlayan bu tuhaf durum, televizyonun kendisinden kaynaklanıyor; yoksa onların “manyak” olmasından değil. Konumların zihniyetleri daha keskin bir biçimde belirlediği bir başka alan daha olamaz galiba.

ORTALAMANIN CEMAATİ HEP AÇTIR...

Yaptıkları şey çok ilginç. Büyük bir olasılıkla -bu sözcüklerle olmasa da- yapmakta olduklarının farkındalar. Onlar bunu, birer sosyal psikoloji mimarı olarak değil, ilginç bir popüler kültür refleksiyle yapıyorlar. “Bugün ne yapsak tutar abi?”nin cevabını herzaman kıvrak manevralarla bulabiliyorlar. Zaten bunu bilmek de hiç zor değil. Kafanızı öyle çalıştırmanız yetiyor. Ama izlettikleriyle biçimlendirdikleri, sonra da geri dönüp onları biçimlendiren gözler, izleyici kitlesinden çok bir cemaate benziyor. Türkiye televizyonlarını, özellikle de televizyon haberciliğini, epistemolojik bir rezervuardan çok Kapalıçarşı’da umumi tuvalet haline getiren de yaratılan cemaatin kalitesi. Benedict Anderson söylüyor bunu. Televizyonların daha çok izlenmek için izleyicilerini cemaate dönüştürmeye çalıştıklarını anlatıyor. Bu, belki de en çok Türkiye için doğru. Hiç uzağa gitmeye gerek yok. Galatasaray-Juventus maçı öncesindeki bir haftalık televizyon yayınlarına bir bakın. Bacanak muhabbeti samimiyetiyle bütün televizyonlar “İtalyanlar’ın eline koz vermeyelim!” diye bağırmadı mı? Bu cümle aynı zamanda, “Koçum esasında biz haklıyız, ama şimdi olay çıkarırsak! anlıyosun di mi?” anlamına gelmiyor muydu? Böylece izleyici kitlesi cemaat tanımının içerdiği neredeyse bütün özellikleri yansıtıyordu:

1. Kapalı devre bir dil. 2. “Ötekinin” haksız ve aşağılık durumu. 3. İzleyenle izleten arasında yüceltilen ve pekiştirilen samimi bir bağ. 4. Dışarıda bir tehdit yaratarak bağı güçlendirme niyeti.

Lig maçlarında bile yaralanma ve ölüme varan kavgaların çıktığı stadda, süper-millî bir meselede olay çıkmadığını da göz önüne alırsak -seyirci başına iki polis şeklindeki güvenlik önlemlerini de unutmamak lazım-, cemaat bağının nelere kadir olduğunun da altını çizmiş oluruz.

Uzaktan bakınca, alan ve satanın memnun olduğu kanaatine kapılabilir insan. Oysa ne alan memnun, ne satanın içi rahat. İzleyici acayip sahtekâr bir topluluk. İzlemeye gelince Sibel Can’a ağzı sulanıyor. Yolda durdurup sorduğunda ilkokul düzeyindeki kompozisyonu hazır:

“Tabiî esasında biz eğitim programları, belgeseller istiyoruz.”

Oysa medyanın yarattığı kamunun “merak etme” hakkına sonuna kadar kapıldığını kendi de biliyor. İzleten ise yarattığı cemaatin ortalamanın cemaati olmasından sıkılmaya başladı. Yarattıkları cemaatin uğultusuna kapılan meczuplar, yavaş yavaş değişmek istiyorlar. Ratingin tanrısı AGB artık izleyici ölçümlerini yaptığı, yani rating oranlarını belirleyen izleyici kitlesini değiştirme yönünde bir çalışmaya hazırlanıyor. Belirleyici kitleyi ortalamanın biraz üstüne çekecekler. Beğeni “düzeyini” yükseltecekler! Cemaat için iki adım ileri bir adım geri! Peki sonra? Yeni cemaatimiz, Avrupa merkezci, liberal ideolojiyle çifte kavrulmuş, beyaz ötesi en bayıldığı şey daha iyi tüketmek olan bir güruh olmayacak mı? Bir cemaatin diğerinden daha iyi olduğunu kimse savunamaz. Sonuç itibariyle, nerede “çoğunluk” orada...

ŞEYTAN EKRANIN KENDİSİNDE!

Gerçeğin ekrana çıkarılıncaya kadar nasıl “biçimlendirildiğini” görmek, esas şeytanın ekranın kendisinde olduğunu da öğretiyor insana. “Sahtelik”, gerçek ile biçimlendirilen görüntüsü arasındaki geçen zamanda. Bu zaman içinde gerçek nasıl “işleniyor”, buna bir bakmak gerek. Görüntüyü yönlendirenlerin elindeki olanaklar, insanın kolayca başını döndürebilir. “32. Gün” muhabirlerinden Cüneyt Özdemir, yakalanan ilk intihar komandosuyla yaptığı söyleşiyi izletiyor. Gösteri dünyası olanaklarını, haberi hazırlarken nasıl kullandığını anlatıyor bir yandan da. İntihar komandosu eylem girişimini anlatıyor. Kendi hissiyatına ilişkin bölüm başladığında izleyicinin ilk izleyişte ayırd edemeyeceği ağır bir müzik var fonda. Tekrar eylem anlatılırken müziğin kesildiğinin farkına varmıyorsunuz. Ama adamın gerçeği, ya da Özdemir’in adama yüklediği gerçeklik, müzikle birlikte içinize “nüfuz ediyor”. Komando eylem öncesinde bir lokantaya girip yemek yediğini, hayatında ilk kez lokantada yemek yediğini, yani meselenin insanî yanını anlatırken de görüntüde altı çizilmemiş, hattâ fark edilemeyecek bir yavaşlama oluyor ve müzik adamın sessizliğini dolduruyor. Tek tek izlenen malzemenin bileşenlerinı ayırdettiğinizde bir el işi dersi gibi görünebilir, ama aktarılanın tamamını, bir bütün halinde izlediğinizde sadece görsel olanaklar oluşturularak yaratılan duyguya kapılmamanız mümkün değil. Bu sizin duygusallığınız ya da haberin iyi hazırlanmış olmasından çok, şeytanın kendisi olan sanal gerçekliğin en basit olanaklarının tam kullanımıyla ilgili. Bunlar öyle olanaklar ki, gerçek üzerinde yapabileceğiniz çevik manevralar insanın ağzını sulandırabilir. Bunu tam anlamak için, aynı haberi Ertürk Yöndem’in nasıl hazırlayabileceğini düşünmeniz yeterli! Elbette bir kadının kocasını öldürmesi haberini aktarırken araya “Fatal Attraction” filminden sahneler konulması kadar kaba ve bayağı bir “biçimlendirme” değil bu. Ama sırf bu yüzden daha “tehlikeli”, daha kaygan.

TÜKETİMİ, BÜTÜN TÜKETİMİ, SADECE TÜKETİMİ...

Bu kaygan zeminde, sistemin ideolojik aygıtlarından en güçlü olanının tam göbeğinde durmak, yani televizyonun içindeki insanlardan biri olmak en çok neye hizmet ediyor olabilir? Cevabın basitliği göz yaşartabilir:

“Gerçeği, sadece gerçeği, bütün gerçeği” yeminini, “Tüketimi, sadece tüketimi, bütün tüketimi” cümlesine çevirmeye elbette!

Yani, şiddet toplumuna, ortalamanın cemaatine, kitlesel merakın bayağılığına hizmet etmesek de kesintisiz yıkım demek olan tüketime hizmet ettiğimiz kesin. Bir başka deyişle biz, (müstakbel bir televizyoncu olduğum için “biz” demekte mahzur görmüyorum) “olamayan” insanların “sahip olarak” ruhlarını sakinleştirmeleri için varız. İktidar ve çıkar ilişkilerinin tekerine ne büyüklükte bir çomak sokarsak sokalım yine de tüketim toplumunun sahip olmak arzusunu gözü kör bir çılgınlığa dönüştürmek için varız.

Yarattığımız sahte gerçekliğin, yani televizyonun büyüsünü bozmak mümkün değil. Çünkü, gösteri dünyası yalanlandıkça kendini doğrulayan, yalanlayanı da kendine dahil ediveren bir alem. Yalanladığınız ya da reddettiğiniz anda görünür olmak zorunda olduğunuz için dışına çıkamayacağınız büyük bir sarmal. İdeolojisini kendi yaratan bir kutu! Dışarıda kaldığınız anda sizi en acımasız biçimde ötekileştirerek yaralayan bir muamma. Show TV karşısında travesti olmak herhalde yeterli örnek olacaktır.

Truman Show’a geri dönecek olursak! Truman “gerçek” dünya zannettiği dev stüdyonun “dışarıya” ya da “karanlığa” açılan kapısını bulduğunda o ana kadar hiç görmediği 30 yıllık yönetmenin sesi yükselir:

“Hey man, you are on TV. Say something!” (Televizyondasın! Bir şey söyle!)

Truman zarif bir reveransın ardından kapıyı aralar, dışarı çıkar.

Televizyonun sahteliğine karşı gerçeğin zaferi!

Ama gözden kaçan ne? Kapının açıldığı yerin karanlık olması ve Truman’ın izleyen insanlar için o kapıdan çıktığı anda ölmesi.

Ya televizyoncular ne yapsın? Onların kapıyı açıp çıkacak halleri yok. Onlar için, (belki de bizler demeliyim) tek olanak, kapıyı aralık bırakmak...